Bir zamanlar bir ülkede fakir ve gururu kırılmış bir halk yaşarmış. Bir imparatorluk üzerlerine çökmüş, ortaya çıkan yeni devlet de hiç onların devletine benzemiyormuş.
Kendilerini cahil, gerici gören, ezanlarını Türkçeleştiren, giyim kuşamlarına, çocuklarına nasıl eğitim vereceklerine karışan, tekkelerini, dergâhlarını türbelerini kapatan bu devlet halkın canına tak etmiş. Ve bir gün onu kötü adamların elinden kurtarmak için harekete geçmişler.
Hikâye böyle başlıyor. Ardından müze yapılmış bir caminin, idam edilmiş bir Başbakan’ın, başörtüsü yüzünden üniversiteye dahi sokulmayan kızların görüntüleri geliyor.
Darbeler, yasaklar, aşağılanmalar, horlanmalar, dışlanmalarla dolu bir hikâye bu. Şairine “Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya” dedirtmiş bir ülkenin hikâyesi.
Hikâyeyi buradan başlatmazsak sonunu anlamamız mümkün değil.
“Ama inanın bana aynı menzile giden farklı yollardan biri gördüğümüz yapının, aslında bambaşka niyetlerin, sinsi yapıların örtüsü olduğunu göremedik” diyen Cumhurbaşkanı galiba büyük kitlelerin de duygularına tercüman olmuş oldu.
Dindar bir ailede yetişmiş bir genci bir cemaate, tarikata veya siyasi partiye girmeye ikna eden de kaybettikleri ülkelerini geri almak, öz vatanında paryalıktan, öz yurdunda gariplikten çıkmak diye özetlenecek o menzile ulaşma motivasyonuydu.
O zamanki adıyla Hizmet, dershaneleri okulları ve yurtlarıyla hızla büyüyen orta sınıfa da hitap eden, o menzile yürüyen en profesyonel yolların başında geliyordu. 90’larda yurt dışına da açılarak popülerliklerini artırdılar. İçinde olanlar ve dışında olan dindarların hepsi bu cemaatin devlete adam yetiştirdiğini, soktuğunu biliyordu. Ama dar bir grubun dışında bunun için soru çalındığını, gizli örgütlenmeler olduğunu kimse bilmiyordu.
Hele Hizmet’in esas amacının Hususi Hizmetler olduğundan pek az insanın haberi vardı. Bunun ne kadar profesyonelce ve gizlilik içinde yapıldığını Türkiye’deki muhafazakârlar hatta bu cemaatin içinde bulunan pek çok kimse de darbe girişimiyle görmüş olabilir.
Darbe ve FETÖ üyeliği suçundan tutuklanan subaylar içinde en kalabalık üst rütbeliler tuğgeneraller. Bu tuğgenerallerin askerî liseye girişi 1978-79 ve takip eden yıllarda olmalı.
Yani 70’lerin sonunda 15 yaşında askeri liseye soktuğu bir çocuğu 38 yıl yetiştirmiş, izlemiş, takip etmiş, saklamış, terfi ettirmiş ve 38 yıl sonra 15 Temmuz 2016 günü de darbe için harekete geçirmiş bir örgütle karşı karşıyayız.
Önce her şeye bu örgütün dünyada eşi benzeri olmayan yeteneklerini, istihbarat ve örgütlenme beceresini teslim ederek başlamalıyız. 15 yaşındaki bir çocuğu 37 yıl yetiştirip, koruyup darbe yaptıracak dünyada bir istihbarat örgütü, gizli güç veya üst akıl yok. Böyle bir gücü dünyada kullanmayacak, onunla ittifak yapmayacak bir istihbarat örgütü, gizli güç ve üst akıl da.
Böyle bir projenin Türkiye de kullanamayacağı ve aldatamayacağı kimse de.
En başta kendi şakirtlerinin büyük bir kısmı gelmek üzere, uzun bir aldatılmışlar listesi var elimizde.
“Ben demiştim” diyen herkesin beş dakika içinde aldatıldığı ve kullanıldığı bir anın görüntüleri ortaya çıkarılabilir, ilk taşı atacak günahsız da pek yok…
60’lara hiç girmeyelim.
