Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİsrail’e karşı en etkili demir kubbe demokrasi olabilir mi?

İsrail’e karşı en etkili demir kubbe demokrasi olabilir mi?

İsrail, Suriye’deki etnik ve mezhepsel çatışmaların çıkardığı yangını büyük bir hevesle harlıyor, kendi güvenliği için elzem gördüğü bölgesel kaosu Suriye’ye yaymak istiyor. İsrail karşısında en etkili demir kubbe ise anayasal bir demokratik hukuk devleti. Zira Suriye’de etkin bir devletin kurulup istikrarın sağlanması için Dürzilerin, Sünnilerin, Kürtlerin, Nusayrilerin, Hıristiyanların kendilerini eşit ve güvende hissetmesi şart. İsrail saldırganlığı karşısında demokrasi artık Ortadoğu için en az askeri güç kadar ciddiye alınması gereken bir beka sorunu, bir güvenlik meselesi ve etkili bir silah.

Bundan tam 111 yıl önce Arjantin Yüksek Mahkemesi, ilginç bir uyuşmazlığı çözmek için toplanmıştı. Davanın taraflarından biri Osmanlı’nın ilk Arjantin Büyükelçisi Emir Emin Arslan, diğeri de Almanya’nın Arjantin Büyükelçisi Rodolfo Bobrik’di. Lübnan’ın en etkili Dürzi ailelerinden birine mensup olan bu hırslı diplomat, ünlü İttihatçılardan Şekib Arslan’ın ve Meclis-i Mebusan’da Lazkiye’yi temsil eden vekillerden Emir Arslan Bey’in kuzeniydi. 

Emir Emin Arslan

Emin Arslan da kuzenleri gibi tutkulu bir Osmanlıcılık neferiydi. II. Abdülhamit’i rafa kaldırdığı meşruiyet rejimini uygulamak ve parlamentoyu açmak zorunda bırakan 1908 Devrimi üzerine yine Osmanlı Büyükelçiliği yaptığı Brüksel’den heyecanla İstanbul’a dönmüş, her ne kadar 1908 öncesinde aktif Jön Türk muhalefetini bırakmak şartıyla Sultan tarafından affedilip diplomat olarak sisteme eklemlense de 1908 sonrası Osmanlı’nın bir parçası olmak için büyük bir şevkle kolları sıvamıştı. 

Arslan ilk başta Paris Büyükelçisi olarak atanmış, ardından 20. yüzyılın başlarından itibaren özellikle ABD ile birlikte Lübnan, Filistin ve Suriye bölgelerinden yoğun Osmanlı göçü alan ülkelerden biri olan Arjantin’deki ilk Osmanlı Büyükelçisi olmak istemişti. 

Arjantin, İspanyol kökenlilerin genelleyerek “Turco” lakabını taktığı yüzbinlerce Osmanlı göçmenine ev sahipliği yapıyordu. Arslan’ın büyükelçi olarak atanmasından dört sene sonra 1914’te bu sayının 450-600 bine çıktığı tahmin ediliyor, her geçen sene Arjantin’deki Turco’ların sayısı artıyordu. Farklı mezhep, din, kimliklere sahip olan Turco’lar ise ilk Osmanlı Büyükelçisi’ni heyecanla karşılamıştı. 

Arjantinli karikatürist Zavattaro çizimiyle Arslan’ın gelişini kutluyor: “Birkaç gün önce geldi, onun gelişiyle Türkiye artık temsil ediliyor, ¡gracias a Alá! (Allah’a şükür)”

29 Ekim 1910’da Chili adlı bir yolcu gemisiyle başkent Buenos Aires’e gelen Arslan’ı Araplar, Yahudiler başta olmak üzere 4,000 kişilik büyük bir Osmanlı heyeti karşılamış, Osmanlı, Arjantin milli marşları okunmuş, Osmanlı bayraklarıyla donatılmış 80 araçlık bir konvoyla kalacağı otele götürülmüş, Arjantinliler büyük bir merakla bu heyecanlı Osmanlı geçidini balkonlarından sarkarak izlemiş ve nihayetinde Arslan bir miting edasıyla kaldığı otelin balkonundan heyecanlı Osmanlılara seslenmişti. 

Emin Arslan, coşkuyla karşılanıyor.

Arjantin’deki Osmanlı göçmenleri üzerine çalışan akademisyen Steven Hyland’ın makalelerinde detaylıca anlattığı üzere bu coşkulu karşılama pek şaşırtıcı değildi. 1908 devrimi üzerine parlamentonun açılması, sansür ve baskı uygulamalarının sona ermesi, yeniden seçimlerin düzenlenmesi ve insanların seçme ve seçilme haklarını kısıtlı da olsa kullanması büyük bir heyecan yaratmış; özellikle Osmanlı’nın içinde bulunduğu zor koşullar karşısında dağılma ve gelecek korkusu yaşayan birçok insana umut olmuştu. Anayasanın kaldırıldığı raftan indirilmesi, 1909 değişiklikleriyle padişahın yetkilerinin meclis lehine kısılması, din, ırk, bölge, mezhep fark etmeksizin herkesin bu anayasa uyarınca eşit vatandaş görülme ve farklı kimliklerin söz ve yetki sahibi olarak güçlü bir Meclis-i Mebusan’dan temsil edilme ihtimali her bir yanından yara alan çok uluslu bir imparatorluk için makul bir reçeteydi. 

Tam da bu nedenle Osmanlı’ya binlerce kilometre uzaklıktaki Osmanlılar bile 1908’i coşkuyla kutlamış, yürüyüşler, Namık Kemal şiirlerinin okuduğu geceler düzenlemiş, Osmanlı’nın etnik temelli dağılmasını isteyenler ile Osmanlı üst kimliğine tutunanlar arasında hararetli entelektüel polemikler, kamplaşmalar yaşanmıştı. İşte bu hırslı Dürzi diplomatın heyecanla karşılanmasının da arkasında yeni anayasa ve rejime verilen bu kredi yatıyordu. 

