“Türkiye’nin bugün başına gelen birçok şey Suriye’deki durum ve Suriye politikasının bir sonucudur. Başkaları da öyle, ama biz de geçerli bir politika ortaya koyamadık. Ben bunu yıllardır söylüyorum. Keşke zamanında geçerli bir barış perspektifi geliştirilebilseydi…”
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un kapalı bir toplantıda söylediği bu sözler geçen hafta çok konuşuldu.
Bunun bir öz eleştiri olup olmadığı ya da haklılığı kısmını en sona bırakalım.
Önce “Türkiye’nin son üç yıldır başına gelen birçok şey Suriye’nin sonucudur” tespitinin arkasından gidelim.
Bir tespitle başlayalım; Türkiye’nin Suriye politikasını hayalperest, maceracı, İttihatçı, Neo-Osmanlıcı diye eleştirenlerin pek çoğunu dinlerken onların da bu imparatorluk tecrübesinden azade olmadığını görmek mümkün. Onlara göre; Erdoğan ve AK Parti’nin kendisi de ‘Arap Baharı’nı tetikleyen, Suriye’yi karıştıran ve bu hâle sokan, hatta DAEŞ’i kuran karşı bir üst akıl.
Bu karşı analizde, ülkelerin tarihi, kendi iç dengeleri, dünya konjonktürü diye bir şeye yer yok, ortada tek aktör var; o da Türkiye ve Erdoğan. Hatta bu açıdan eleştirdiklerinden daha hayalperest, maceracı oldukları bile söylenebilir.
İkinci başlangıç tespiti; Arap Baharı dediğimiz, ''Baba’dan oğula'' geçen 40 yıllık diktatörlüklere karşı günün birinde halkın, birbirinden görerek, sosyal medyada örgütlenerek, meydanlara çıkıp barışçıl gösterilerle isyan başlatmasının arkasında muhakkak bir komplo, dış müdahale arama çabaları da yine, bir tür ezikliğe, ''bizden adam olmaz''cılığa, self-oryantalizme işaret ediyor.
O hâlde bu köşede daha önce de bir kısmı çıkan bir kronolojiye başvuralım;
Mart 2011’e… Suriye’de isyanın başladığı günlere gidelim.
Türkiye isyanın ilk altı ayında Beşar Esad’la temasını kesmemiş, onu reforma ikna etmeye çalışmıştı.
ABD ise daha erken davranmış, Ağustos 2011’de Esad’ı gayrimeşru ilan edip, istifaya çağırmıştı. Hatta, Batı medyası ve onlara bakarak içeride pozisyon alan isimler Türkiye’yi hâlâ Esad’la görüştüğü için sert biçimde eleştirmekteydi.
Ağustos 2011’de Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Şam’da Esad’la altı saatlik bir görüşme daha yaptı. Hatta Türkiye’den reformlar için teknik ekipler bile gönderildi. Başbakan Erdoğan, telefon diplomasisiyle Esad’ı durdurmaya çalıştı. Esad öldürmeye devam edince de Türkiye 21 Eylül 2011’de Suriye ile ilişkileri kesti, Suriye’ye karşı koalisyonun içinde yerini aldı.
12 Aralık’ta Fas’ın Marakeş şehrinde toplanan ABD, AB ülkeleri, Türkiye ve Arap ülkelerinin oluşturduğu ''Suriye’nin Dostları'' grubunun toplantısından şu radikal karar çıkmıştı:
"Katılımcılar, Ulusal Koalisyon’u Suriye halkının meşru temsilcisi ve Suriye muhalefetinin altında toplandığı çatı örgütü olarak kabul eder… Beşar Esad meşruiyetini yitirmiştir ve sürdürülebilir bir siyasi geçişe imkân sağlamak üzere kenara çekilmelidir."
Artık Suriye’de meşru muhatap Suriyeli muhaliflerdi ve onların askerî olarak desteklenmesi de meşruydu. Suriye muhalefetinin merkezi de İstanbul’daydı.
Muhalefetin İstanbul’da yerleştiği havaalanına yakın otel aynı zamanda ABD, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan istihbaratından yetkililerin içinde yer aldığı Suriye’deki muhaliflere askerî desteğin koordine edildiği askerî operasyonlar merkezine dönüşmüştü.