70’lerin sonundan itibaren orduya ve emniyete girmeye başlamış kadrolar 40 yıl boyunca, 7 cumhurbaşkanı, 14 başbakan, onlarca hükümet sırasında terfi edip, pozisyonlarını koruyarak 2013’e ulaştılar 17/25 Aralık’ı yaptılar, ardından başlayan paralelle mücadele bile onları durduramadı ve 2016 yılında 15 Temmuz’u yaptılar.
80’lerde Özal’ın maddi ve manevi destekleriyle önü açılan, 90’larda yurt dışında okul açarken bizzat Demirel’in referans mektuplarıyla yol alan, 90’ların ortalarında Çiller’e ordu içinden istihbarat, Erbakan’a YAŞ hazırlık toplantılarından ses kaydı taşıyan, Ecevit’in uğruna bütün partisini hatta koalisyon ortaklarını karşısına aldığı ve bütün bu iktidarlar döneminde kendine geniş bir hareket alanı bulmuş bir yapıdan bahsediyoruz.
(En sonra Emniyetteki Gülenciler üzerine 1999’da çok özenli olmayan bir rapor hazırlamış dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, Mesut Yılmaz’ın kendisine “Cemaatin üzerine giderseniz, Ecevit koalisyonu yıkar” dediğini anlattı)
SHP’li Seyfi Oktay’ın Adalet Bakanlığı sırasında Alevi referanslarıyla bile hakim ve savcılık kadrolarına girmeye devam etmiş cemaatin kadroları DSP’li Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk döneminde Adalet Bakanlığı’nda daha sonra özel yetkili savcı ve hakim atamalarını dizayn edecekleri kritik mevkileri elde etmişlerdi.
Gülen’in “devlete sızın” kasetlerinin çıkıp, İzmir’de cemaatçi askerî öğrencilerin gözaltına alındığı bir operasyondan bir gün sonra yurt dışına çıktığı günlerde Genelkurmay Başkanı olan (hani “28 Şubat 1000 yıl sürecek” diyen) Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun özel kalem müdürü bile cemaattendi, son darbeden tutuklandı.
Hatta bir iddiaya göre dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın yardımcıları içinde dahi cemaatten savcılar vardı. 1998’de İsrail’de askeri ateşe olan Akın Öztürk’ün Çevik Bir’le epey bir mesaisi olduğunu tahmin etmek zor değil.
2001 yılında bir emniyet müdürü dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı’na dosya getirip, ordu komutanlarına Ergenekon soruşturması başlatmak istediğinde AK Parti henüz kurulmamıştı bile.
Kitabının ön sözünün sonunda “Türkiye’deki tüm ulusalcıları Fethullahçı tehlikeye karşı çok geç olmadan birlikte hareket etmeye, istihbarat birimlerindeki Fethullahçı unsurların temizlenmesi için kamuoyu oluşturmaya çağırıyorum” diye yazmış Necip Hablemitoğlu, Ankara’nın ortasında öldürüldüğünde ve cinayet dosyası kapatıldığında da yıl 2002’ydi.
2003 yılında Birinci Ordu’daki irtica tehdidine karşı yapılmış plan seminerini hazırlayan komutanın not defterini teslim ettiği kurmay subayı bile bu cemaattendi, darbe de tutuklandı. 2004-2006 yılları arasında laik Ahmet Necdet Sezer’i Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde koruyan muhafız alay komutanı da cemaattendi, o da darbede tutuklandı.
1986 yılında Kuleli Askeri Lisesi komutanıyken Fethullahçı askerleri tespit ettirip okuldan attıran Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı olduğunda en yakınındaki yaveri ve özel kalem müdürünün bu cemaatten olacağını (darbeden tutuklandılar) herhalde tahmin edemezdi. “Sözde değil, özde laik” diye atarlı konuşmalar yapıp, cumhurbaşkanı adayının eşinin başörtüsüne kafayı takıp, yayınladığı e-muhtırayı bile onlar kaleme almış, son tashihlerini yapıp, internete yüklemiş olabilirler.