Elbette bu coşkuyu sadece Arjantin’deki Osmanlı göçmenleri yaşamıyordu. Anayasanın tekrardan uygulanmaya başladığını Filistin’e duyuran Arap postacı Muhammed İzzet Derveze Nablus postanesini “özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet” pankartlarıyla süslüyor, Kudüslü Yahudi gazeteci Gad Frumkin Abdülhamit’i de onore eden “Yüce Efendimiz Sultanımızın işlediği hayırların en yücesi, Padişahım çok yaşa!” başlığıyla gazetesini çıkarıyor, havadisleri göç ettiği New York’ta yaşarken duyan Arap Hıristiyan Halil el-Sakakini 1908 üzerine farklı dini grupları buluşturan modern, ilerici bir okul açmak için büyük bir hevesle ülkesine geri dönüyor, bavulunu hazırlıyordu. 

1908 devrimi, Kudüs ve Yafa’da da heyecanla kutlanmış, hatta 1908’in fikri mimarlarından Namık Kemal’in oğlu olan Kudüs mülki amiri Ekrem Bey kutlamalara yeterince önem vermediği için bölge halkı tarafından başkente şikâyet edilmişti. “Sultanımız çok yaşa! Yaşasın Hürriyet!” sloganları eşliğinde anayasanın yürürlüğe yeniden konmasını duyuran bildiriyi okuyan Ekrem Bey’in konuşması Osmanlı Türkçesi olduğu için resmi kutlamaya katılan birçok Osmanlı vatandaşı konuşmayı anlamamış; fakat Arapça kökenli “hürriyye” (hürriyet) kelimesini her duyduklarında coşkulu bir alkışla yanıt vermişti. 

Michelle U. Campos’un “Osmanlı Kardeşler” kitabından, s. 43

Ekonomik koşullardan, rüşvetçi memurlardan, asayiş sorunlarından şikayetçi halk için anayasa, meclis, meşruti demokrasi güçlü bir umut ışığı olmuştu. 1908 rüzgarı, önce Emin Arslan’ın mebus kuzeni Emir Arslan Bey’in de katledildiği ve Abdülhamit’in tahtan indirildiği 31 Mart isyanı ile sallandı, İttihat ve Terakki’nin Babıali Baskını’yla birlikte otoriter bir tek parti rejimine geçmesi, Balkan Savaşlarının etkisiyle yükselen milliyetçilik, Batı ülkelerinin Osmanlı’nın parçalanmasına yönelik yaptığı dış müdahaleler derken Osmanlıcılık fikriyle beraber yavaş yavaş söndü, 1. Dünya Savaşı’nın akabinde Osmanlı’yla beraber parçalandı.

Bir zamanlar Osmanlı üst kimliği ve çok kültürlü, kapsayıcı bir anayasal vatandaşlık heyecanıyla coşanlar çok dilli meydanlardan çekildi, kendi mahallelerine geri döndü. İstanbul Üniversitesi’nde Ben Gurion ile hukuk okuyan Gad Frumkin İsrail’in kurucu elit Siyonist hukukçularından biri oldu, Halil el-Sakakini Arap milliyetçiliğinin Filistin’deki önemli temsilcilerinden birine dönüştü, ömrü boyunca Yahudi Siyonistlerle mücadele etti, Muhammed İzzet Derveze Filistin direnişine katıldı hem İngilizler hem Siyonistlerle savaştı. 

Dürzi diplomat Emin Arslan ise İttihatçıların, Almanların yanında 1. Dünya Savaşı’na girmesine sert bir şekilde karşı çıktığı için görevden alındı. İttihatçılar, Arjantin’deki Osmanlı Büyükelçilik görevini Alman Büyükelçi’ye devretmiş, Emin Arslan’dan da resmî belgeleri Alman diplomata teslim etmesini istemişti. Emin Arslan talimata uymadı, hakkında yakalama kararı çıkarıldı, gıyabında idam cezası verildi, konu Arjantin Yüksek Mahkemesi önüne kadar taşındı. Nihayetinde mahkeme Arslan aleyhine karar verdi, genç Dürzi diplomat davayı kaybetti. Arjantin’in basın hayatına atıldı, haftalık La Nota dergisini çıkarmaya başladı, Arap milliyetçiliğine yöneldi.

Osmanlı göçmenleri arasında etkili bir isme dönüşen, yazlarını Uruguay’ın Punta del Este sayfiye beldesinde inşa ettiği modern bir plaj evinde bölgenin entelektüel yazar, düşünürleriyle geçiren (artık yıkılan bu evin önündeki plaj hâlâ El Emir plajı olarak anılıyor) Emin Arslan, 1908’un heyecanıyla dönüp görev almak istediği topraklara bir daha dönemedi, Arjantin’de hayatını kaybetti.

Emir Emin Arslan’ın mezarı.

Dünyanın farklı yerlerindeki Dürzi bir diplomat, Yahudi bir gazeteci, Müslüman bir posta memuru ve Hıristiyan bir öğretmeni heyecanlandıran, sonra da yine farklı yerlere savuran 1908’in üzerinden tam 117 sene geçti. 117 yıl önce yine bir Temmuz günü Ermenilerin, Türklerin, Arapların, Yahudilerin, Dürzilerin, Rumların, Kürtlerin omuz omuza anayasa, meclis, adalet, hürriyet ve meşrutiyeti kutlamalarıyla dolup taşan şehir meydanları, maalesef 2025 yılında birbirilerini dinleri, mezhepleri, ırkları nedeniyle hedef alan, öldüren halkların kanlarıyla dolu. 

İşin kötüsü bir zamanlar kapsayıcı ortak bir kimlik ihtimali karşısında heyecanlanan Ortadoğu, bugün İsrail yayılmacılığı ve katliamcılığı karşısında herkesi kapsayan ortak bir ateşin kıskacında. 

İsrail’in yeri geldiğinde harladığı, yeri geldiğinde bizzat kendi çıkardığı bu ateş karşısında 1908’in heyecanını hatırlamak, hatalarından ders çıkarmak şart. 