Daha sonra MOM (Türkçe ‘Müşterek Operasyon Merkezi’nin kısaltması olarak) adını alacak merkezde görev yapan CIA görevlileri, Türkiye’nin güneyindeki otellerde Suriyeli isyancı komutanlarla görüşmeler yapıyordu.
http://www.wsj.com/articles/covert-cia-mission-to-arm-syrian-rebels-goes-awry-1422329582.
Yani 2012 ve 2013 yıllarında Suriyeli muhaliflere askerî yardımda bulunmak gizli saklı, gayrimeşru bir iş değildi. Bu askerî yardımın kimlere yapılacağı, kimlere yapılmayacağı, ne kadar ve hangi türde silahlarla yapılacağı konuları tartışmalı olsa da Suriyeli muhaliflere askerî yardım MOM’un denetiminde yürütülen başta ABD olmak üzere ilgili herkesin haberi olan ortak bir operasyondu.
Haziran 2012’de bir Türk jeti Suriye rejimi tarafından düşürüldü. Ekim 2012’de Akçakale’ye düşen Suriye’nin bir top mermisi beş kişiyi öldürmüştü. Türkiye savaşın tarafı ve mağdur da olmuştu.
Obama neredeyse her gün Esad’a çekil çağrısı yapıyor, Hillary Clinton ve Davutoğlu’nun katıldığı üst üste Suriye zirveleri toplanıyordu. Esad’ın dayanamayacağı, ordusunun dağılmakta olduğu, ülkenin çok büyük bir kısmında kontrolü kaybettiği Batı’daki resmî görüştü. Rusya faktörü ortada değildi, İran, Hizbullah bizzat sahada savaşmıyordu.
25 Ağustos 2012 günü ''Esad rejimi ne zaman gider?'' sorusu sorulan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Şu anda maalesef sancılı bir süreç var ama bu süreyi artık yıllarla ifade etmek mümkün değil, aylar ve haftalarla ifade edilebilir” diye cevap vermişti.
25 Ağustos 2012 günü konuşan Başbakan Erdoğan da bu yüzden sonuçtan emindi;
“CHP yarın Şam'a gidecek yüz bulamayacak göreceksiniz ama inşallah biz en kısa zamanda Şam'a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahattin Eyyübi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi'nde namazımızı da kılacağız. Bilal-i Habeşi'nin, İbn-i Arabi'nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi'nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu'nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz…"
Ama 2012 yazından itibaren dengeler değişmeye başladı. Önce Suriye meselesine hızlı giren ABD’nin özellikle Nusra grubu yüzünden kafası karıştı. Esas büyük kırılma ise 11 Eylül 2012 günü yaşandı.
Libya’daki isyanda muhaliflere yardım etmiş ABD Libya Büyükelçisi, El Kaide’ye yakın bir grup tarafından öldürüldü.
Olayın sorumluluğu Suriye meselesinde Türkiye’nin pozisyonuna da çok yakın olan Hillary Clinton’un üzerine kaldı, hâlâ da uğraşıyor.
Ve Clinton, 1 Şubat 2013 günü Dışişleri’nden ayrıldı. Artık Obama yönetiminin Suriye’ye ve 'Arap Baharı’na bakışı değişmiş, Washington’da günün sonunda radikalizmin kazançlı çıktığı tezi baskın gelmişti.
Bu ikinci 11 Eylül travmasıyla sadece Dışişleri Bakanı Hillary Clinton değil, ABD’de Suriye meselesinde Türkiye’nin pozisyonuna yakın duran ekip, Obama’nın yeni Orta Doğu ve Suriye politikalarıyla uzlaşamayarak, ya görevden ayrıldı ya da tek tek tasfiye oldu. (27 Şubat 2013’te Savunma Bakanı Panetta ardından onun yerine gelen Chuck Hagel, bir süre önce CIA Başkanı Petraus, Suriye elçileri ve Obama’nın özel temsilcileri Robert Ford ve Frediric Hof..)
Şubat 2013’te Obama CIA ve Pentagon’un Suriyeli muhalifleri silahlandırmak planlarına ilk blokajı koydu.
http://www.wsj.com/articles/SB10001424127887324906004578290060794022912.