Aynı yıllarda Kara Kuvvetleri Komutanı olan İlker Başbuğ’un da dört yıl sonra Genelkurmay Başkanı olduğunda terör örgütü yöneticisi olarak onu tutuklatacak güç hemen yanı başındaydı. Onun da özel kalem müdürü cemaattendi, darbeden tutuklandı.
Ama tabii ki cemaatin kendi menziline doğru yürüyüşünü hızlandırması AK Parti iktidarıyla oldu. AK Parti, 28 Şubat’tan kalma katı laiklik uygulamalarını kademe kademe ortadan kaldırdıkça, açılan özgürlük alanında Gülen cemaati de gelişti, serpildi. Zaten en büyük cemaat olduğu için en çok onlar gelişti, serpildiler.
Ama sadece bu kadarla da kalmadı. Cemaatin bürokraside hazır kadroları, askerî vesayet ve Kemalist bürokrasiyle boğuşan AK Parti’nin imdadına yetişti, yetişmiş kadroları olmayan AK Parti iktidarları da bu “alnı secdeye değen” yetişmiş insanlarla yol aldı, onların önünü açtı.
Sonra tansiyon yükselmeye başladı. Danıştay Baskını, Hrant Dink suikastı, cumhurbaşkanlığı krizi, Cumhuriyet mitingleri, e-muhtıra derken zaten toplumsal hafızada taze olan tehlike acil koduyla yanmaya başladı, toplum bu derin yapılarla hesaplaşmaya hazır hale geldi.
Ergenekon operasyonları başladı. Hükümetin elinde güveneceği tek istihbarat kaynağı Emniyet’ti bu bilgileri test edebileceği güvenilir (başı secdeye eğen ya da sivil demokrasiye bağlı) başka bir kaynağı yoktu, hem de bu operasyonlarla kendisine en son kapatmaya, siyaseten yasaklamaya çalışan, üniversitelerde başörtüsüne bile yanaşmayan, eşlerinin başörtülü resepsiyonlara gelmesinden rahatsız laik askeri-sivil bürokrasinin gerilemesinden memnundu, arkasını çok da kurcalamadı.
Aynı şekilde davalara inanan destekleyen medyadan kanaat önderlerine geniş kamuoyu için de hükümetin bu davalara desteği birinci iyi referanstı, Türkiye’nin yakın tarihi, olağan şüpheliler listesi belliydi, çok yakın zamanlarda yaşanmış tecrübeler de zaman zaman ortaya çıkan şüpheleri bastırıyordu.
Ayrıca bu operasyonlar hakkında önlerine dökülen belge, bilgi, görüntüyü seçecek, ayırt edecek gazeteci, siyasetçi yoktu, hukukçu pek yoktu. Bunu yapmak, yapanları, şüphe duyanları dinlemek kimsenin de işine gelmiyordu.
Bu davalarla ilgili şüphe duyanlar, eleştirilerini yükseltenler de zaten çoğunlukla eski statükonun devamından yana olanlardı, bu da onların inandırıcılığını azaltmaktaydı. Bu davalardaki gözü kara polislerin, savcıların cemaatçi olduğu/olabileceği biliniyor ya da hissediliyordu ama sonuç itibarıyla sivil iktidara yardım ettikleri, demokratikleşmeye, sivilleşme menziline yürüdükleri düşünüldüğü için ya bilmezlikten gelindi ya da “ne var ki bunda” denip geçiştirildi. Askerlerin çok büyük bir kesiminin de bu işlerin içinde olduğunun ise hiç kimse farkında değildi.
Gerçekten laik kesim, CHP cemaat konusunda o sırada iktidarı ve davalara destek verenleri uyardı.. Ama onlar da bunu dindar halkın tamamına karşı İslamofobik, epey Kemalist bir taarruz şeklinde yapınca ortaya bir diyalog ortamı çıkamadı.