Nitekim 1908 devriminin halkta uyandırdığı heyecan ile doğru orantılı bir şekilde İttihatçılığı sönen Dürzi diplomat Emin Arslan’ın kuzeni Şekib Arslan’ın torunu Lübnanlı Dürzi sosyalist lider Velid Canpolat bugün Suriye’nin, Lübnan’ın herkesin eşit olduğu üniter bir hukuk devleti olarak İsrail’in karşısında dik bir şekilde durabileceğini söylüyor, bu doğrultuda görüştüğü Suriye Cumhurbaşkanı Şara’ya İttihatçı dedesi Şekib Arslan’ın hatıralarını hediye ediyor, İsrail’in ipiyle kuyuya inen İsrail yanlısı Dürzi şeyhleri de Dürzileri, Alevileri tehdit eden mezhepçi radikalleri de çok sert bir şekilde uyarıyor, Esad rejimi tarafından suikaste kurban giden sosyalist babası Kemal Canpolat’ın katillerinin yakalanmasını “Allahuekber” diyerek kutluyor ve bölgeye barış, kardeşlik mesajı veriyor.

Bölgedeki nadir makul seslerden birinin 1908’in mimarı bir ailenin torunu olması pek de tesadüfi olmasa gerek.

Zira 117 yıl sonra bugün de bölgedeki yangının belki de en büyük sebeplerinden biri devletlerin kapsayıcı ve eşit vatandaşlığı tesis edememesi, kötü niyetli dış güçlerin sömürüp suistimal edebileceği ayrılıkların, eşitsizliklerin, hukuksuzlukların giderememesi. 

1908’de Osmanlıların bu sorunlar karşısında bulduğu çözüm anayasa ve meclis olmuştu. Belki sorunların hiç değişmediği bir coğrafyada reçeteler de değişmiyordur. Tabii ki harfiyen uymak ve İsrail’in ateşinden bu reçeteyi kurtarmak kaydıyla. 

İsrail’in ateşi, Netanyahu’nun siyasi istikbali

Gazze soykırımına ek olarak; sırayla Lübnan, İran ve şimdi de Suriye’yi vuran İsrail’in amacını anlamak için her ne kadar Türkiye’de pek ses getirmese de İsrail’in ve sanırım ABD dış politikasının da iplerini elinde bulunduran Netanyahu’nun kafa röntgenini çeken The New York Times’in 11 Temmuz 2025’te yayımlanan “Netanyahu görevde kalmak için Gazze’deki savaşı nasıl uzattı?” başlıklı araştırma dosyasına göz atmak gerekiyor. Gazze’deki korkunç soykırımı yaşanan onca şeye rağmen hâlâ “savaş” olarak tanımlamasına rağmen oldukça iyi bir haber dosyası. Patrick Kingsley, Ronen Bergman ve Natan Odenheimer, 110 İsrailli, Arap ve Amerikalı devlet yetkilisiyle konuşmuş, Netanyahu kabinesinin birçok kabine tutanağı ve resmî belgesini incelemiş ve bugüne kadar yazılmayan birçok kulis bilgisine ulaşmış.

Makalede, Netanyahu’nun iki kişisel çıkarı doğrultusunda hem savaşı sürdürdüğünü hem de daha geniş kapsama yaydığını örneklerle anlatıyor. En çarpıcı örneklerden biri, İran savaşından hemen önce yaşanmış. Bu olayı anlamak için öncelikle bir adım geri gitmek şart. 

Netanyahu’nun aşırı sağcı koalisyonu, üç temel bileşenden oluşuyor. Netanyahu’nun başında olduğu Likud, Smotrich ve Ben-Gvir gibi gençliklerinde faşist terör örgütlerinde yer almış isimlerin oluşturduğu radikal partiler ve Haredi Ortodoks köktendinci küçük partiler. Smotrich ve Ben-Gvir’in öncelikleri Gazzelilerin tehcir edilmesi, İsrail’in Gazze’yi Yahudi yerleşimlerine açması ve Batı Şeria’nın da ilhak edilmesi. Bu iki faşist koalisyon ortağı her ateşkes imzalandığında hükümetten çekiliyor. Bu nedenle Netanyahu Gideon Sa’ar gibi bir muhalifi de koalisyonuna kattı, böylece bu tür ateşkeslerde hükümetin çoğunluğunu kaybetmemeye çalışıyor. Fakat NYT’nin dosyasına göre Netanyahu yine de Biden döneminde birçok kez finalize olan ateşkes anlaşmasını Ben-Gvir ve Smotrich’in tehditleri üzerine imzalamayı reddetti, yapılan ateşkesi bozdu. 

Bu aşırı sağcı faşistler nedeniyle İsrail ABD’nin ve ordudaki üst düzey yetkililerin taleplerine rağmen barış sonrası bir Gazze planı yapmıyor. Zira bir şekilde Trump’ı ikna edip Gazzelilerin tehcirini ve Gazze bölgesinin İsrailli yerleşimcilere açılmasını kolaylaştırmak da plan dahilinde. Bu nedenle Netanyahu her şeyden bahsediyor, fakat barış sonrası Gazze’de ne olacağına dair sessizliğini koruyor. Bu sessizliğin arkasında soykırımın kaçınılmaz bir sonraki aşaması tehcir olabilir. 

Netanyahu’nun siyasi istikbali için dikkate aldığı bir diğer grup da Ortodoks Yahudiler. Geçen sene İsrail Yüksek Mahkemesi, Ortodoks Yahudi genç dini öğrenciler için zorunlu askerliği muaf kılan yasayı iptal etmiş, bunun üzerine Haredi Yahudi partiler bu muafiyetin yeniden düzenlenmesi ve Yüksek Mahkeme’nin yapısının değiştirilmesi taleplerini iletmişti. Netanyahu ise bu talepler karşısında İsrail’in varoluşsal ve sürekli bir savaş içerisinde olduğunu dillendirmiş ve ülkeyi ikiye bölecek, koalisyonun diğer sağcı partilerinin tepkisini çekebilecek bu öneriyi ertelemişti. Nitekim Haredi Ortodoks partileri tam da geçen ayki 12 günlük İran Savaşı öncesinde Netanyahu’dan yeni bir muafiyet yasası teklifi istemiş, bunun karşılığında Netanyahu’yu hükümetten çekilmekle tehdit etmişti. İşte tam da bu noktada NYT’nin kulis dosyasına göre, ABD’nin İsrail Büyükelçisi Huckabee Netanyahu dostu evanjelist bir Siyonist olarak devreye girdi ve Haredi liderleri bizzat görüşüp ikna etti. Bununla da yetinmeyen Netanyahu, İran Savaşı’ndan hemen önce küçük parti liderlerinden birini ofisine çağırdı, gizlilik anlaşması imzalatıp İran’a dair saldırı planlarını paylaştı. Böylece İran saldırısı ile aslında koalisyonunu dağılmaktan kısa bir süreliğine de olsa kurtardı. 