‘Arap Baharı’ndan korkup vazgeçen ABD, teselliyi başka omuzlarda aramaya başlamıştı. Şubat 2013’te İran’la başlayan gizli görüşmelerde masanın üzerindeki dosyalardan biri de Suriye olacaktı.
Bu arada cephenin en önünde olan ve sürekli muhaliflere verdikleri sözleri tutmayan müttefikleri tarafından yalnız bırakılan Türkiye, 2013 Mayısında önce Akçakale ardından Reyhanlı’da Suriye rejiminin hedefi oldu.
Türkiye tarihinin en büyük saldırısı olan Reyhanlı Katliamı sonrasında bir el harekete geçti ve belgeler sızdırılmaya başlandı.
Suriye istihbaratının arkasında olduğuyla ilgili yüzlerce ön bilgi, istihbarat ve takibe rağmen Jandarma’nın Nusra’nın eylem yapabileceği hakkında Reyhanlı’yla ilgisiz bir istihbarat raporu Redhack’e sızdırılıp, katliamı Nusra’nın yaptığı iddia edildi. Ne tuhaftır ki Redhack’ın sözcüsü daha sonra polis muhbiri çıktı.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/24085/RedHack_sozcusu__Polis_muhbiriyim_.html. Daha da ilginci Redhack’in 2012’nin ortalarında bir FBI’ya çalışan bir hacker’dan yardım aldığının ortaya çıkması olacaktı.
http://www.usasabah.com/Guncel/2014/08/14/gezici-redhackin-fbi-baglantisi-ifsa-oldu
Ne tesadüf ki katliamın meydana gelmesinde en ciddi ‘ihmal’ bütün ön istihbaratlara ve uyarılara rağmen katliamı yapan isimleri tutuklamayan Savcı Özcan Şişman’a aitti. Şişman, daha sonra MİT tırları davasının da en önemli figürü olacaktı.
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/587769.aspx
Hareketlenme devam etti. 30 Mayıs 2013’te bu kez Adana’da sarin gazıyla saldırmaya hazırlanan Nusracıların yakalandığıyla ilgili haberleri çıktı.
http://arsiv.taraf.com.tr/haber-sarin-gaziyla-saldiracaklardi-124895/
Bu arada Esad rejiminin zayıflamasıyla birlikte muhalifleri silahlandırmak için girişimler yeniden hızlanmıştı. MOM devam ederken, bu kez ABD’nin Ürdün üzerinden, Suudi Arabistan’la birlikte muhaliflere silah ve asker göndereceği haberleri medyada yer aldı. http://www.wsj.com/articles/SB10001424127887323419604578569830070537040
Ama Suriye cephesini parçalayan esas gelişme Mısır’da oldu. Temmuz 2013’te meydana gelen Mısır darbesi, Suriye meselesindeki müttefiklerin arasını açtı, ayrışma sahaya da yansıdı.
Ve 21 Ağustos 2013’te Esad rejimi Şam yakınlarında muhaliflerin elindeki Guta’da kimyasal silah kullandı. Gözler 2012 yılında Suriye’de kimyasal silah kullanılmasının askerî müdahale için kırmızı çizgi ilan eden Obama’ya çevrilmişti. Herkes Suriye’ye müdahale edileceğini bekliyordu. Ama Obama topu taca attı, Rusya’yla temaslara başladı. Böylece ABD, Suriye’ye asker indirmeyeceğini ilan ederek, alanı Rusya ve İran’a terk etti.
ABD politikası buradan sonra hızla değişmeye başladı. Obama’nın Suriye politikalarını daha fazla taşıyamayan Suriye özel temsilcileri Robert Ford, Frederic Hof istifa ettiler.
Tasfiyenin sadece Washington’la sınırlı olması yetmiyordu. Obama’nın en yakın adamları tarafından dahi topa tutulduğu yeni pozisyonunu haklı çıkarmak için suçun Suriye konusunda birlikte hareket edilmiş eski müttefiklere atılması gerekiyordu.
2014’ün bahar aylarında MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Suudi İstihbarat Şefi Bandar bin Sultan hakkında ABD basınında terörü destekledikleriyle ilgili peşi sıra haberler çıkmaya başladı.