Karşılıklı güvensizlikler, toplumsal fay hatları, diyalogsuzluk, eski statükonun geri gelme korkusu, eski statükoyu savunanların öz eleştiriye yanaşmaması, “kesin yapmıştır”, “vardır bir şey”, “pis herifler çeksin cezalarını”, “o kadarını da yapmazlar artık”larla belirlenen kanaatler, zaman zaman bazı insanların tutuklanmasına yönelik münferit tepkiler ve eleştirilere rağmen genel bir muhasebeye dönüşmedi.
Ya da kapalı kapılar ardında kaldı. Örneğin 2011 yılının Temmuz ayında Bülent Arınç’ın ABD’de Gülen’i ziyaret edip, cemaatin Türkiye’deki faaliyetlerini ona şikâyet ettiği hatta aralarında ciddi bir tartışma yaşandığı yazıldı.
Gülen’in 2010’da Mavi Marmara ile ilgili açıklamasıyla yeniden başlayan ama nezaket sınırları içinde kalan ve sönümlenen AK Parti çevrelerindeki cemaat eleştirileri, 7 Şubat 2012 kriziyle ilk kez net biçimde açığa çıktı. AK Parti’ye yakın SETA’nın iki koordinatörünün yazdıkları, hükümete yakın çevrelerde o güne kadar cemaat hakkında çıkmış ilk ve en açık eleştirilerdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o tarihten sonra özel görüşmelerinde cemaat tehlikesinden bahsetmeye başladığı biliniyor. Başbuğ’un tutuklanmasına itirazı, “dalga dalga operasyonlara” eleştirisini ise yüksek sesle yaptı. Ama bunlar bile sonucu değiştirmedi.
Çünkü meselenin büyüklüğünün kimse tam farkında değildi, şüpheler, Gülen ikna edilirse bu işlerin düzelebileceği gibi iyi niyetlerle bastırıldı. O yüzden 2013 yazında dahi AK Partililer Başbakan’dan bakanlara Türkçe Olimpiyatlarından “okyanus ötesine” selamlarını göndermeye devam ettiler.
O kadar ki artık kırılmanın alenileştiği dershane tartışmaları sırasında dahi bugün en şahin paralel yazıları yazanlar en fazla “fitne”den bahsetmekte, bir hâl yolu çaresi bulunabileceğini düşünmekteydiler.
AK Parti ve çevresindeki bu iyi niyet, menziline doğru uygun adım gidenMakyavelist cemaatin için sömürülecek bir zaaf oldu.
17/25 Aralık’a böyle geldik.
Eğer 7 Şubat 2012’dan bir ders çıkarılsaydı herhalde 17/25 Aralık olmazdı. 17/25’ten gerçek bir ders çıkarılsaydı da 15 Temmuz 2016…
17/25 Aralık’la devlet içinde Gülenci bir paralel devlet olduğu gerçeği çıplak bir şekilde ortaya çıktı.
Ama işte o anda çok sürpriz bir şey yaşandı.
17/25 Aralık’a kadar her taşın altında cemaat bulanlar-ki haklıydılar-, en büyük tehlikenin cemaat olduğunu söyleyenler, davaların arkasında cemaat polislerinin ve savcılarının olduğunu bağıranlar birden o cemaatin en son ve en büyük operasyonu olan 17/25 Aralık’ın arkasına dizildiler.
Hükümete savaş açtığı için artık cemaat de müttefikti. Cemaate karşı ahlaklı bir siyasi duruş yerine pragmatizmi seçtiler. Nasrettin Hoca gibi “o kürkü verin de biraz da biz ölelim” demeyi tercih ettiler.
O güne kadar telekulaktan şikâyet edenler, sosyal medyada hesaplar açan cemaatçi polislere her akşam yasa dışı dinleme tapesi dileniyor, muhalefet partileri, muhalif gazeteler, kanaat önderleri cemaatin hükümete yönelik operasyonlarının en ateşli sözcüleri hâline geliyordu.
CHP Genel başkanı cemaatin tapelerini Meclis grup toplantısında kürsüden okurken, CHP’li vekiller bir yıl önce lanetledikleri operasyonları yapan cemaatçi polis şeflerini hapishanelerde sık sık ziyaret edip 17/25 dosyalarından ekstra bilgiler almaya çalışıyor, bir kaç yıl sonra cemaat tarafından devrileceğini söyleyecek MHP lideri 17/25 Aralık’ı yolsuzlukla mücadele bayramı ilan ediyordu.
