[14 Aralık 2019] Uzun zamandır tasarladığım, iki kere de başlayıp bıraktığım gibi, dünyanın haline dönmek istiyorum. Ve tabii bu, dünyanın haliyle Türkiye’nin hali arasındaki ilişkiyi de gündeme getiriyor.
“Liberalizm sonrası yönetimler” deniyor bazı yerlerde. Bu bir örtmece (İng. euphemism), ya da ağır bir yargı gerektiren durumlarda, eşyanın tam adını koymak yerine dolambaçlı ifadelerle hafifletme, idare etme örneği. Ne tuhaf; buna benzer ifadeler 1930’larda da modaydı. Recep Peker ve benzerleri için, demokrasi değil liberalizmdi kötü olan. Türkiye eninde sonunda (halk hazır olduğunda) tabii demokrasi istiyordu. Liberalizm ise ferdiyetçilik (bireycilik), kısmî çıkarlar ve dolayısıyla parçalanma demekti. İşe bakın ki bugünün Türkiyesi, bazı söylemleri dönüp dolaşıp Atatürkçülükten ödünç almaya, vesayetçilikle giderek daha fazla buluşmaya başladı.
Tabii işin aslı, düpedüz anti-demokrasi. Birinci Dünya Savaşı sona ererken, 1917-18’den sonra (o zaman için elbette daha çok Avrupa’da) demokrasinin önce bir yükselişi yaşanmış; geleneksel hanedan devletleri (Rusya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu) çözülürken bir dizi yeni cumhuriyet kurulmuş ve peşpeşe anayasalar yazılıp kabul edilmişti. Fakat sonra, daha 1920’lerde işler tersine dönmeye başladı. Macaristan, Polonya, Portekiz ve İspanya daha o yıllarda diktatörlüğe geçti. İtalya’da Mussolini 1922’de başbakan oldu ve Faşizmi kurmaya girişti. Sovyet rejimi daha Lenin’le katılaşır ve müstebitleşirken, üzerine bir de Stalin geldi. Türkiye’de, 1923’te kurulan cumhuriyetin daha baştan otoriter niyet ve eğilimleri barındırırken 1925-27 kriziyle birlikte tepeden tırnağa bir Tek Parti diktatörlüğüne dönüşmesi de aynı sürecin bir parçası oldu.
Gel zaman git zaman, demokrasi tekrar ve çok daha büyük bir yükseliş yaşadı. Gene özellikle Avrupa, bu ikinci dalganın da bir bakıma ev sahipliği ve fikir babalığını yaptı. Adım adım gelişip güçlenen Avrupa Birliği’nin bağrında demokrasi yeniden tanımlandı. Derinleşti, kapsamı genişledi ve klasik demokrasinin, hattâ refah devletinin de ötesinde yeni yeni hak ve özgürlükleri kucakladı. Paralelinde, Batı dışı ülkelerde de önemli ilerlemeler yaşandı. Orta ve Güney Amerika’da, ABD desteği ve CIA marifetiyle kurulan Brezilya, Arjantin, Şili ve benzeri diktatörlükler peşpeşe yıkıldı. Soğuk Savaş kutuplaşmasının diğer ucunda, 1980’lerin sonunda komünizmin kendisi çöktü. Ortadoğu’da destekleyip yaşatmış olduğu Arap diktatörlüklerinin bazılarını da beraberinde götürdü. 20. yüzyılın sonlarında, demokrasi sadece en yaygın siyasî rejim değil, aynı zamanda (Amartya Sen’in ifadesiyle) artık tartışılmaz bir değer haline geldi.
Daha doğrusu, öyle sanmıştık, ama değilmiş meğer. 21. yüzyıl başlarında ve gene hem dünyada, hem Türkiye’de umutlar tersyüz olmakta gecikmedi. Çin’de demokratikleşme vizyonu Tienanmen’de ezildi. Siyasette komünizm, ekonomide kapitalizm formülü benimsendi ve Büyük Çin idealinin hizmetine kondu. Sonunda Zi Şinping, bir zamanların Mao kültüne taş çıkartan bir kişiye tapma kültünün geri getirdi ve tepesine oturdu. Doğu Avrupa’da ise gerek SSCB’nin yerini alan Rusya, gerek (Belarus, Ukrayna, Polonya ve Macaristan gibi) bir dizi eski “halk demokrasisi,” bir ara demokrasiye gider gibi yapıp, anî ve keskin virajlarla tekrar milliyetçi otoriterleşme ve diktatörleşme modellerine döndü. Fransa, Almanya, Hollanda ve Belçika gibi en sağlam sayabileceğiniz demokrasilerin hepsinde, faşizan, ırkçı, yabancı düşmanı partiler merkezi habire zorluyor. Genel bir içe kapanma, dünyaya sırtını çevirme, evrensel ölçü ve değerlere boş verme trendi, Amerika’da Trump’ı, İngiltere’de önce AB karşıtı Brexit’çileri ve şimdi de ezici bir seçim zaferiyle Boris Johnson’ı iktidara getirdi. Hindistan’da azgın Hindu milliyetçisi Modi, Brezilya’da eski işkencecilerin safı ve soyundan gelen Bolsonaro, Venezuela’da Chavez ve sonra Maduro, Filipinler’de şahsen de katilin teki (zira belediye başkanlığı sırasında uyuşturucuyla savaş adına bizzat adam öldürdüğü, yargısız infaz gerçekleştirdiği sabit) olan Duterte, bu eğilimin diğer örneklerini oluşturuyor.
Dolayısıyla “liberalizm sonrası” deyip geçiştirmeyelim ve önemsizleştirmeyelim — muazzam bir demokrasi düşmanlığıyla; bir yığın ülkede âdetâ demokrasiden zaptedilmez bir hınç ve öfkeyle intikam alma, demokrasinin üzerinde tepinme ve lime lime etme hırçınlığıyla yüzyüze olduğumuz apaçık ortada. Peki, bizim memleket bu furyanın neresinde? 2002-2011 arasının ciddî demokratikleşme adımlarının ardından, 2013-14 sonrasını, özellikle de 2016 darbe girişiminin ardından yaşananları nereye koyacağız? Türkiye nasıl oldu da bu kadar yalnızlaştı? Bir yandan “anti-emperyalizm” davulları gümbürdeye dursun; dünyada biraz olsun bel bağlayabileceği, himaye ve iltimas bekleyebileceği, Çin, Rusya ve Amerika’dan, en fazla da Trump ve Putin’den başka kimse kalmadı?
İyi bir şey mi, yanlarında durmak? Kendi ülkelerinde neler yaptıklarının biraz olsun farkında mıyız? Artık bütün ahlâkî değerlere boş vermişçesine, sırf “bana faydası var mı” diye bakmak doğru mu dünyaya? Ya da, nereye kadar?