Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIUlus devlet yaygaracılığı: Çözüm süreci ve millet sistemi paronayası

Ulus devlet yaygaracılığı: Çözüm süreci ve millet sistemi paronayası

Kürtlere yönelik olası bir hukuki ve siyasi düzenlemeyi, ulus-devletten vazgeçmek olarak okumanın bir gerçekliği yok. Eğer bir devlette azınlıklara kültürel haklar tanımak, o devleti "millet sistemine" geçiriyor ve ulus-devlet ilkesinden caymak anlamına geliyorsa, o zaman Kanada çoktan tasfiye edilmiş bir yapı; Belçika zaten fiilen yok; İsviçre çökmüş bir federasyon enkazı; Birleşik Krallık da çoktan tarihe gömülmüş sayılmalıdır. Çünkü modern dünyada ulus-devlet kavramı, Türkiye’de 1930’lardan miras kalan totalist ezberle tanımlanmıyor.

Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihinde Barış ve Demokratik Toplum başlıklı çağrısının ardından nihayet PKK, 11 Temmuz günü silahları bıraktı. Hatta silahlar bırakılmakla kalmayıp, bir törenle yakıldılar.

İki gün sonra, 13 Temmuz günü ise Cumhurbaşkanı Erdoğan süreci değerlendiren açıklamalarda bulundu. Konuşmasının en dikkat çeken ve iç siyasette yeni-Osmanlıcılık ve ümmetçilik olarak yankı bulan kısmı, Türk-Kürt-Arap ittifakına ilişkin söyledikleriydi:

“Malazgirt Zaferi, Kudüs’ün Fethi, İstanbul’un Fethi, Çanakkale savunması, İstiklal Savaşı, Türk, Kürt, Arap ve daha nice Müslüman halkın ortak savaşları, zaferleridir. Binbir Gece Masalları’nın Bağdat’ını Türk, Kürt ve Arap inşa etmiştir. Kudüs’ü Selahaddin Eyyubi’nin komutasında Türk, Kürt, Arap fethetmiştir. Şam bizim ortak şehrimizdir. Diyarbakır bizim ortak şehrimizdir. Mardin, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Halep, Hatay, İstanbul, Ankara bizim ortak şehrimizdir.”

Türk-Kürt-Arap birlikteliği ile ilgili olarak ortaya konulan bu çıkışın jeopolitik nedenlerini ve İslam Coğrafyasının liderliğine soyunan neo-emperyal bir Erdoğan olup olmadığına ilişkin tartışmaları hızlıca geçelim.

Zira bu neo-emperyal ümmetçi çerçevenin gerek İran gerek İsrail gerek de ABD faktöründen ötürü zaten siyasal olarak uygulamaya geçemeyeceği ortada.

Konuya girmeden önce, şunu vurgulamakta fayda var. Bu yazıda amacım, Erdoğan’ın açıklamalarının tahlilini yapmak ve bu açıklamaları savunmak değil. Neo-emperyal bir vizyonun Türkiye’ye demokratik açıdan fayda sağlamayacağını belirtmeme gerek bile yok.

İlgilendiğim asıl konu, bu açıklamaların ardından ulus-devletin tasfiye olacağını düşünen milliyetçi hezeyan. Çünkü Türkün yanında Kürt ve Arap kimliğinin olağanlaşmasını abes karşılayan ve bunu bir tür millet sistemine geri dönüş olarak okuyan bir kalabalıkla karşı karşıyayız.

İşin ilginç tarafı, Batı’da eğitim görmüş ve Türkiye’deki kalbur üstü üniversitelerde lisansüstü düzeyde araştırmacı olan birtakım siyaset bilimciler de bu hezeyan korosunun bir parçası.

Ülke nüfusunu oluşturan en büyük ikinci etno-kültürel ve kurucu unsur olan Kürt kimliğini reddeden resmi anlatıyı karşısına almak şöyle dursun, Kürt kimliğinin Türk kimliği yanında normalleşmesini bile şüpheyle karşılayan bir siyaset bilimci ordusu var.  

Henüz Kürt kimliğinin Türk kimliği gibi olağanlaştırıldığı ve eşit yurttaşlık temelinde tanındığı bir hukuki ya da sivil sürece bile girilmemişken (ortada ne anayasal reform var, ne de devlet katından verilmiş somut bir sinyal), buna rağmen en ufak bir açıklamadan “ulus-devlet elden gidiyor” krizine giren zihin yapısını anlamak imkânsız değil; ama ciddiye almak da artık mümkün değil.

Görünen o ki Türkiye’de “ulus” ve “ulus-devlet” yalnızca teorik olarak yanlış anlaşılan kavramlar değil; aynı zamanda ilkel içgüdülerle kutsanmış ve akıl dışı sadakat törenleriyle muhafaza edilen ideolojik fetiş nesnelerine dönüşmüş durumda. Soruyu o hâlde açıkça sormakta fayda var: Eğer bir gün gerçekten Kürtlere kültürel haklar tanınır ve de eşit yurttaşlık temelinde anayasal reformlar yapılırsa, bu bizi bir millet sistemine mi götürür?