Paralel devlete ilk uyanmış Öcalan’ın HDP’si bile KCK davalarında kelepçeli fotoğraflarının teşhir edildiği cemaat medyasında görünür oluyor, onlara dayanışma ziyaretlerine gidiyor, Zaman gazetesinin yöneticilerini eş başkanı KCK davalarından yıllarca içeride yatmış Diyarbakır Belediyesi’nde ağırlıyordu. HDP’nin genel başkanı ise “asmayacağız, yargılayacağız” diye cemaat trolleri gibi mesajlar veriyordu.
Bu sadece siyaset kısmında ilk akla gelenler.
17/25 Aralık’ta cemaat polislerinin elinde kalan malzeme için gazete bile kuruldu: Karşı. Her gün cemaat polislerinin tapelerini manşet yapan bu gazetenin yazar kadrosu Gezi’nin bütün önde gelen figürlerinden oluşuyordu. Hatta cemaat tarafından kumpasla tutuklanmış iki ODA TV yazarı da bu gazetede yazmaya ikna olmuştu.
Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni sonra CHP milletvekili oldu. Nedense kendisine sürekli belgeler bilgiler akan o vekil, Türkiye’yi Suriye’de kimyasal saldırıdan bile sorumlu tutarak Lahey imaları yapıp durdu. Darbe gecesi son ana kadar neden “Darbe değil, güvenlik tehdidi alarmı, kaynağım ciddi” tweetleri atıp durduğunu bilmiyoruz.
Ardından MİT tırlarının yine cemaatin askerleri tarafından durdurulması geldi. İlk olarak Radikal gazetesinin İstanbul Emniyeti muhabiri tarafından İHH’yla ilişkilendirilerek verilen haberde durdurulan tırlardaki mühimmatın fotoğrafı ilk hangi gazeteye servis edilmişti; Aydınlık!
Peki tırlarla ilgili en büyük ifşaatı seçimlere kısa bir süre kala hangi gazete yapmıştı; Cumhuriyet. Tırları durduran şimdi kaçak ya da tutuklu olan savcı yine Cumhuriyet’e, cemaat operasyonunda tutuklanmış bir gazeteciye konuşmuştu.
Aylarca IŞİD-Türkiye ilişkisi üzerine savcılık, askeri kaynaklar ve polisten bilgi, belge, duyumlar Cumhuriyet’in Ergenekon ve balyoz davalarında cemaate dikkat çekmiş muhabirleri tarafından haber yapıldı.
Cemaat kumpası askeri davaların savcısı yine Cumhuriyet’e konuşmuş, 17/25 Aralık’taki rolü yüzünden aklanmaya çalışılmıştı.
Paris suikastını MİT’e bağlayan MİT içinden çıkan cemaat sahte belge Sol gazetesine gitmiş, Gezi’nin kahramanı Redhack sözcüsü polis muhbiri olduğunu itiraf etmiş, yargısal statükonun bekçisi YARSAV’ın cemaat tarafından uzun yıllardır kontrol edildiği ortaya çıkmıştı.
17/25 Aralık’tan önce cemaat tehlikesine dikkat çeken merkez medya ise 17/25 Aralık’tan sonra ortaya çıkan “paralel devlet”le nedense hiç ilgilenmedi.
Örneğin, 17/25 Aralık 2013 ve 15 Temmuz 2016 arası Hürriyet arşivini taradığınızda üç yılda “paralel devlet”le ilgili Toygun Atilla imzalı bir kaç haber dışında, “paralel”le dalga geçen yorumlar (ki işin parodileşmesinin sorumlusu onlar değil) ve rutin operasyon haberleri karşınıza çıkıyor.
Aynı gazete, özellikle internet sitesi üzerindense 17/25 Aralık’ın cemaat polisleri kökenli haber malzemesine ise kayıtsız kalmadı. Hürriyet’in darbeden sonra tutuklanan (ki bu haberleri yapmak suç değil) bol ödüllü muhabiri Çetin Emeç. Sedat Simavi ödüllerini toplamış haberlerinin 17/25 Aralık havuzundan haberler olması sürpriz değil.