NYT dosyası yayımlandıktan sonra da bu durum devam etti. Zira Netanyahu, Şam’ı vurmadan hemen önce koalisyondan çekilmeyen Shas partisi 11 vekiliyle hükümetten çekildiğini açıkladı ve bakanlar istifa etti. Fakat Shas, ülkenin içerisinde bulunduğu savaş halini de gözeterek kabineden bakanlarını çekse de herhangi bir güvensizlik önergesine destek vermeyeceğini söyleyerek Netanyahu koalisyonunun 120 kişilik Knesset’te 50 vekile sahip bir azınlık hükümeti olmasına sebep oldu. 

Netanyahu’nun pamuk ipliğine bağlı koalisyonunun hâlâdağılmamasının en önemli sebebi İsrail’in sürekli bir savaş halinde olması. Yaşanan bu sürekli savaşın bir diğer getirisi de Netanyahu’nun özgürlüğü. Netanyahu 2022’den beri yolsuzluk suçlamalarıyla yargılanıyor, bu suçlamalara ek olarak özellikle yakın çevresi de 7 Ekim saldırılarından sonra gizli bilgilerin değiştirilmesi ve sızdırılması gibi bazı güvenlik zafiyetleriyle soruşturma altında. 333 tanıklı bu davanın yıllar sürmesi bekleniyor, Netanyahu bu sene haftada 2-3 kez hâkim karşısına çıktı. Duruşmalarda özellikle son bir aydır savaş halindeki bir başbakan olduğunu vurguluyor, duruşmaların ertelenmesini talep ediyor. Fakat en önemlisi ABD ile Gazze üzerinde ateşkes pazarlığı yaparken veya yeni açtığı savaşların her birini durdurmak için diyaloğa girerken kendi davasını da gündeme getiriyor, bir al-ver meselesine dönüştürüyor. Bu nedenle Gazze’deki ateşkes süreçleri sürerken Trump, Netanyahu’nundavasının düşürülmesi için tweet atıyor, ABD’nin İsrail Büyükelçisi bizzat davaları izlemeye, Netanyahu’ya destek olmaya gidiyor. 

Netanyahu özellikle İran’a yönelik saldırının kamuoyunda yarattığı destek karşısında hızlıca hareket ederek kendisini yargılama süreçlerinde aktör olarak gördüğü Baş Savcı ve İç İstihbarat Direktörü’nü görevden almak için düğmeye basıyor, bu tür hamlelerini engelleyen Yüksek Mahkeme’yi etkisiz kılmak için sözde yargı reformunu hızlandırıyor. 

Fakat Netanyahu’nun bölgede yaydığı ateşi açıklamak için sadece İsrail’in iç siyasi dinamikleri yeterli değil. Çünkü iktidar değişse de yeni gelen hükümet bu yayılmacı savaşı devam ettirebilir. Bu tablonun bir kısmı. Bir de görünmeyen sessiz bir değişim var. Netanyahu’nun sürekli kaos teorisi İsrail’in güvenliği için kaçınılmaz bir devlet politikasına dönüşmüş durumda. 

Netanyahu’nun mirası: Büyük İsrail

ABD’de ve Batı’da İsrail karşıtlığı giderek yükseliyor. ABD’nin en kalabalık şehrinde milyonlarca dolarlık İsrail lobisi büyük bir hezimet yaşadı ve Müslüman sosyalist Zohran MamdaniDemokrat Parti’nin belediye başkan adayı olarak önseçimleri kazandı. Cumhuriyetçi Parti son 6 aydır büyük bir iç savaş içerisinde. İran savaşına müdahil olmak istemeyen Amerikalı ulusalcılar, İsrail’e çok sert tepki gösteriyor. İlk kez İsrail’e askeri yardımların kesilmesini savunan Cumhuriyetçilerin sesi bu kadar gür çıkıyor. Tucker Carlson gibi birçok muhafazakâryorumcu gemileri yakmış durumda, çok sert bir şekilde İsrail’i eleştiriyor. Özellikle Epstein listesini açıklayacağını söylemişken göreve gelince bu listenin var olmadığını belirten ve bu listede olmakla suçlanan Trump, kendi tabanıyla kavga ettikçe yara alıyor, muhafazakâr kanaat önderleri tarafından Epstein üzerinden “tehdit edilmekle, Mossad şantajınauğramakla” bile suçlanıyor. Anketlere göre Demokratların neredeyse %70’i İsrail’i desteklemiyor, Cumhuriyetçilerin 50 yaş altında İsrail karşıtlığı artıyor. Fransa’da, Birleşik Krallık’ta ve Almanya’da İsrail’i eleştirmek yeni partilere, solculara ve Müslümanlara oy getiriyor, İsrail’i desteklemek seçim kaybettirebiliyor. İrlanda, Slovenya, İspanya gibi ülkeler çok sert yaptırım kararlarını alarak Avrupa Birliği nezdinde bir kamuoyu yaratıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı’nın olası kararları bu kamuoyunu çok daha arttırabilir.İsrail her zamankinden daha fazla eleştiriliyor, İsrail’i savunmak Piers Morgan gibi sağcı isimlerce bile radikal bir konum olarak görülüyor. Devran hızlıca değişiyor. Müslümanlarla solcular el ele verip ciddi bir değişim rüzgârı estiriyor. 

Bütün bunların ışığında İsrail çok net bir gerçeği görüyor. İsrail’i eleştirmenin maliyetli olduğu dönem çok geride kaldı. İsrail çok ciddi bir itibar krizi içerisinde. 