Obama’ya ve CIA’ye çok yakın bir isim olan David İgnatius, Hakan Fidan’ın İran’a Mossad ajanlarının ismini verdiğini iddia ettiği o meşhur yazıyı yazdı.
Prens Bandar bin Sultan ise doğrudan “teröristlerin prensi” ilan edilmişti. Suudiler bu kampanya karşısında Nisan 2014’te Bandar’ı görevden aldılar.
ABD’nin Suriye’de pozisyon değiştirmesiyle birlikte Türkiye’de de sinyali alanlar harekete geçti.
Eylül 2013’te yine Adana’daki bir savcı, Nusra’nın Türkiye’den sarin gazı malzemesi aldığını iddia eden bir iddianame hazırladı. (Bu iddianamedeki iddialar 2015 yılında CHP vekili Eren Erdem tarafından Rus medyasında tekrarlandı.)
O tarihten itibaren Rus, İran, PKK, FETÖ ve ABD medyasında ve onların istihbaratlarının bağlı olduğu siteler, hesaplarda, birbirlerini besleyen, birbirine referans yapan, Türkiye’yi önce Nusra’yla sonra da DAEŞ’le yan yana gösteren bir propaganda başladı.
Sadece bir örnek; İlk kaynağı Suriye rejimine yakın bir sosyal medya hesabı olan “Bilal Erdoğan DAEŞ liderleriyle” fotoğrafı -ki ciğercide çekilmişti-, önce PKK’lı gazeteciler tarafından dolaşıma sokuldu. Daha sonra fotoğraf ABD Dışişleri’nde danışmanlık yapmış Colombia Üniversitesi İnsan Hakları Araştırmaları Enstitüsü Müdürü David Phillips tarafından buna benzer birbirinden saçma haberlerin derlendiği “Araştırma raporu: Türkiye-DAEŞ ilişkisi” adlı bir makaleye girdi. Makale Huffington Post’ta yayınlandı.
http://www.huffingtonpost.com/david-l-phillips/research-paper-isis-turke_b_6128950.html. Ardından New York Times’tan Guardian’a BBC’ye kadar pek çok mecrada “Türkiye ile DAEŞ ilişkisi”nden bahsedilirken kanıt olarak sadece bu yazının linki verildi.
17/25 Aralık 2013’ten sonra özellikle ortaya çıkarılan bazı tapeler ve tabii Ocak 2014’te iki MİT tırının durdurulması bu algıyı güçlendirmeye yönelik operasyonlardı.
2014 Eylül-Ekim Kobani kriziyle bu propaganda zirve yaptı. Doğrudan New York Times’da Türkiye’nin DAEŞ’e desteğiyle ilgili makaleler çıktı. Türkiye’de de Erdoğan ve AK Parti iktidarının cihatçılara, DAEŞ’e destek verdiği, Suriye politikasının Türkiye’yi yalnızlaştırdığı, Batı’dan kopardığı, iç tehdit hâline geldiği en büyük eleştiri olarak yükseldi.
Bu eleştirilere cemaat medyası hem Türkçe hem de İngilizce medyalarıyla büyük destek verdi. Lahey’de yargılama lafı dolaşıma sokuldu. Darbeden 10 gün önce ülkeyi tesadüfen terk etmiş Can Dündar’ın Türkiye-DAEŞ ilişkisini ispat etmeye çalışan bir habere imza attığını hatırlayalım!
3 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan, kendi halkını bombalayan bir komşu diktatöre tavır alıp, ılımlı muhaliflere uluslararası hukuk sınırlarında destek veren Türkiye’nin Suriye’de “çok büyük hatalar” yaptığı tezi o kadar güç kazandı ki AK Parti içi kavgalarda bile, örneğin meşhur Pelikan bildirisinde, karşımıza çıkıverdi.
Ne tuhaf bir tesadüftür ki “Erdoğan’ı savunuyorum” iddiasındaki bu isimsiz bildirinin sahiplerinin tezi, Erdoğan’ı devirmek için plan yapan cuntacıların da temel tezlerinden biriydi.
