Ahmet Davutoğlu’nun Nisan 2019’da yayınladığı manifesto için “efrâdını câmi, ağyarını mâni “ bir metin diye yazmıştık. Dünkü konuşma da aynı niteliktedir. Türk siyasi hayatına bu fikrî zeminde hareket edeceğini ilân eden bir siyasi partinin dahil olması hayırlara vesîle bir gelişmedir.
Ancak şunu belirtelim…
Ahmet Davutoğlu’nun yeni partisini Bilkent Otel’deki “Tanıtma Toplantısı”ndaki konuşmasıyla Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’nin kuruluşunu ilân ettiği konuşmayı karşılaştırın, arada anlamlı bir fark bulamazsınız.
Ama işte, aradan 17 yıl geçtikten sonra AK Parti’nin geldiği yer bellidir.
Yani?
İyi, güzel başlamak önemlidir, ama devam ettirebilmek, dahası söylenenleri hayata geçirebilmek daha önemlidir.
Hakkını yemeyelim, AK Parti geçen 17 yıl içinde Türkiye’nin demokrasi tarihine geçecek önemli işler yapmıştır. Bunca yıl aralıksız şekilde iktidarda kalmasının bir izâhı da budur. Ama bugün bambaşka bir tablo var.
AK Parti’ye, hatta Erdoğan’ın kendisine gönül vermiş insanlar arasında, “Tayyip Bey kendisini daha fazla yıpratmasa da tarihe hak ettiği şekilde geçmeyi başarabilse” temennisinde bulunanların sayısı hiç az değil.
Doğrusunu isterseniz, bu gidişatla bunu başarabilecekmiş gibi de görünmüyor. (Ama bu ayrı bir mevzuu, girmeyelim)
Bugün kamu oyunun önüne çıkan ‘Gelecek Partisi’ne dönelim. Anayasa, “siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” der. Öyledir elbette. Partilere bu özelliklerini veren biraz da üstlendikleri misyondur. Öyle anlaşılıyor ki, hem Davutoğlu’nun Gelecek Partisi’nin hem de yakında doğumu beklenen Ali Babacan’ın partisinin kısa – orta vadedeki ilk misyonu AK Parti’ye ayar vermek olacak.
“Ne hadlerine!”, diyenleri duyar gibiyim. “Başka partilerin veremediği ayarı, bunlar mı verecek?”
Bu parti ve kurulacak yeni partilerin, girecekleri ilk seçimde, “hâkim parti” kimliğini kazanmış bir AK Parti’nin oy oranına erişip onun yerine geçecek halleri yok. Ama mâlûm, bu yeni sistemde bir puanı bile olan her parti “kral”. Hele hele AK Parti’nin mahallesinden çıkan isimlerin kuracakları partiler, “ayar vermeye’ en ehil veya potansiyeli yüksek hareketler olarak görülüyor. “Yüzde 50 artı 1 sistemi” ortadayken Davutoğlu ve Babacan’ın AKP’den –esasen Cumhur İttifakı’ndan- kopartacakları her bir puan iktidar partisi açısından tahripkâr sonuçlar doğuracaktır.
“Siyasi dehâ” olarak kabul edilen Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir siyasi mühendislikle bu sorunu aşacağı, aşıp aşamayacağı siyasetin en hayâti sorusu. Kutuplaştırma siyasetinin artık pek işe yaramadığı bu yeni dönemde bu soru daha da anlamlı.
Gelecek Partisi’nden söz edelim, deyip deyip yine geçmişe, yani AK Parti’ye dönüyoruz, ama bu da esasen eşyanın tabiatı îcâbı. Zira bu partiyi ve yakında doğumu beklenen Babacan partisini ortaya çıkartan şey AK Parti’nin kendi hatalarıydı.
AK Parti hükümetinin son birkaç yıldır yöneldiği çizgi, bu yönelişin yarattığı sıkıntılar, 2015’ten sonra seçmenden gelen açık uyarı mesajlarının hiçbirinin alınmaması yeni arayışlara zemin hazırladı. Hak, hukuk, adalet hedefi ve oligarşik yapıyla mücadele diye yola çıkmış bir siyasi hareket, eş-dost-ahbap ilişkilerini baş tacı yapan, devlette ehliyet ve liyâkati devredışı bırakan, dahası kaybettiği seçimin sonuçlarını kabul etmeyen bir partiye dönüşmüştür.
