Yahya Kemal Beyatlı’nın, ömürlerin sonbaharı için kaleme aldığı “düşünce” adlı şiirin son beyti şöyledir:
“Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
Ben, bu olağanüstü etkili şiirle ilk olarak (belki 40 sene önce, belki daha bile eski) tamamı üzerinden değil de işte bu son beyti üzerinden tanıştım ve ona bambaşka bir anlam yükledim: Bu satırların, yaşlı ruhlar için değil de ruhunu bedeninden önce öldüren (satan?) her yaştan insan için yazıldığını düşündüm. Ta ki, bilmiyorum ne zaman, şiirin tamamını, özellikle de sondan ikinci beytini okuyana kadar:
“Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var? / Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!”
Şairin bu satırlarla aslında neyi anlattığını öğrendiğimde tuhaf bir duyguya kapıldığımı hatırlıyorum: Canım sıkılmıştı, hatta bir gençlik ukalalığıyla, “keşke benim yüklediğim anlamda yazsaymış Beyatlı bu şiiri” diye iç bile geçirmiştim!
Fakat yıldım mı? Hayır. “Ölmeden evvel ölmek” bana hep kâh baskı karşısında direnemeyerek, kâh bir şeylerin iğvasına kapılarak ruhunu parça parça kaybedenlerin dünyasını hatırlattı.
Türkiye’nin ölmeden evvel ölen “kuvvet”leri
Ahmet Altan’ın, tahliyesinden bir hafta sonra, aralarında “pişmanlık göstereceğine dair beyanlarının olmaması”, “haber üzerinden birçok sempatizanı etkilemesi” gibilerinin de olduğu bir dizi tuhaf gerekçeyle yeniden gözaltına alınıp tutuklanması… Bu ve tabii ona ön gelen binlerce hukuk dışı uygulama, yaşayan canlı bir organizma olarak adalet sisteminin de ölmeden evvel ölebileceğini hepimize gösterdi. Evet, görünüşte bir bedeni var, yaşıyor, fakat aslında onu var eden bütün değerlerden kopmuş, onlara ihanet etmiş ve bir anlamda artık yok. Ölmemiş ama ölmeden evvel ölmüş!
Aynı süreç demokrasinin üç kuvvetinden biri olan yasama ve “dördüncü kuvvet medya” için de geçerli değil mi? Ölmediler, öldürülmediler, bir bedenleri var, bu anlamda yaşıyorlar fakat o bedenler artık bir ruh taşımıyor.
Ölmemişler ama ölmeden evvel ölmüşler. Sizce hangisi daha müşkül?
“Dış dünyaya haklılığımızı anlatamıyoruz” pejmürdeliği
Böyle böyle, koca bir ülke ölmeden evvel ölüyor işte. Bu halin en pejmürde tezahürlerinden biri de, ortada tefessüh etmiş bir durumun olmadığını, “kendimizi iyi anlatamadığımız” için, “algıyı iyi yönetemediğimiz için” haklıyken haksız duruma düştüğümüzü savunan zevat olmalı.
Bunlardan biri, eski bir Cumhuriyet Halk Parti milletvekili hafta içinde Ermeni soykırımı tartışmalarında neden haklıyken haksız duruma düştüğümüzü ve bunu değiştirmenin yollarını anlatırken bunun güzel bir örneğini verdi.
Çünkü, ortada bir soykırım olmadığına dair haklı tezlerimizi anlatacak çok sayıda parlak tarihçimiz varken bu iş sadece, sağolsun, Yusuf Halaçoğlu’na kalmıştı. Tarihçilerimiz, başta İlber Ortaylı olmak üzere tez elden harekete geçmeli ve Türkiye’nin haklı tezlerini özlü bir biçimde ortaya koymalıydı. Fakat öyle anlaşılmaz bir dille ve uzun uzun değil; şöyle, bir A4 kâğıdına sığacak, sekiz-on maddede özetleyecek şekilde.
Önerinin parlaklığını düşünebiliyor musunuz? Ben size muhayyel bir senaryoyla anlatayım…
Böyle milyonlarca A4 kâğıt, parlak tarihçilerimiz tarafından üretilmiş ve vatandaşlarımızın dikkatine sunulmuş olsun. Metnin hazmedilmesi için gereken süre geçtikten sonra bir yabancı muhabir bu işin haberini yapmak için Türkiye’ye gelsin ve tesadüfi olarak seçtiği yüz vatandaşa sorsun: Sizce Türkiye tezlerinde neden haklı?
Yüz papağan marifetiyle ortaya serilecek rezaleti düşünebiliyor musunuz?
Türk yargısının bağımsız olmadığına dair yurtdışında yürütülen “algı operasyonu”na karşı da benzer bir bir parlak fikir geliştirilemez mi?
O kadarı yapılmıyor, evet ama, siyasetçisi, gazetecisi sabah akşam “sizinki bağımsız da bizimkinin bağımsızlığını niye kabul etmiyorsunuz” diye sızlanıp duruyor ki, şu koşullarda böyle konuşabilmek de ancak ölmeden evvel ölenlerin becerebileceği bir iş olmalı.