Ana SayfaYazarlarHangi Türkiye? Nâzım’ın 75 yıl geride kalan memleketi

Hangi Türkiye? Nâzım’ın 75 yıl geride kalan memleketi

 

[11-12 Temmuz 2016] Hayret ve dehşetle farkettim: İlber Ortaylı tamamen saçmalamış; olanca üşengeçliği ve kendini beğenmişliği içinde, bir kere daha en ufak bir kaynak ve literatür kontrolü yapmak ihtiyacını duymaksızın sallamış, üfürmüş Çanakkale’deki Araplar konusunda. Suriye’den Çanakkale’ye nakledilemezlerdi, dolayısıyla yokturlar… buyurmuş. Bu spekülatif akıl yürütme yoluyla, güya halletmiş sorunu. Hürriyet de üzerine “son noktayı koydu” diye başlık çekmemiş mi; güldürürler insanı. Bu adamı da hâlâ otorite sanıyorlar. Ona da geleceğim (üç dört gün sonra).

 

Ama hazır lâf Nâzım’dan açılmışken, düşmek istediğim bir iki not daha var, bu ve başka güncellikleri ötelemek  pahasına. Ali Kemal’e bakışı’nı yazarken, ikinci mısraında “hapisanelerinde yattım”ın geçtiği “Memleketimi Seviyorum”unu tekrar bulup okudum. Gençliğimde, 19-20 yaşlarımda nasıl tutkunuydum, anlatamam. Her adımda karşınıza yeni bir kopyalama hatâsı çıkaran internet versiyonlarını boşverin (halkın sarkık bıyıkları altından “kendi kendinden” bile gizleyerek gülmesini dahi “kendi kendimden” yapabiliyorlar, anlamı hiç takip etmeden). Tam metni için, bkz Adam Yayınları’nın komple Nâzım Hikmet edisyonunun (Şiirler 3) Kuvâyi Milliye cildinin Dört Hapisaneden (117-200) bölümü içinde, 124-125. Kendi hayatında Dört Hapisaneden diye bir kitabı yok, ama Pirâye’nin oğlu Memet Fuat’ın Mart 1966’daki tek ciltlik derlemesine koyduğu bu başlık, şiirin bağlamını çok  iyi tarif ediyor. Çoğu, Nâzım’ın 1938’de tutuklanıp yargılanması ve mahkûm edilmesinden sonra, 1941’de Bursa cezaevine nakledilmesi arasında yazdıkları. Yani ilk üç hapishane, (a) İstanbul tevkifhanesi; (b) Ankara; (c) Çankırı. Bazıları daha da sonra (örneğin “Fakir Bir Şimal Kilisesinde”yi, 1946’de bitirmiş demiyelim de, 1946’da anti-faşizmin üzerine anti-Amerikan bir sonuç kısmı eklemiş gibi). Onun için (d) Bursa da dördüncü hapishane olarak devreye giriiyor. Ama hepsi, Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan da, Rubailer veya Saat 21-22 Şiirleri gibi aynı yıllarda kaleme aldığı diğer dizi-denemelerden de ayrı duruyor, farklı bir öbek oluşturuyor.

 

Öte yandan bazıları, yer yer MİM’le akrabalık, ya da MİM’e hazırlık hissini uyandırıyor. “Memleketimi Seviyorum” da bunlardan, birkaç sayfa sonraki “Türk Köylüsü” de (aynı Kuvâyi Milliye cildinde, s. 136). Üstelik kendi aralarında da çok örtüşüyorlar. Meselâ “Memleketimi Seviyorum”daki Memleketim: / Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya, / kurşun kubbeler ve fabrika bacaları / benim o kendi kendinden bile gizleyerek / sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir dizelerine, “Türk Köylüsü”nün Topraktan öğrenip / kitapsız bilendir, / Hoca Nasreddin gibi ağlayan / Bayburtlu Zihni gibi gülendir. / Ferhad’dır, / Kerem’dir, / ve Keloğlan’dır. / (…) / O, “Yunusu biçâredir, / baştan ayağa yâredir” dizeleri denk düşüyor. İkisinde de halkın ve Anadolu’nun içinden değil dışından bir anlatım; simge-isimler üzerinden işlenmiş, henüz nisbeten soyut ve şematik bir halkçılık ve Anadoluculuk söz konusu. İkisi de bu halkın bir gün kalkışıp devrim yapacağı inancına göndermelerle son buluyor. “Memleketimi Seviyorum”da: ileri, güzel, iyi / her şeyi / hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır / çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım / yarı aç, yarı tok / yarı esir… “Türk Köylüsü”nde: toprağın nabzı başlar / onun nabızlarında atmağa. / Ne kendi nefsini korur / ne düşmanı kayırır, /  “Dağları yırtıp ayırır, / kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa…”