İktidarın medyadaki sözcüleri, yeni parti arayışlarını ‘kişisel ikbâl’ diye sunma gayreti içindeler, ama partinin geldiği yere bakınca bu söylediklerine kendilerinin bile inandığını zannetmiyorum. Hatta, şunu söyleyelim ki, gazete köşelerindeki bu tarz yazılarda ve ekran konuşmalarında kişisel ikbâl kaygıları daha fazla sırıtıyor.
Yeni hareketler için zurnanın zırt dediği yer: dış politika
AK Parti bugün itibariyle iç politikadaki uygulamalarıyla yatacak yeri olmayan, ama dışarıdaki keskin jeopolitik rekabette Türkiye’ye sahip çıkan bir parti konumundadır.
Onu destekleyenler için de ona karşı çıkanlar için de sıkıntı verici bir paradoks…
AK Parti’yi bunca yıpranmış haline rağmen kendi oy tabanında hâlâ ayakta tutan şeylerden biri izlediği dış politikadır. Bir başka deyişle, dış politikası kimilerinin zannettiği gibi AK Parti hükümetine güç kaybettiren değil, ona büyük kitlelerin gözünde destek ve meşruiyet sağlayan bir alan.
Türkiye bugün Davutoğlu’nun da konuşmasında söylediği gibi “kritik bir tarihî eşik”tedir, ağır jeopolitik risklerle karşı karşıyadır ve insanlar da bunu görüyor. Sokaktaki insanların gördüğü bir şey daha var: Bu hayâtî mücadelede liderliğin önemi. Görmedikleri şey ise Türkiye’yi savunma bâbında hükümet dışındaki siyasi spektrumda ikna edici bir alternatif liderlik.
Gelecek Partisi’nin dış politikası
En son söyleyeceğimiz şeyi, en başta söyleyelim : Yeni parti kuracak olanlar, Türkiye’nin bu olağanüstü konjonktürde bir ‘nefs-i müdafâ’ halinde olduğunu görmek ve politikalarını bu tabloya göre şekilendirmek zorunda.
Bu durum, en başta da Davutoğlu’nun kurucusu olduğu Gelecek Partisi için geçerli. ‘Hoca’nın konuşmasında bugün izlenen dış politikaya “cepheden bir karşı çıkışı” olmaması bu durumun farkında olduğunu gösteriyor. Bir başka deyişle, bu yeni partinin mevcut politikadan tamamen farklı bir dış politika perspektifi yok. Esasen olması da gerekmiyor. Bunu şahsen, sağlıklı bir gelişme olarak görüyorum, zira tersi bir yaklaşım, Davutoğlu’nun kendini inkâr etmesi olurdu.
Umulur ki, Davutoğlu önümüzdeki dönemde de sırf Erdoğan’a ve AK Parti’ye muhalefet etmek için bu çizgiden sapma göstermez. Zira, kim ne derse desin, Türk dış politikası bugün, dün olduğu gibi ülkenin tarihinin ve coğrafyasının emrettiği şekilde ve ana hatlarıyla “değer odaklı” bir çizgide yürütülmektedir.
Dış politikada “içeriği boşaltılmış populist söylemler” yok mu, var; bunlar dış politikaya zarar veriyor mu, veriyor. Karar alma mekanizmalarında ve kurumsal süreçlerde ârızalar var mı, gayet açık ki var. Bu sebeple, Davutoğlu ve kurmaylarının dış politikanın yönetiliş tarzına, bu alandaki karar süreçlerine yetkisiz kimselerin dahil edilmesine elbette itirazları olacaktır, ama Türkiye’nin bugün izlediği dış politikanın mantığını ve ana yönelimini eleştiri konusu yapmaları yanlış olur.
Neden?