Hâlbuki 17 Aralık 2013’ten önce cemaat meselesinde herkesten daha doğru bir yerde duran, haberler yapan Hürriyet gibi bir gazete, 17/25 Aralık’tan sonra gazetecilik imkânlarını paralel devleti teşhir için de kullansaydı, hükümete yakın medyadan çok daha ikan edici bir iş yapmış olabilirdi.
Bu aralar her gün biz size demiştik manşetiyle çıkan örneğin Sözcü, Birgün gibi muhalif gazetelerin 17/25 Aralık 2013- 15 Temmuz 2016 arası paralel devletle ilgili gerçeklerle hiç ilgilenmediklerini, dalga geçtiklerini, cemaatin son iki büyük operasyonunun (17/25-MİT tırları) sözcüsü gibi davrandıklarını hatırlatmaya gerek yok.
Tabii dizim dizim fotoğraflarla her gün Zaman gazetesi manşetinden demokrasi, hukuk konulu mesajlar veren, artık bir paralel devlet olduğu ortaya çıkmış olmasıyla hiç ilgilenmeden, ortaya çıkan vahim iddialara bir kere bile dönüp bakmadan cemaatin gazetelerinde dergilerinde yazmaya devam edenler, Abant toplantılarına katılıp demokrasi nutukları atmakta bir beis görmeyenler inşallah artık kendi muhasebelerini yapıyorlardır. Bu isimlerden bazılarının bu aralar televizyonlara çıkıp “biz hükümeti cemaat konusunda uyarmıştık” diyebilmeleri ise sadece kötü bir mizah olabilir.
Hasılı kelam, 2002 öncesi bütün iktidarlar, özellikle 2007-2013 arası AK Parti iktidarı, medyası, liberal demokratlar, solcuların bir kısmı Türkiye askerî vesayetle hesaplaşılıyor inancıyla; 2013 17 Aralık’ından sonra da Kemalistler, solcular, liberallerin bir kısmı AK Parti ile hesaplaşmak için cemaatle iş tuttu. Hepsi cemaati kullandıklarını zannediyordu halbuki günün sonunda cemaatin onları kullandığı ortaya çıktı.
İlk 6 yılda Kemalistler, solcular cemaat konusunda geri kalanları uyardılar, ama onların uyarıları ikna edici ve samimi bulunmadı. 17 Aralık’tan sonra da aynı uyarıları yapanlar cemaatin malzemeleriyle, imkanlarıyla iktidarla kavga etmekte bir beis görmediler.
Şu ana kadar bununla ilgili iki taraftan da tek tük öz eleştiri verenler çıktı. Genelde herkes yukarı bakıp ıslık çalmayı ve son pozisyonunda en radikal yerde durup, geçmişi unutturmayı tercih etti.
Eğer son üç yılda iktidar, medyası ve bürokrasisi Ergenekon vb davalarla ilgili yaşananlardan ders çıkarsaydı (Hâlâ “Ergenekon var hissediyorum ama sulandırıldı” dışında bir fikri hesaplaşma yok) paralel devletle mücadele yıllarında dahi cemaat varlık sebebi olan Hususi Hizmetlerini orduda tıkır tıkır yürütürken, paralelle mücadelede ortaya çıkan mağduriyet görüntüsü üzerinden de kitlesini diri tutmayı başaramazdı. Son üç yılda polis, yargı ve medyanın her fırsatta vurguladıkları paralelle mücadelesinin başarısızlığına 15 Temmuz 2016’dan başka bir delile ihtiyaç yok. Esas odağı şaşmış, yetersiz soruşturmalar ve iddianameler; fazla yorum ve öfke ama az delil ve akılla yapılan kötü gazetecilik turbun büyüğünü görmeyi engelledi.