Bu nedenle de tam olarak sürekli bir varoluş krizinde olmak, kendisini sürekli bir yok olma tehdidi altında hissettiğini ileri sürmek zorunda. Batı’nın olağanüstü durumlar geçince, İsrail’in varoluş krizinin hissedilmediği günlerde arkasında olmayacağı günlerin gelmemesi için İsrail’in düşerse tamamen yok olacağını belirtebileceği sürekli ama kontrol edilebilir bir istikrarsızlık peşinde. 

Bu yüzden savaşı genişletiyor bir yandan da halihazırda bu desteği kaybetmemişken ileride önüne çıkabilecek her türlü olası düşmanı şimdiden yok etmeye çalışıyor. İran ve Suriye’de uzun soluklu bir iç savaş çıkarma isteğinin sebebi bu. 

İsrail’in illa Suriye’yi, Lübnan’ı fiilen ilhak etmesine gerek yok. İsrail’in ilhak etmek istediği bölgeler Gazze ve Batı Şeria. Trump döneminde bunu yapmak için önlerinde büyük bir fırsat var. Maalesef bağımsız bir Filistin devletini ortak bir şekilde savunan, bölge ülkelerini bir araya getiren ve bu talebi bastıran uluslararası bir koalisyon yok. Trump tamamen keyfine ve çıkarına göre bu konuda karar verecek gibi duruyor. Bütün bölge ülkeleri kendi şahsi ikili ilişkileri peşindeyken, iki devletli çözüm ilk kez bu kadar rafa kaldırılmış durumda. 


Netanyahu bu noktada, Lübnan, Suriye ve İran’da sürekli bir istikrarsızlık yaratarak, farklı kimlikler, mezhepler arasında çok uzun sürecek çatışmaları besleyerek çevresini istikrarsız, devlet vasfını kaybetmiş, kimsenin güvende olmadığı ama bir yandan kullanılan silahlar ve teknoloji açısından da İsrail’i tehdit etmeyecek kadar güçsüz, İsrail’in istediği zaman hava üstünlüğü ile yönlendirebileceği, belirli ölçüde tutabileceği kontrollü bir kaos vahaları yaratmak istiyor. Bu nedenle, İran’da nükleer kapasite yerine, rejim değişikliğine odaklı saldırılar yapıyor ve halkı isyana teşvik ediyor, bir yandan devrik Şah’ı cesaretlendiriyor; diğer bir yandan Suriye’de azınlık haklarını savunmak iddiasıyla kendisine yakın Dürzi şeyhi el-Hicri’yi İsrailli Dürzilerin şeyhi Tarif aracılığıyla yönlendiriyor, merkezi hükümet ile iş birliği yapmaması için cesaretlendiriyor. Elbette Gazze’deki bir avuç kalan Hıristiyan Arap cemaatinin 80 yaşındaki mensuplarını, kiliseleri bile hedef alan İsrail’in derdi azınlık hakları değil. İsrail’in planı çok daha büyük bir istikrarsızlık, kaosun yaşanması.


Tarif ve Netanyahu

Özellikle bu hafta Dürzilerle Bedevi aşiretleri arasında başlayan çatışmalar üzerine Şara’ya bağlı merkezi hükümet güçlerinin Dürzilerin çoğunluk olduğu Süveyda kentine girmesi üzerine İsrail, merkezi hükümetin Dürzileri katlettiğini söyleyerek Şam’ı ve hükümet güçlerini bombaladı, Başkanlık Sarayı’nın yakınını bombalayarak Şara’ya sert bir mesaj iletti. ABD, merkezi hükümete şans verdiği, yaptırımları kaldırdığı, Şara’yı özellikle övdüğü bu yeni denklemde İsrail’in saldırılarını kınadı, bölgede istikrarın sağlanması gerektiği vurgusunu paylaştı.

Mezhepçi nefret söylemlerinin aksine Dürzilerin hepsi İsrail destekçisi değil. 28 yaşındaki karizmatik Dürzi lider Leith al-Balous çok sıkı bir İsrail karşıtı, Şara destekçisi. 

Esad’ın düşüşüne sebep olan harekatta Şara kuzeyden ilerlerken al-Balous güneyden Şam’a giren ilk muhalifler arasındaydı. Kendisi gibi Dürzi bir silahlı milis olan babasını öldüren Esad’ın ilk dönem muhaliflerinden, bu nedenle sonrada Esad’a cephe alan el-Hicri ile ayrılıyor. Hem Esad’a karşı uzun soluklu muhaliflerden biri hem de Şara’ya bir şans veren bir Dürzi olması sebebiyle dikkat çekiyor. Leith al-Balous, Şara hükümetine şans verilmesi, merkezi bir Suriye kurulması, Velid Canpolat’ın tavsiyelerine paralel olarak ortak bir hukuk devletinin tesis edilmesini istiyor. Yeni dönemde etkin biri isim olacağı konuşulmasına rağmen Dürzilerin merkezi hükümetteki karşılığını pekiştirebilecek üst düzey resmi bir görevi yok. Şara sahneyi henüz kimseyle paylaşmıyor, çünkü farklı grupların kendini temsil edip taleplerini dile getirebileceği kurumsal bir mekanizma aradan geçen zamana ve aciliyete rağmen hâlâkurulamadı.

Suriye’de hâlâ yeni bir anayasa yazılmadı, hâlâ bir meclis oluşturulmadı; kimsenin geleceğe dair oturaklı bir öngörüsü yok, bu koşullarda olması da zor. Suriye hâlâ asker sayısının, hatta aşiret sayılarının, savaş planlarının konuşulduğu bir ülke. Bu nedenle birçok farklı kimlik, din ve mezhepteki Suriyeli geleceğe dair endişeler taşıyor, Esad rejiminden kurtulmanın sevincinin yanısıra geleceğe dair bir tekinsizlik hissediyor.

Bu noktada Suriye demokrasi geçiş dönemi adaletinin gereklerini yerine getirmedikçe, mevcut sorunlarının her biri İsrail’in kullanıp büyütebileceği kırılganlıklara evriliyor. 

Ülke içinde çıkan her yangın, İsrail’in ellerini ovuşturup harlamak isteyeceği bir fırsata dönüşüyor.

İç cephe nasıl güçlenir?