Türkiye, 2013 yılından itibaren müttefiklerinin açık ihanetine uğramış bir ülkedir. ‘IŞİD’le mücadele ediyoruz’ örtüsü altında güney sınırlarında PKK’ya alan açılmış, bu örgüte binlerce tır silah verilmiş, örgütün tepe yöneticileriyle “general” denilerek görüşmeler yapılmış, bu yollarla örgüte uluslararası meşruiyet kazandırılmayı çalışılmıştır. Talimatı Amerika’dan verilen 15 Temmuz darbe girişimiyle Meclis bombalanmış, Cumhurbaşkanının canına kastedilmiştir.
Türkiye nefs-i müdâfa halindedir derken kastettiğimiz budur.
Türkiye geçen elli yılda, Soğuk Savaş şartlarında bu kimliğiyle tenâkuz içinde politikalar izlemeye mecbur edilmiş bir ülkeydi. Bugün Türkiye’ye, bu cendereyi kırmış veya kırmakta oluşunun bedelini, PKK’ya ve Gülen örgütüne sahip çıkarak, Ermeni soykırım tasarılarını geçirerek, ambargo tehditlerinde bulunarak ödetmeye çalışıyorlar.
Bu durumu en iyi Ahmet Davutoğlu’nun kendisi iyi bilir.
Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemde, bir gazeteci kendisine şu soruyu sormuştu: “Tayyip Bey’in dışarıya dönük bazı eleştirileri çok sert, çok ağır ve ilişkileri yıpratıcı olmuyor mu? Bundan bakanlık olarak rahatsızlık duymuyor musunuz?
Cevabı şuydu: “Türkiye olarak bazı itirazlarımızı diplomatik bir dille , bazı itirazlarımızıysa Başbakanımızın üslûbupla dile getiriyoruz”
Durum el’an böyledir.
Herhalde vicdan sahibi herkes de kabul eder ki, bu mücadelede Türkiye’nin elindeki en etkili kart, iç siyasetteki bütün hatalarına ve yanlışlarına rağmen Tayyip Erdoğan’dır.
Tekraren belirtelim, Gelecek Partisi’nin dış politikada kompleksle hareket edip “muhalefet etmek için muhalefet” yapmasına gerek yoktur. Türkiye AK Partili yıllarda dış politikada özgüvenle hareket etmiş, tarihî ve coğrafî kimliğiyle buluşmuş bir ülkedir. (Türkiye’nin bu kazanımlarında Ahmet Davutoğlu’nun rolünü inkâr etmek vicdanlara sığmaz)
Davutoğlu’nun Başdanışmanlığı, Bakanlığı ve Başbakanlığı döneminde izlenen dış politikanın büyük kitlelere hakkıyla anlatılamamış olması, o politikanın yanlış olduğunu göstermez. Son derece dinamik bir süreçte, büyük müttefikler başta olmak üzere bölgedeki bütün aktörlerin birbirini etkileyen doğru-yanlış hamleleriyle şekillenen bir süreçtir. “Özeleştiri” yapılması değil, “izah” edilmesi gereken bir süreçtir. Zaten, Gelecek Partisi’nin siyasi hayata katılmasının belki de en hayırlı sonuçlarından biri, o dönemde yaşananların çok daha açık seçik biçimde kamuoyunun önüne konulacak olmasıdır.
Mevcut partilerin de, yeni kurulan Gelecek Partisi’nin de, ondan sonra kurulacak partilerin de kaderini, jeopolitik depremlerin yaşandığı tarihin bu kırılma anlarında alacakları tavır belirleyecek.
Dış politikaya cepheden karşı çıkış ve geçmişin “özeleştirisini’ bekleyenler, eğer birkaç hafta daha sabrederlerse muratlarına ererler.
Nereden biliyoruz?
Gül kokuları içinde yakında siyaset sahnesine çıkacak olan Ali Babacan, dış politikada yalnız kaldığımızı, bu yalnızlıktan kurtulmak için “bölgesel dostlarımız”la konuşmamız gerektiğini söylemiyor mu? Anlaşılıyor ki, dışişleri bakanlığı da yapmış bir isim olarak “özeleştiri” bekleyenleri tatmin edecek asıl “vizyon” onda.