Çokkültürlü ulus-devlet: Ne ihanet, ne dağılma, ne de oksimoron, sadece geç kalınmış bir normal

Geleneksel anlamıyla bir ulusun parçası olmak, etnik-kültürel açıdan homojen bir bloğun parçası olmak anlamına gelmektedir. Ancak bu yaklaşım, ulus kategorisinin oldukça arkaik bir biçimde ele alındığı ve bugün gelinen noktada da birçok ülkenin reddettiği bir yaklaşımdır. Evvela, bir ulus-devletin mensubu olmak, “ulusun” bütünüyle etnik yahut kültürel bir kategori olduğunu ima etmek zorunda değildir. Ulus, bir topluluğun belli bir toprak parçası altındaki egemenliğini vurgulayan politik bir kavramdır. Bu açıdan bakıldığında, ulus olmak denilen şey politik bir birim içinde kalmak ve hukuki-siyasal haklara sahip olan yurttaşlar topluluğu anlamına gelmektedir.

Tarihsel olarak ulus-devletler siyasal katılımın ulus öncesi dönemin aksine halka inmesi gibi hususlarda önemli kazanımlar açığa çıkarmış olsalar da devlet ile ulusun özdeşleşmesi; ulusu oluşturan bireylerin devlete bağımlı kılınması, devlet aygıtının kurgusal-hukuki bir entite olarak kodlanması yerine ona bireylerin iradelerinin teslim edildiği bir organizma olarak yaklaşılması ulus-devletlerin temel işlevlerindendi. Benzer şekilde, yukarıda da vurguladığım üzere, bütün bu uluslaşma süreci geleneksel olarak etnik türdeşleşmeyi referans almıştı, buradan hareketle de azınlık gruplarının kültürel kimlikleri pahasına kendisini var edebilmişti. Bu hususta milliyetçilik bu olgulara can suyu veren ana omurgayı teşkil etmekteydi.

Bütün bu tarihsel süreç bugün gelinen noktada çokkültürlü bir dünyanın gereklilikleri ve demokratik bir politik düzenin ilkeleri ile uyuşmamasından ötürü sorgulanmaya tabi tutuldu, milliyetçiliği daha kapsamlı ve sivil bir bağlama entegre etmeyi amaçlayan modelleri gündeme getirdi. Bu hususta yurttaşlığın sınırlarını yeniden kurgulayan, çoğulcu toplumlarda siyasal sadakati etno-kültürel bir aidiyet mensupluğuna indirgemeyen yaklaşımlar kavramsallaştırıldı.

Bugün sayıca azımsanamayacak kadar fazla olan liberal demokrasi, geleneksel ulus-devlet modelinin toplumsal ayrışmaları tetikleyici taraflarını gidermek adına azınlıklar için özel tedbirler almıştır. Bu tedbirlerin bir kısmı kolektif kültürel hakları kapsadığı gibi anayasal olarak çok-dilli modelleri de kapsamaktadır.

Bu bağlamda, geç-modernitenin öğretilerinden biri olan Kemalizm’in ufkuyla bugün kendimizi sınırlandırmak durumunda olmadığımızın en iyi örneklerinden birini ulus-devlet tanımında bulabiliriz. Demokratik ulus-devlet tezi, Kemalist projenin aksine, farklı kültürel kimliklere karşı asimilasyoncu olmaksızın kapsayıcı olunabileceği, kültürel farklılıkları tanırken aynı zamanda ortak bir aidiyet hissi yaratılabileceği ve de yurttaşlık kimliğine zarar vermeksizin farklı kültürel kimliklerin korunabileceği ideali ile çelişmemektedir. Aynı zamanda bu ideal, bizi bir millet sistemine değil, kapsayıcı bir ulus-devlet idealine götürmektedir.

Dahası, ülkeyi paylaştığımız en büyük ikinci etno-kültürel grup olan Kürtlerle çözüm sürecine girmek ve kimliklerinin Türk kimliğinin yanında anılması da bu idealle çelişmemektedir.

Yumuşak olmayan ve heterojenliği reddetme eğilimindeki bir ulusal kimlik ve ulus-devlet tasavvuruna bağlı olanlar, bugün geldiğimiz noktada yurttaşlığı etnik-kültürel bir zeminden hareketle “Türklük” temelinde kodlamaya devam etmektedirler.

Kürtlere yönelik olası bir hukuki ve siyasi düzenlemeyi, örneğin Kürt kimliğinin anayasal statüsü ve ana-dil gibi, ulus-devletten vazgeçmek olarak okumanın bir gerçekliği yok.

Zira azınlık haklarını (gerçi Kürtler hukuki olarak azınlık statüsünde değil. Ben retorik bir ifade olarak azınlık demeyi tercih ediyorum.) en radikal bir biçimde uygulayan ülkelerin tamamı ulus-devlettir.

Eğer bir devlette azınlıklara kültürel haklar tanımak, o devleti “millet sistemine” geçiriyor ve ulus-devlet ilkesinden caymak anlamına geliyorsa, o zaman Kanada çoktan tasfiye edilmiş bir yapı; Belçika zaten fiilen yok; İsviçre çökmüş bir federasyon enkazı; Birleşik Krallık da 1960’lı yıllardan beri yürürlüğe soktuğu Anti-Discrimination Act’ler ile çoktan tarihe gömülmüş sayılmalıdır.