Suriye, binlerce kişinin katledildiği, insanların mezheplerine göre hedef alındığı, dışlandığı, sivillerin topluca yok edildiği Esad rejimi sonrası yeni bir rejimi inşa etme aşamasında. Fakat diktatörlük sonrası yeni rejimlerin tesisi için sadece geçmiş otoriter rejimlerle hesaplaşılması yeterli değil. Suriye’nin geçici anayasasında sıkça vurgulanan geçiş dönemi adaleti kavramının en önemli bileşeni: Güvence. Geçmiş dönemdeki hukuksuzlukların bir daha yaşanmayacağı, sopanın bir kesimin elinden bir kesimin eline geçmeyeceği, sopanın kırılacağı bir Suriye inşa edilmesi şart. Bunun için Nusayrilerin, kadınların, Dürzilerin saçının teline dokunulmayacağı, Kürtlerin anavatanında hissedeceği, her kesimin haklarının güvence altına alınacağı kapsayıcı ve herkesi kendi vatanında eşit vatandaş hissettiren iyi bir anayasa olmazsa olmaz bir koşul. Sadece iyi bir metin değil, bu metni Sünni, Kürt, Dürzi, Hıristiyan herkesin ortak bir şekilde yazması ve eksiksiz uygulaması, böylece geleceklerini güvende hissetmesi, önünü görebilmesi gerekiyor. 

Fakat Suriye şu anda bu aşamada değil. Esad’ın devrildiği Aralık ayından beri ülkede yaşayan herkesin temel hak ve özgürlüklerini hem kendine hem de başkalarına karşı koruyanetkin bir devlet kurulamadı. Sadece Süveyda bölgesinde 160 milis örgütün olduğu söyleniyor, PYD/YPG ile yapılan entegrasyon anlaşması ilerlemiyor, birçok grup hâlâ silahları bırakmadı, merkezi bir ordu yok. HTŞ’ye yakın bazı gruplar ise Mart ayında Alevi sivillere, bu hafta ise Dürzilere yönelik insan hakları ihlalleri işlemek ve sivilleri hedef almakla suçlandı. Şara, Mart ayında Alevilere yönelik katliamları kınamış ve bir soruşturma komisyonu kurduğunu açıklamıştı. Mart ayında yaşananlardan sonra pek somut bir adım atılmadı, bu tür katliamları, mezhepçi saldırıları yapanlara karşı ciddi bir caydırıcılık oluşmadı. Şimdi de Dürzilere karşı ihlallerin araştırılacağı söyleniyor. Sürekli kurulan yeni komisyonların ne gibi somut bir çözüm getireceği meçhul. 

Üstüne üstlük Suriye’nin yeni anayasa yapım süreci de beklentileri pek karşılamıyor. Kabul edilen geçici anayasaya göre, yeni anayasayı yapacak olan kurucu meclisin 1/3’ü doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanacak, 2/3’ü ise doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanan bir komitenin oluşturduğu süreç doğrultusunda belirli heyetler tarafından bölgesel bazlı seçilecek. Şara’nın geçiş dönemi kabinesinde birer kişiyle Dürzi, Nusayri, Hıristiyan ve kadın bakanlar temsil ediliyor, IŞID’in kilise saldırısında olduğu gibi yeri geldiğinde bazı hükümet yetkilileri hızlıca birleştirici mesaj vermeyi başarabiliyor. Fakat özellikle yeni anayasa yapım süreci askeri ve uluslararası meseleler kadar konuşulmuyor, çok sessiz ilerliyor. 

Bu durum birçok yorumcu tarafından “tali” görülse de merkezi ordunun insan hakları ihlallerine karışması, hukuk devletine dair endişeleri beslemesi Suriye’nin benimsediği yeni geçici anayasal metnin en önemli maddelerinden biri askeri güçleri düzenleyen m.9’ un da manasını boşaltıyor:

“Madde 9 – Silahlı kuvvetler

1. Ordu, görevi ülkeyi korumak ve hukukun üstünlüğüne ve insan haklarının korunmasına uygun olarak güvenliğini, emniyetini ve toprak bütünlüğünü muhafaza etmek olan profesyonel bir ulusal kurumdur.

2. Orduyu kuran yalnızca devlettir. Herhangi bir bireyin, organın, kuruluşun veya grubun askeri veya paramiliter oluşumlar, tümenler veya örgütler kurması yasaktır ve silahların devletin elinde olması kısıtlanmıştır.”

Askeri güçlerin disiplini ve temel hak ve özgürlükleri es geçerek hareket etmesi, diğer silahlı grupların silah bırakıp entegre olmasını geciktiriyor; böylece şiddet sarmalı devam ediyor. Bir Dürzi şeyhinin bıyık kesilme ve kötü muamele videosu, başka bir şiddeti besliyor, bu arada İsrail kaynaklı birçok hesap iki tarafı da tahrik edecek dezenformasyonları sosyal medyadan yayarak çok ciddi bir şekilde etnik gerilimi besliyor. 

İsrail aktif bir şekilde Şara karşıtı Dürzileri cesaretlendirerek el-Hicri yanlısı Dürzi grupların Bedevi sivillere yönelik saldırılar yapmasını, el-Hicri yanlısı Dürzilerin Şara destekçisi Dürziler karşısında mevzi kazanmasını da kolaylaştırıyor. 

Merkezi bir devletin, askeri gücün olmaması ise büyük bir felaket senaryosu. Dürzilerden intikam almak isteyen Bedevi aşiretler arabalara atlayıp Süveyda şehrine silahlı bir şekilde gidiyor, Dürzilerin yaktığı Bedevi köylerine yanıt olarak Dürzi köylerini yakıyor, Halep’te Dürzi öğrenciler yurtlarında hedef gösteriliyor, Bedevi kadınlar ve çocuklar evlerini terk edip çöllere kaçıyor. 

