Bir önceki yazı dizimizde irdelediğimiz 31 Ağustos 1911’de yayın hayatına başlayan Türk Yurdu dergisi, Türk milliyetçiliği fikrinin oluşturulması, sistematikleştirilmesi ve yaygınlık kazanmasında çok önemli bir rol oynayan orijinal bir kaynaktır.
Türk milliyetçiliği kumaşının, Türk milliyetçiliğindeki ırkçı damarın ve örüntülerin varlığını izini dergideki yazılarda analiz etmek mümkündür. Türk milliyetçiliğini teşkil eden bir unsur olarak ırk kavramının, ırkçılığın, ırkçı tınıların ve vurguların dergide mesai harcayan Türkçü entelektüellerin yazılarında ele aldıkları kadarıyla nasıl belirdikleri ve bu örüntünün Türk milli kimliğinin inşa sürecinde ne derece ana bir damar olduğu üzerine bir tartışma önemlidir.
Bu yazı dizisinde, Türk Yurdu dergisinde modern Türk kimliği inşasında kayda değer entelektüel mesai harcamış olan Ahmed Agayef (Ağaoğlu), Ömer Seyfeddin, Feyzullah Sâcid, Kâzım Nâmi ve Yusuf Akçuraoğlu’nun ırk kavramı ve ırkçı unsurların nasıl işlendikleri üzerine bir söylem analizi yapılacaktır.
1911-1916 arası dönemde Türk Yurdu’na katkıda bulunan Türkçü aydınlar ve yazarlar kavmiyet, milliyet ve ırk kavramlarını “berkitmeye” büyük mesai vermişlerdir. Bu kavramların etrafında biçimlenen “milli emel”e verilen hayati rol de ana gündem maddelerinden biridir.
Belki ilk belirtilmesi gereken, Türk Yurdu yazarlarının neredeyse tamamının kavmiyet, milliyet ve ırk kavramlarını birbirinin yerine geçebilecek şekilde, herhangi bir ayrım gözetmeksizin kullandıklarıdır.
Dolayısıyla objektif ve incelmiş bir milliyet, kavmiyet ve/veya ırk tanımlamasından söz etmek güçtür. Zaten “millet” deyince “Türk milletinin” anlaşılması, bizatihi millet sözcüğünün Batılı dillerdeki nation’u karşılayan terim olarak oturması bu kesitte gerçekleşmiştir.
Türklüğü bir kavmiyet olarak tanımlayan Ağaoğlu, bu kavmiyetin sınırlarını Türk unsurunun bulunduğu bütün coğrafi alanlara yayar. Türk aleminin sınırları o kadar geniş ve engindir ki, “Asya’nın tam göbeğinde yükselen Altay Dağları’ndan Türk unsuru tarihin müteaddit ve muhtelif devirlerinde zaman taşan seylâb-ı [sel] hayâta kapılarak dünyanın dört tarafına—şark ve garba, şimal ve cenuba—”doğru uzanmış; Çin’in en ücra köşelerinden Finlandiya, Lehistan, Macaristan ve Kuzey Afrika’ya kadar yayılmıştır.
“Hayal kadar vâsi ve yine hayal kadar mübhem” bir uzamda hayat bulan bir tasavvurla karşılaşırız. Bu Türk âlemi tasavvuru Türk kavminin otantik ve yüce karakterine işaret etmek ve milli mefkûrenin izlerini burada aramak gerektiği fikrinden doğar.
Türklüğün ezelden ebede uzanan bir süreklilik içinde sabitlenmesi ve özselleştirilmesi, Türk milli kimlik inşasının can damarını oluşturur. Bu “vâsi ve müphem” sahada Türk unsuru bazen diğer ırklara karışarak bazen de başka medeniyetlere kapılarak kendi şahsiyetini ve kavmi karakterini kaybetmiştir.