Yine iktidar, medyayla ve farklı kesimlerle iletişim yollarını kapamasaydı, onlar için “cemaatten daha tehlikeli” hissi uyandırmasaydı, onları da bu mücadeleye ekleyebilseydi, cemaatin bu son üç yılda laiklerin üzerinden meşruiyet devşirmesi, Batı’da bunun üzerinden prim yapması, hatta son dakika Kemalist ve Batıcı görüntülü darbeye teşebbüs etmesi mümkün olmayabilirdi.
Yine eğer laik kesim cemaat konusunda 17/25 Aralık’tan sonra pragmatik değil ahlaki bir pozisyon alsaydı, hem bugün siyaseten çok daha güçlü bir yerde duruyor olurdu hem de Türkiye’nin bu felaketi yaşamasına son omuzu da onlar vermemiş olurdu.
O yüzden bugün bir kaç gazeteci, emekli emniyetçi ve mağdur edilmiş asker dışında istikrarlı bir şekilde bu tehlikeye dikkat çekmiş, onların uzattığı havuçları reddetmiş kimse yok.
Bir musibetin bin nasihattan evla olabilmesi için kibrimizi bir tarafa bırakıp o musibetten nasihat dinlemeye hazır olmamız gerekir.
İsyan ahlakıyla hesap sormak kadar sorumluluk ahlakıyla hesap vermek de şerefli bir iştir.
Türkiye hesap vermenin, öz eleştiri yapmanın muteber olduğu bir ülke değil. Öz eleştiri yapmak, hesap vermek, özür dilemek neredeyse suçu üstlenmekle eşittir, üzerine “itirafçılık”, “döneklik”, “adam satmak”, “kaypaklık”, “dansözlük” gibi hakaretleri duymaya da hazır olmanız gerekir.
Öyle olunca da musibetlerden nasihat çıkarmak, hatalardan öğrenmek, değişmek çok zordur.
İşte bu yüzden Cumhurbaşkanı Erdoğan, haklılığının zirvesindeyken, en az uçağını ışıkları kapalı havaalanı indirtmek kadar cesur bir şey yaptı ve şöyle dedi:
“Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Bir ortak yanımız var dedik. Ama inanın bana aynı menzile giden farklı yollardan biri gördüğümüz yapının aslında bambaşka niyetlerin, sinsi yapıların örtüsü olduğunu göremedik. Rabbimden af milletimden özür diliyorum”
Eğer bu yüzleşmeyi kibirlerimizi bir taraf bırakarak yapabilirsek, sadece FETÖ meselesinde bir öz eleştiri verilmemiş olacak, bu fay hattından, karşılıklı güvensizliklerden, yetersizliklerden beslenecek başka belalara karşı da tedbir almış olacağız (Bu kutuplaşma yüzünden bir kesimin otobüs bekleyen insanları katleden bir örgüte sonsuz kredi açtığını da hatırlayalım)
Ama esas olarak bu öz eleştiriyi yaptığımızda üzerinde konuşacağımız bir zemin ortaya çıkacak. Tarih tekerrür etmeyecek.
Şunu herkes kabul etmeli; Türkiye’de hiçbir kesim her konuda haklı çıkmadı. Herkesin haklı olduğu meseleler vardı, haksız oldukları da. Zaman herkesi biraz haklı çıkardı biraz mahcup etti. Katı laiklik uygulamaları da bir gerçekti, “başı secdeye değen” değil, ehliyetin kriter olması gerektiği de…
Mutlak haklılık ve sıfır mahcubiyetle kimse bir yere gidemez. Birbirimizi dinlememenin ve nefret etmenin bedelini daha ağır nasıl ödeyebilirdik ve bu son ikazdan sonra nasıl ödeyebileceğiz?
Aramızdaki siyasi ve fikri farklar baki kalmak üzere, ortak bir müzakere zeminini ortadan kaldıran bu düşmanlık havasını dağıtmak için, bu acı tecrübeden yürünecek yeni bir yol bulmak, belki o yolun sonunu yeni bir anayasa çıkarmak için bu aralar Nasrettin Hoca’nın başka bir sözünü sık sık hatırlamakta ve sık sık kullanmaktan çekinmemekte fayda var:
Sen de haklısın