Halep Üniversitesi’nin Sünni rektörü veya evlerini terk eden Bedevilere “büyüğünüz anamız, küçücüğünüz kızımız, gitmeyin, bize emanetsiniz” diyen bazı Dürzi şeyhleri gibi araya giren ve bu çatışmalara dur diyen sivil aktörler, Şam’daki Dürzi mahallesini el ele koruma altına Dürzi kanaat önderleri ve merkezi hükümet yetkilileri de var. Fakat güçlü bir merkezi otoritenin boşluğunda Suriye’nin etnik temelli sürekli bir katliam ve kaos yuvasına dönüşmesi kaçınılmaz. İsrail’in istediği de tam olarak bu. Bu yüzden Batı’dan gelen yaptırımların kaldırılması, ekonomik teşviklerin verilmesi, nüfusu çeşitli bir ülkede etkin bir yönetim kurmaya bir yandan Esad dönemini geride bırakmaya çalışan Şara’nın etki alanını daraltmak, ülkeyi otoritesiz bir duruma getirmek istiyor.Şara’nın İsrail karşısında otoritesinin sarsılması, İsrail’in güney Suriye’nin silahsızlandırılması, işgalin yayılması gibi anormal talepleri karşısında hareket edememesi ise İŞİD gibi radikal örgütlere itibar ve adam kaybetme riskini doğuruyor; Şara’yıılımlılığı nedeniyle “kafir” bulanlar çok korkunç bir örgütlenme kampanyası yapıyor. 

Maalesef İsrailliler amaçlarına yaklaştıklarını düşünüyor.Herkesin hukukuna saygı duyan, herkesin evinde hissettiği, anayasayla herkesin hakkının koruma altına alındığı bir ülke kurulması gerekirken, adım adım komşu köylerin farklı mezheplerce farklı zamanlarda yakıldığı, çeşitli katliam videolarının “kim kimi kesiyor şimdi” normalliğiyle izlendiği bir dönemin kapıları aralanıyor. 

Halbuki insanları mezheplerinden dolayı kesen, süren, ülkenin nefes almasını engelleyen Esad döneminin gerçekten aşılması için kimsenin mezhebi, dini, dili, ırkı nedeniyle dışlanmadığı adil bir düzenin kurulması ve böylece içteki hiçbir sorunun İsrail’in körükleyeceği bir yangına dönmeyeceği bir geçiş döneminin hedeflenmesi elzem.

İşte tam da bu noktada Suriye’yi olması gerekene yönlendirmek ve en önemlisi İsrail’e karşı bölgedeki en güçlü demir kubbeyi inşa etmek için herkesin üzerine büyük bir sorumluluk düşüyor.

Belki bu nedenle Suriye’yi konuşurken artık harita önünde kullanılan çubukları bırakmak; uzun zamandır unuttuğumuz anayasa, demokrasi, hukuk devleti üzerine biraz daha düşünmek gerek.  

Bir beka sorunu olarak demokrasi

117 yıl önce büyük ihtimalle hiçbir maddesini okumadıkları bir anayasanın yeniden yürürlüğe konulmasını birlikte yaşam ve herkesin hür olduğu bir anavatan umuduyla omuz omuza kutlayan Dürziler, Araplar, Yahudiler, Nusayriler, Sünniler, Kürtler bugün birbirine düşmüş durumda. Birçok insan Suriye’deki olaylara öldürülenin kimliği ve mezhebine göretepki gösteriyor, öldürülenin ettiği dua, konuştuğu dil, inandığı mezhep verilen tepkilerin ölçüsünü değiştiriyor. İşin kötüsüolayları uzaktan izleyen birçok insan için hayatını kaybedenlerartık birer toplu rakam, veri. 

Silahlarla girilen köyler, ele geçirilen mahalleler Esad zamanındaki kanlı katliamlarla dolu iç savaş günlerini aratmayacak günlerde olduğu gibi canlı bir “reytinge” sahip. Fakat Suriye koltuk başında izlenen bir savaş filmi veya kutlu zafer naralarının atıldığı bir savaş meydanından ibaret değil. Suriye sosyal medyada “Aaa bu köy bunlara mı geçti” diyerek izlenecek bir ülke kapmaca oyunu değil. Suriye dünyanın dört bir yanına dağılmış milyonlarca insanın evi. Sünnilerin, Nusayrilerin, Dürzilerin, Kürtlerin, Hıristiyanların anavatanı. Belki “büyük resimlere” bakanların, “demokrasi eski hikayeyeğenim, devir başka” diyenlerin veya Suriye’nin yol, asker gibi daha öncelikli ihtiyaçları olduğunu söyleyip iş anayasal bir devlet kurmaya gelince burun kıvıranlar için fazlasıyla naif, hayalperest, klişe olabilir, fakat farklı kesimleri bir arada tutabilecek, bu kanlı kaosu durduracak, yılbaşı ağaçlarıyla camilerin, Şii ve Sünni türbelerin, Dürzi şeyhleriyle Bedevi aşiretlerin yan yana durmasını sağlayacak başka bir formül yok.Bu formülün illa federalizm olmasına da gerek yok. Yerel yönetimlerin güçlü olduğu, yerel halkın, farklı kimliklerin temsili demokrasi ve hukuk devletinin imkanlarını kullanarak denge ve denetleme mekanizmalarını etkin kullandığı demokratik bir anayasal devlet de birçok kesimin endişelerini giderebilir. Merkezi otorite her bir kurumunun içerisinde yerel dinamiklerin etkin olduğu bir yapıyla yeniden kurgulanabilir. Üniter-federal devlet polemikleri denge ve denetlemenin etkin olduğu demokratik ve kapsayıcı bir üniter devlet kurgusuyla yaratıcı bir şekilde aşılabilir. 

Evet, Trump’ların, Netanyahu’ların devri, fakat el ele yıkılmaya çalışılan demokratik anayasal hukuk devletinin henüz bir alternatifi yok. Altyapı sorunlarına ve ekonomik ihtiyaçlara odaklanılması için, merkezi bir hükümetin otoritesinin kabul edilmesi için herkesin kendisini evinde hissetmesi, düştüğünde kendisini yerden kaldıracak bir devletin varlığına güvenmesi şart. Aksi durumda İsrail’in sürekli besleyeceği, harlayacağı yangınların sönmesi çok zor. Netanyahu’nun sürekli bir savaş çıkararak ertelemeye çalışmasından da anlaşılacağı üzere kaba kuvvetin, sert gücün bir sınırı var. İnsanları ikna eden, meşruiyetini vatandaşın refahından ve mutluluğundan alan bir devletin yumuşak gücü, askeri gücünü de pekiştiren önemli bir unsur.