Daha sonra darbecilerin sıkıyönetim komutanlarından biri çıkıp tutuklanan, “Analizi Harbiyeli” hesabının sahibi darbeci/FETÖ’cü 15 Temmuz günü darbeden saatler önce şöyle yazmıştı:
“2 ay içinde Suriye ile ilişkiler normale dönecek. Suriyeliler ülkelerine dönmeye başlayacak. Devlet yardımları kesilecek…”
Bu vaadin izleri, gecesinde darbecilerin ''Yurtta Sulh Konseyi'' bildirisinde de ortaya çıktı. Sık sık “Devletimizin, milletimizin kaybedilen uluslararası itibarını yeniden kazanmak…”tan bahsedilen bildiride “Uluslararası ortamda barış, istikrar ve huzurun temini için daha güçlü bir ilişki ve iş birliğini tesis etmek maksadıyla yönetime el koymuştur…” denilerek başta Suriye olmak üzere, ABD ile ortak hareket etmenin, ''yaramaz çocuk''luğa son vermenin sinyali veriliyordu.
Yani Türkiye’nin Suriye politikası eleştirilecekse ancak bütün bu kronolojiyle bu yapılmalıdır. Bence yapılacak en haklı eleştiri fazla idealist ve ahlaki, daha az rasyonel ve realist bir politika olması olabilir ki bu bile “Obama’nın kazık atması”ndan daha açıklayıcı bir tespit olmaz.
Şunu söylemek ise herkesin herhâlde ahlaki görevidir; Türkiye’nin Suriye politikası yanlışları ve doğrularıyla Türkiye’nin politikasıydı. Rahatsızlığın temel nedeni de buydu. Türkiye en başta Esad’la görüşürken de, sonra muhaliflere destek için dünyayı ikna etmeye çalışırken de, DAEŞ koalisyonuna girmezken de, YPG’nin pozisyonunu reddederken de kendi politikasını izlemişti. Bu politikalar sırasında, mültecilere ev sahipliği yaparken, Esad, DAEŞ ve YPG’yle komşuluk yaparkenki gibi yalnız bırakılmıştı…
Bu politikadan sapılmasını savunanların pek çoğunun ABD’nin, Rusya’nın veya İran’ın Suriye politikasını Türkiye’ye alternatif olarak sunması o yüzden trajiktir. Hatta bazılarının bunu millî ve yerli adı altında yapmaya çalışması da…
Erdoğan ve AK Parti iktidarının, en çok Suriye meselesi yüzünden Batı’yla arası açılmıştır. FETÖ ve PKK bu aralıktan girerek mevzi kazanmaya çalışmıştır.
15 Temmuz’da da darbeciler eğer başarılı olsalardı dünyaya en büyük vaatleri Türkiye’nin “yerli ve millî” politikasından vazgeçmesi, özellikle Suriye’de hizaya gelmesi, ne deniyorsa yapması olacaktı. Batı’daki meşruiyetlerini de böyle sağlayacaklardı.
Yani beş yıl sonra bütün bu yaşanan tecrübelerden, bu uğurda atlatılan badirelerden sonra; yeni duruma göre yeni siyasetler belirlemek, değişen önceliklere göre ittifaklar kurmak, hamleler yapmak meşru ve rasyonelken Suriye konusunda öz eleştiri vermek son beş yılın bütün birikimlerini, söylemlerini heba etmek olur.
Artık son beş yılda Suriye’de yaşananlar ve Türkiye’nin yaptıkları, Türkiye’nin hikâyesinin bir parçasıdır.
Zaten son üç yılda Gezi, 17 Aralık ve 15 Temmuz badirelerinin atlatılmasını sağlayan halkın saldırı altındaki Türkiye’ye sahip çıkma bilinciydi, o bilincin oluşmasında iktidarın Suriye konusunda içeride ve dışarıda verdiği haklı mücadelenin payı çok büyüktü.
Yani 15 Temmuz darbesini yapanlar Suriye politikasını değiştirip, Türkiye’yi hizaya sokmaya talipti, onlara direnenler ise tam da bu şahsiyetli ve bağımsız politikayı da savunmak için tankların önüne çıkmıştı.
Bu sayede de dün, Suriye sınırı emanet edilmiş darbeci tuğgenerali vuran Ömer Halisdemir’e emri veren komutan Cerablus’taydı.
Öz eleştiriden çok kıymetini bilip, ders almayı hak ediyor…