Ana SayfaYazarlarSöylemin gücü ve yanıltıcılığı

Söylemin gücü ve yanıltıcılığı

 

Siyasal ilgisi ve deneyimi yeterli olgunlukta olanlar, izlenen reel politikalarla, o politikaların topluma ve muhataplarına sunuluşundan başka bir şey olmayan söylem oluşturmayı birbirinden ayırmanın önemini bilirler. Politika; öncelik tercihleri, sorunların nasıl tanımlandığı, hangi yol ve yöntemlerle çözülmek istendiği, gücün nasıl kullanılacağı gibi bir dizi soruya verilmiş cevapları kapsayan fiilen izlenen eylem hattını anlatır. Söylem bu eylem hattının haklı ve inandırıcı kılınması için kurulan iletişim dilidir.

 

Söylem de aynen politika gibi çoklu seçenekler içinde yapılmış bir seçimdir. Aksi düşünülemez çünkü tabiatı gereği söylem politikanın bir türevidir. Toplumu izlediğiniz politik hattın doğruluğu ve haklılığına ikna etmek için neyi öne çıkartmak, neyi gözden kaçırmak; hangi duygulara yüklenip hangi duyarlılıkları silikleştirmek gerekiyorsa ona uygun bir mantık ve dil üretmeniz gerekir. Bu seçilmiş niteliğiyle söylem, gerçeği temsil edebilir ama bütününü değil; sadece bir bölümünü.

 

Politika, gerçek dünyadaki somut koşullara, güçler dengesine, çıkarlara ve amaçlara dayanmak durumunda olduğundan statik değildir. Çünkü onu belirleyen bu durumlar süreklilik göstermez; değişkendir. Dolayısıyla eylem hattını (politikanızı) değiştirdikçe ona uygun yeni (ve çoğu kere eski söyleminizle çelişen) söylemler üretmeniz gerekir. Dün söylediğinden bugün uzaklaşmak; hatta tersini söylemek zorunda kalmak; dil çelişkilerinin altında ezilmemek için kafa patlatmak, politikacının kaderidir. Demirel unutulmaz mottosuyla tarihe geçerken bize anlattığı gerçek buydu: “Dün dündür bugün bugün”…

 

Politik sorunlarla ilgilenenlerin hiç yabancı olmadığı bu temel gerçekleri, burada tane tane yazıyor olmam yadırgatıcı olabilir. Ben, bireyler olarak politik tutumumuzun belirlenmesinde söylemle kurduğumuz ilişkinin önemli olduğuna inanıyorum. Söyleme mesafe koyamayan; onun ardında duran eylem hattını sorgulamayan bir zihin dünyasının yanılmalara açık olduğunu düşünüyorum. O nedenle de eylem-söylem ayrımına dikkat çekmenin gereksiz bir gevezelik olmadığı kanısındayım.

 

Örneklerden gideyim izninizle.

 

1) Kürt siyasetçilerin PKK’nın şiddet politikalarına karşı tutumu ve anayasal düzenin buna izin vermediği; hiçbir demokratik rejimin siyaset-terör ilişkisine kayıtsız kalamayacağı ve yaptırımın meşru olduğu söylemi yoğun biçimde tedavüle girdi. HDP’nin 2015 yılı başından bu yana; özellikle aynı yılın Temmuz ayından sonra izlediği siyasete ve demokratik bir rejimin temel ilkelerine başvurduğunuzda bu söylemin etkili olduğu açık.

 

2) Dünyanın uzak kıtalarından gelip Ortadoğu haritasını belirlemeye çalışan büyük güçlere karşı, asıl müdahale hakkının bu coğrafyanın toplumlarına ait olduğunu hatırlatan; tarihsel aidiyet ve yerel çıkarlara vurgu yapan; böylece bölgede güç kullanımını meşru sayan söylemin de ikna edici olduğu bir gerçek.