Kabileciliğin hezeyanları

Ne hikmetse, bu devletlerin hiçbiri yıkılmadı. Bildiğim kadarıyla çözülen de olmadı, parçalanan da. Çünkü modern dünyada ulus-devlet kavramı, Türkiye’de 1930’lardan miras kalan totalist ezberle tanımlanmıyor.

Kanada, Quebec’e anayasal tanınma sağlıyor. Bu tanınmaya göre Fransızca resmî dil ve eyaletin kendi göç politikaları bile var. İsviçre’de dört resmî dil var; Almanca, Fransızca, İtalyanca, Romanşça. Belçika’da Valonlarla Flamanlar ayrı eğitim sistemlerine, bölgesel parlamentolara ve kültürel özerkliklere sahip. Birleşik Krallık’ta İskoçya’nın kendi parlamentosu, kendi hukuku var. Ve hiçbiri, Türk ulusalcılığının iddia ettiği gibi, “devlet ve ulus olma vasfını” yitirmiş değil.

Bu örnekleri verme sebebim Kürtler için bölgesel özerklik yahut Türkiye için genel ölçekte federalizm tipi bir yapıyı müdafaa etmek değildir. Bu örnekleri verme sebebim, azınlık politikalarının radikal formlarının bile ulus-devletten caymak olmadığını göstermekti.

Ama Türkiye’de bu örnekleri gündeme getirmek bile bir çeşit siyasi asayiş ihlali sayılıyor. Zira burada “ulus-devlet”, bir anayasal yapıdan çok, biriler için bir inkâr rejiminin adıdır.

Burada milliyetçi ulus-devlet anlatısı, etnik çoğullukla baş edemeyen bir monolog makinesi. Bu anlatıya göre “tek millet” demek, tek kişinin konuştuğu, diğerlerinin sadece başını eğip yaşadığı bir düzendir. O yüzden Türkiye’de bir Kürt’ün anadilinde eğitim istemesi, Britanya’da bir Galli’nin Gallerce konuşmasından daha fazla “tehdit” sayılır.

O yüzden bu ülkede biri “anadilde kamusal hizmet” talep ettiğinde daha fazla insanın mutlu olacağını düşüneceğine, ulusun parçalanacağına inananlar vardır.

Tabii bir de arkalarında koca bir siyaset bilimci ordusu hazırda bekliyor…

Ve bu zihniyet o kadar dar, o kadar kendi içinde kısırdır ki, Batı Avrupa’daki çoğu ülkenin çokkültürcülükle kurduğu ilişkiyi bile geleneksel ulus-devlet çerçevesinden teorik olarak açıklamaktan yoksundur.

Türk-Kürt-Arap vurgusu üzerinden ulusun dağılacağını düşünenlerin, Quebec’teki Fransızların özerkliği karşısında ne diyecekleri oldukça meçhul.

Çünkü bu akıl tutulmasına göre ya tüm halk “tek ses” olacak, ya da “hainlik” baş gösterecek.

Ortası yoktur bu ezberin.

Farklılığı birlikte yaşamak değil, farklılığı ya yok etmek ya da ondan korkmak üzerine kurulu bir düşünsel harita çalışır bu kafalarda.

Ne zaman biri çıkıp “Kürt kimliği bu ülkenin kurucu unsurlarından biridir, tıpkı Türk kimliği gibi anayasal eşitlik hakkına sahiptir”, derhâl eski ezber devreye girer: “Ülkeyi bölmek mi istiyorsun?”

Sanki bir kimliği tanımak, diğerini yok saymakmış gibi. Sanki bir dilin yaşaması, öbür dilin ölüm fermanıymış gibi. Sanki yurttaşların hakları sıfır toplamlı bir oyunmuş gibi…

İşte tam da bu yüzden, Türkiye’de “çokkültürlü ulus-devlet” fikri, bazılarını epileptik bir atağa sokarcasına rahatsız ediyor. Çünkü onlar için ulus-devlet, çoğullukla baş etmenin değil, onu bastırmanın aracıdır.

Oysa modern devlet, artık farklılıklarla yaşamayı bir kriz değil, bir norm olarak görür. Farklı diller, farklı tarih anlatıları, farklı kimlikler bir arada olabilir.

Modern demokratik devletin işi tekleştirmek değil, çoğulluk içinde adalet kurmaktır.

Ama biz hâlâ devleti bir mühendislik laboratuvarı, yurttaşları ise aynı kalıptan çıkmış ürünler gibi gören bir bakışta debeleniyoruz.

Ve tüm bu gerçeklik dile getirildiğinde, şu klişe hep aynıdır: “Ama siz ulus-devletin parçalanmasını istiyorsunuz.”

Hayır. Modern bir ulus-devletin mümkün olduğunu söylüyoruz.

Ve tabii birilerini rahatsız eden şeyin ulusun parçalanması değil, ulusun nihayet adil hâle gelmesi olduğunu…

- Advertisment -