 

Bu genellemeler düzeyinde Nâzım, MİM’in — adı üstünde — müşahhas “insan manzaraları”nden henüz hayli uzak. Gerçek hayatlar yok; gerçek hayatların ne/ler olabileceğine (olması gererktiğine) dair, teorik bir tavırdan türetilmiş varsayımlar var. Gene de, emekçilerin kendi kendilerini kurtarmaları, aydınların da emekçilerle bütünleşmelerini öngören bu Marksist teorik tavır, Kemalizmin  “halk için halka rağmen”ciliğine kıyasla, en azından prensipte, kağıt üstünde çok daha ileri. O yüzdendir ki, asker-bürokrat zümrenin halkı geri, ilkel, cahil diye olumsuzlamasının karşısında, kendi çalışkan – namuslu – yiğit olumlamalarını sıralıyor. Nitekim ilginçtir; Nâzım sonradan bu ikinci şiiri alıp Kuvâyi Milliye’sine monte etmenin de bir yolunu bulur. MİM’de ve Kuvâyi Milliye’de özel bir ilerici, aydın subay tipi vardır, Nurettin Eşfak diye. Besbelli ki Millî Mücadele’nin solunda, belki hayli solunda yer alır. Örneğin Büyük Taarruz’dan hemen önce, 26 Ağustos sabahı beşe beş kala Kocatepe’de beklerken, Mehmed Âkif’i ve İstiklâl Marşı’nı geleceği “Hakkın vaadettiği günler” diye tarif etmesi üzerinden eleştirir (Kuvâyi Millliye, s. 86). İşte bu Nurettin Eşfak’a özel bir bölüm açar Nâzım, Kuvâyi Milliye’de. Başlığına da Dördüncü Bap. Nurettin Eşfak’ın Bir Mektubu ve Bir Şiiri der. Bu kısa dosyada, önce Nurettin Eşfak’ın kardeşine Ankara’dan yazdığı ve neden öğretmenlikten istifa edip ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak cepheye gitmek üzere olduğunu anlattığı mektubu ve ardından, Bir şiir yazdım, / garip bir şiir diye sunduğu “Türk Köylüsü” yer alır. Besbelli ki Nâzım, aşağıdan yukarı bir yaklaşımla Karayılan, Kambur Kerim, Arhavili İsmail gibi halk kahramanlarını anlattıktan sonra, bir de subay sınıfının sesini duyurmak ihtiyacını hissetmiş; bunun için de Nurettin Eşfak’ı seçmekle, hem kendisinin halka/Anadolu’ya (yukarıda değindiğim) dışarıdan bakışını (devrimci şiddet karşıtı hukukî meşruiyetçiliği Tatar yüzlü adama aktarırcasına) Nurettin Eşfak’a aktarmış, hem de öğretmen-subay Nurettin Eşfak’ı bir boyutuyla Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndaki (1922) Feride’sinin, diğer boyutuyla Yakup Kadri’nin Yaban’ındaki (1932) Ahmet Celal’inin ve aydın-halk yabancılaşmasının karşısına dikmiş; daha ileri ve ilerici, halkı seven, halk dostu bir münevver zabit modeli olarak sunmaktadır.

 

Bu açıklama ve bağlantılar temelinde, ben dahil 60’lar ve 70’lerin bütün solcu öğrenci-gençlik kuşaklarının hem “Memleketimi Seviyorum”a, hem “Türk Köylüsü”ne neden çok düşkün olduğunu, dilinden düşürmediğini anlamak çok zor olmasa gerek: Nâzım’ın son tahlilde dışarıdan halkçılığı ve köylü idealizasyonu, (Köy Enstitüleri ve köy romanıyla, Ahmet Arif’le, Ruhi Su’yla, İnce Memed’le, Yılmaz Güney’le yetişen) bizlerin konumumuza ve duygu-düşünce ufuklarımıza fevkalâde uygun düştüğü için.