 

3) Batı dünyasının göç sorunu, Gülenci darbe girişimi, maruz kaldığımız ağır terör gibi konularda izlediği bencil, iki yüzlü, politikalara odaklanan; Birleşmiş Milletlerin karar mekanizmalarındaki adaletsizliğe güçlü eleştiriler yönelten söylem de gerçekliğin kuşku götürmez bir yüzüne işaret ediyor.

 

Örnekleri genişletebiliriz ama burada duralım.

 

Soru şu: Bu ikna edici söylemlerin ardındaki politikalar; reel eylem hattı, bu sorunların çözümüne hizmet ediyor mu?

 

Benim kısmi cevaplarım var. Örneğin HDP yöneticilerinin tutuklanmasını yanlış buluyorum. Batı ile ilişkileri kopartmayı göze almış izlenimini veren; meydan okuyucu politik hattın da son derece tehlikeli olduğu kanısındayım. İktidar politikalarının tartışılmaya son derece açık olduğunu düşünüyorum. Fakat bu yazıyı okuyucuyu net bir tutuma davet etmek için yazmıyorum. İtirazlarımı argümanlarla genişletmeye çalışmayacağım. Söylemek istediğim asıl söz, söylemin büyüsüne kapılıp, zihnini tartışmaya kapatmanın; kayıtsız koşulsuz kendini izlenen politikaların seçeneksiz en doğru politikalar olduğunu savunmaya adamanın yanıltıcı olabileceğidir.

 

Sorunları anlatmak; haksız, adaletsiz tutumlara dikkat çekmek önemlidir ama asla yetmez. Sizin bunlara karşı izlediğiniz yol ve yöntemler işlevsel midir? Temsil ettiklerinizin çıkarlarını korumaya elverişli midir? Yoksa daha da ağır sonuçlara yol açabilir mi? Politikanın asıl konusu bu sorulardır, yoksa söylemlerin haklı olup olmadığı değil.

 

İşte söylemsel çerçeveye takılıp kaldığınız zaman bu sorgulamayı hakkıyla yapmaktan uzaklaşabilirsiniz.  

 

Söylemin asıl gücü ve tehlikesi de muhatabının bilincini daraltmasıdır. “Başarılı” bir söylem, izlenen yolun haklı olduğunu kabul ettirmekle kalmaz; aynı zamanda başka bir seçenek olmadığı inancını da yaratır. Oysa siyaset kadar seçenekli; nüanslı; çok enstrümanlı bir yaşam alanı bulmak zordur. Zaman zaman sıkışıklıklar, açmazlar yaşanabilir ama böylesi çok aktörlü, çok etkenli bir oyunda her zaman seçenekler vardır, tükenmez. Bütün mesele gücünüzü doğru değerlendirmek, gerçekçilikten uzaklaşmamak, neden vaz geçip neyi elde edebileceğinizin hesabında yanılmamak ve esneklik-kararlılık dengesini doğru kurmaktır.

 

Özellikle 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de olağanüstü bir söylem hegemonyası oluştu. Darbe girişimi öylesine gayrı meşru, o kadar ahlaksız, alçakça bir hareketti ki, iktidar haklı ve tartışılmaz bir ahlaki-söylemsel üstünlük kazandı. PKK şiddeti ve Batı’nın kabul edilemez tutumu bu söylemsel hegemonyanın alanını daha da genişletti.

 

Bugün toplumun ezici çoğunluğu iktidarın bastırıcı, katı politikalarını haklı bulmakla kalmıyor; başka bir seçenek olmadığını, tek doğru yolun da bu olduğunu düşünüyor.

 

Ben bu söylemsel hegemonyayı hastalıklı bulanlardanım.

 

Aşılması gereken bir patoloji yaşadığımızı düşünüyorum. Aşılması gerekir; ama nasıl?

 

Nasıl olabileceğini tartışırız.

 

Ama nasıl olamayacağını biliyoruz. Bugüne kadarki muhalefet politikalarıyla değil…

           

        

- Advertisment -