Bu nedenle demokrasi sadece hayalperest bulduğunuz ve sayısı giderek azalan insanların dikkate aldığı bir parametrenin ötesinde aynı zamanda bir güvenlik, bir beka meselesi.

İsrail karşısında Demir Kubbe kadar güçlü bir hava savunma sistemine, arkasında dik duran ABD gibi bir yedek kuvvete, güçlü uzun menzilli füze ve F-35 gibi etkili uçaklara sahip olmayanların en iyi demir kubbe alternatifi her türlü dış müdahale karşısında birlikte duran, kimseyi dış güçlerin insafına, tahrikine terk etmeyen güçlü bir devlet, güçlü bir anayasa, herkesi kapsayan ve kucaklayan bir hukuk. Askeri gücün, yüksek askeri teknolojinin yanında güçlü bir toplumsal sözleşme, güçlü bir demokratik meşruiyet. 

Tam da bu yüzden korkunç bir Apartheid rejimin ardından bir zamanlar terörist olarak değerlendirildiği Güney Afrika’da ipleri eline alan Mandela’nın ilk işi kendisine muhaliflerden oluşan bir Anayasa Mahkemesi kurmak ve bu mahkemenin yine ilk iş olarak kendi yetkilerini kısıtlaması, ortaya çıkan yeni anayasayı temel ilkelere göre denetlemesi karşısında hukukun gereğini yerine getirmesi olmuştu. Geçiş döneminin ağırlığını, uzun vadeli istikrarı kısa vadeli coşkuya tercih etmiş, ülkeyi sıkıntılı bir dar koridordan geçirmeyi başarmıştı. 

Bugün Ortadoğu’nun en yumuşak karnı demokrasi; devletinsadece sert güce değil, herkesin hakkının her durumda korunacağına dair sıkı bir toplumsal güvene de dayandığının unutulması. 

Bir zamanlar İstanbul’dan gelen bir telgrafın Dürzileri, Ermenileri, Nusayrileri, Sünnileri, Kürtleri, Arapları, Yahudileri aynı anda sevindirip meydanlara çıkardığı, anayasa, meclis sloganları attırdığı bir coğrafyaya yakışmayan bir atıllık, geri düşüş bu. 

Batı’nın İsrail uğruna yere fırlattığı demokrasi ve insan haklarısancağını düştüğü yerden almanın, eski günlerdeki gibi omuz omuza vermenin, herkesin hukukunu savunma cesaretini göstermenin ve iç cepheyi toparlamanın tam zamanı. İç cepheyi güçlendirmenin yolu ise barıştan, mahkeme kararlarını uygulamaktan, kendi anayasalarımızı dikkate almak üzere bir daha okumaktan, kimseyi kendi ülkesinde öteki hissettirmemekten, kimseyi geride bırakmayarak dürüst ve sahici bir şekilde yaralarımızı kapatmaktan geçiyor. 

Netanyahu’lara karşı en güçlü demir kubbemiz de en büyük beka sorunumuz da demokrasi.

Evimizin içindeki kıvılcımları körüklemek isteyen İsrail yanı başımızdayken elimizi hızlı tutsak iyi olacak.

Göz göre göre gelen yangın büyüyünce “Yangın var!” demek maalesef yeterli olmuyor.

Fildişinden Notlar

Ne okudum? 

– Bu yazıda faydalandığım Michelle U. Campos’un Osmanlı KardeşlerErken Yirminci Yüzyıl Filistin’inde Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler kitabı. Campos,1908 devrimi karşısında omuz omuza sevinen Yahudi, Müslüman ve Hıristiyanları kitapta anlatmış, geç Osmanlı dönemi Filistin’in siyasi röntgenini çekmiş. Osmanlı üst kimliğinin hiçbir zaman tutmadığına dair popüler anlatıyı ters yüz eden çok keyifli ve akıcı bir çalışma. Mutlaka okuyun. Bu yazıda en çok faydalandığım kitap oldu.

– Hans Fallada– Ülkemde Bir Başıma. Alman muhalif yazar Fallada’nın kapatıldığı bir akıl hastanesinde Nazilerin yükseliş ve iktidar dönemlerinin gündelik yaşamdaki karşılığını anlattığı günlüğü. İlginç bir kitap. Fakat kafamı en çok kurcalayan şey, Fallada’nın Nazilerin iktidardan düşmesi kesinleştiğinde anılarını yazmaya başlayıp bazı detayları yeni döneme göre uyarlaması oldu. Sanırım sadece bu tür küçük detaylar için bile okunacak bir kitap. 

– Tabii ki yazıda faydalandığım Netanyahu haber dosyası. https://www.nytimes.com/2025/07/11/magazine/benjamin-netanyahu-gaza-war.html

– Bu yazıyı kaleme alırken Suriye’deki geçiş dönemi ve demokrasi tartışmalarının ithal değil, yerel olduğuna dair detaylı yazımı yeniden gözden geçirdim. “Demokrasi bu topraklara uymaz” demek hem self-oryantalizm hem de cehalet. İlgilenenlere öneririm- https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/sama-bahar-gelecek-mi-191527/ Okumaktan gözleri yorulanlar için benzer konuları ve demokrasiye geçiş dönemi adaleti üzerine yazdığım tezimi Suriye özelinde somutladığım Youtube programına göz atabilir https://www.youtube.com/watch?v=AiDJePyY2KM&t=917s

Ne izleyeceğim?

– Tuhaf bir başkaldırıyla İsrail-Filistin’i alegori yoluyla betimleyen yeni Süperman filmi. İsrail’i ve ABD’yi eleştirdiği için tartışma yarattı. Filistin’i kurtarmak Süperman’e mi kaldı? Maalesef evet. İzleyip detayları yazacağım. 

– Münazara idolüm Mehdi Hassan 20 aşırı sağcı Amerikalıyla Jubilee programına konuk oluyor. Fragmanı bile heyecan verici. Bakalım kendini ve Gazze’yi nasıl savunmuş? https://www.youtube.com/shorts/7Wc-0weHzx4 Bana doğum günü hediyesi olsa gerek 20 Temmuz Pazar günüyayında. 

- Advertisment -