 

Güzel olmasına hâlâ güzel de… Ne o heyecan bir daha geri gelir, ne de o dünya. Daha sâkin ve analitik baktığımızda, 75 yıl önce nasıl bir memleketmiş Nâzım’ın yaşadığı ve sevdiği; daha doğrusu, sevgisinin nasıl anlatıyor? Başlıca iki öğe üzerinden: bir, insan; iki, maddî çevre (doğa, nesneler, coğrafya). İnsan unsuru üç yerde geçiyor (bazılarını ikinci defa alıntılıyorum): (a) ikinci kıtada, Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya / (…) / benim o kendi kendinden bile gizleyerek / sarkık bıyıkları altından gülen halkım; (b) üçüncü kıtada, bir kere olsun gidemediği için utandığı güneyin pamuk işleyenleri; (c) en sonda, ileri, güzel, iyi / her şeyi / hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır / çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım / yarı aç, yarı tok / yarı esir…

 

Tekrar pahasına: bu referanslar hep genel, soyut ve folklorik. Maddî çevreye gelince, ilk bakışta algılamasanız da, çaktırmadan şiirin yarısından fazlasını kaplıyor. (1) En baştaki dağınık fragmanlar: çınarlar… hapisaneler… tütün… Sakarya… kurşun kubbeler [camiler] ve fabrika bacaları. (2) İçeriği görece sıradan, ama iyi terennüm  edilmiş bir coğrafya (büyük kısmı, bazı uç noktalar üzerinden, dengeli ve âhenkli bir yer isimleri sıralaması): Memleketim ne kadar geniş: / dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana. / Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum . / Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum / ve güneye / pamuk işleyenlere gitmek için / Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye / utanıyorum.

 

Ve şimdi geliyoruz daha canalıcı bölümlere. (3) Gerilik ve yoksulluk çağrışımları: Memleketim: / develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler, / kavak / söğüt / ve kırmızı toprak. / (…) /  ve sonra karasaban / ve sonra kara sığır.

 

(4) Uzun bir canlılar, bitkiler ve hayvanlar kataloğu: Memleketim. / Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven / alabalık / ve onun yarım kiloluğu / pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla / Bolu’nun Abant gölünde yüzer. / Memleketim: / Ankara ovasında keçiler: kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması. / Yağlı, ağır fındığı Giresun’un. / Al yanakları mis gibi kokan Amasya elması, / zeytin / incir / kavun / ve renk renk / salkım salkım üzümler (bundan sonra karasaban, kara sığır ve final kısmının insanları geliyor, yarı aç yarı tok, yarı esir).

 

Fakat ne kadar klasik imgeler — ve ne kadar tarımsal bir ülke! İki kelime “fabrika bacaları”; bir söcük “tren”; iki sözcük “Ford arabaları”  (ve onlar da hayli döküntü olmalı). Gerisi fındık, incir, üzüm, elma, zeytin, kavun (ve tiftik yünü). Aynen, çocukluğumun Yerli Malı Haftaları gibi. 1930’lar ve 40’ları anlarım. Büyük Bunalım gelip çatmış; neo-merkantilizm kol geziyor. Herkes kendi derdinde; ithalâtı kısma, ihracatı artırma, dövizi ülke içinde tutma peşinde. Türkiye de kendi yağıyla kavrulma çabası içinde. Gelin görün ki bu ideolojik miras, olduğu gibi devrildi 1950’ler ve 60’lara. Yerli malı yurdun malı / Her Türk onu kullanmalı. Böyle tekerlemeler vardı ezberlediğimiz. İlkokul 2, 3, 4. Yerli Malı Haftası gelir çatar; herkes evlerinden hep aynı şeyleri getirip koyardı, sınıfın bir köşesinde kurulan masaya. Ne bir parça dokuma, ne herhangi bir araç gereç; ne bir pil, çekiç, tornavida, iplik makarası, dikiş makinası, elektrik ampulü. Yok efendim. Varsa yoksa elma, armut, portakal, kestane, [İzmirli olduğumu unutmayın] zeytin ve zeytin yağı, üzüm ve kuru üzüm, incir ve kuru incir. Tıpkı, ama tıpkı Nâzım’ın listesi.      

 

Düşünüyorum. Herşey değişti, hepimiz değiştik. Dünya, Türkiye, bizler. Nâzım gibi, memleketini gerçekten seven biri çıksa ve bu sevgiyi bugün, 21. yüzyıl başlarında, şu 2016 yılında, aşağı yukarı aynı somutlukta anlatmak istese… Acaba ne gibi imge ve simgelere başvurabilir?

 

Yoksa acaba öyle kollektivist, genelleyici ve bütünleyici bir “biz” şiiri, artık mümkün değil mi?

 

- Advertisment -