Siyah beyaz filmlerin yeri ayrıdır. Filmi kalbin iç boyutunda nice hayallerle renklendirme imkanı seyirciye iyi gelir. Danimarkalı yönetmen Carl Theodor Dreyer’’in çektiği Ordet filmi (1955) renkli bir çekim olsaydı bu kadar etkili olamazdı, çünkü içinde geçen diyaloglar için sade ve sesin öne çıktığı bir atmosfer gerekiyor. Geniş bir çiftliğin mütevazı sahibi Marten bir din adamı sayılır aynı zamanda. Bütün çalışanlarına ve hükmü altında bulunan köylülere dünyayı ihmal etmeyen bir Hristiyanlık öğretisi aşılar. Üç oğlundan en büyüğü olan Johannes din eğitimi alırken aklını yitirmiş ve İsa olduğunu iddia etmekte, ortanca oğul Mikkel evdeki sofuluğu bir hezeyan olarak görmekte, küçük oğul Anders ise orta bir yoldan dinini yaşamaya çalışmakta.
Film baştan sona Hristiyanlığın doğru anlaşılmasıyla ilgili farklı telakkilerin tartışılmasına sahne olur ama gözümüzün önünden geçen yatıştırıcı, yalın gündelik hayat bu ateşli konuşmaların etkisini dengeleyip zihnimizi yatıştırır. Zengin adamın evinde bile çatı akmaktadır mesela ama bu insanların dua ve şükür halindeki hayatına bir halel getirmez. Rüya kadar berrak bir akış içinde papatyaların sessizliğine, elle çekilen kahvenin çıtırtısına, bir tek insan geçmeyen patika yollarda türkü tutturarak giden adama, karmaşa ve kaostan uzak kır ve kasaba yaşamına dair görüntülerin hepsi de saf inanca giden yolu açmak içindir sanki. Bir kadının hamileliğindeki doğallığa, kurabiye yapma alışkanlığına, kayınpederinin paltosunu en içten ve rutin haliyle tutuşundaki soyluluğa şahit olmak ruhu dinlendiriyor. Bu insani akış kalbi hiçlik ve beyhudelik duygusundan uyandırıyor. Evin kilisenin hemen yanında oluşu, mabede yakınlık da aileyi merkezin içinde olma duygusunun mutluluğuyla kuşatmış. Konuşmalara bakılırsa hiç kimse bütün dünyayı kurtarma peşinde olmanın yorgunluğu ve muğlaklığı içinde değil, tersine kasabasının kendi küçük cemaatinin sorumluluğunu taşımanın derinliği ve dinginliği var yüzlerinde.
Sinema ve Din (2016) başlıklı sempozyum kitabındaki tebliğinde Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi profesörlerinden İsmail Taşpınar Katolik kilisesinin sinemaya yaklaşımını ele almış. Buna göre Katolik kilisesinde sinemayı bir şeytan icadı olarak görüp, inananları uzak tutmak isteyen anlayışla, sinemayı Hristiyanlığı yaymada bir araç olarak kullanılabileceğini düşünen anlayış arasındaki tartışma sürüyor. İkinci görüştekiler daha ılımlı ve modern düşünüp kilisenin yeniden yeni ihtiyaçlara göre yorumlanmasına ihtiyaç duyanlar. 1933’te kurulan Ahlak Bekçileri(Legion Decency) örgütü Katoliklerin aile ahlakını tehdit edici filmlere karşı ortaya koydukları tepkiydi. Philadelphia’lı Kardinal Dougherty, kuruluş gerekçesini açıklarken filmlerin çoğunun Hristiyan medeniyetinin bizzat temellerine saldırdığını söylemekteydi. Buna göre filmlerin büyük çoğunluğu cinsellik ve cinayet sahneleri ile dolu. Halkın ruhunu ve kalbini bozacak gerçek dışı ve yalan bir hayat sunmaktalar. Filmlerin konusu genellikle boşanma, serbest aşk hayatı yaşama, evliliğe sadakatsizlik ve soyguncuların başarılı faaliyetlerini içermektedir.
Bu sert eleştirilere rağmen halka açık ilk film gösterimi 28 Aralık 1895’te Lumiere Kardeşler tarafından Paris’te gerçekleştirildikten sadece üç yıl sonra, ilk Hz. İsa filmi de çekildi. Ordet’e gelirsek fazla kınanacak tansiyon yükseltecek bir şey olmasa gerek kimi ateşli tartışmalardan başka. Tersine filmin Hz. İsa’nın ölüyü diriltmesindeki imanî boyuta doğru ilerleyen bir akışı var.
Film aldığı yoğun dini eğitim sonucu aklını kaçırdığı düşünülen büyük oğul Johannes’in hezeyanlar savurduğu Kum Tepeleri’ne gitme sahnesiyle açılıyor. Erasmus’tan beri Deliliğe Övgü dolu olan yaklaşımların bir tezahürü olsa gerek, bütün önemli sözler bu delirmiş adama söyletiliyor film boyunca. Hatta Don Kişot’ tan beri bütün deliler aziz mesabesinde Batı sanatında. Jean Paul Sartre’ın çılgınlığın doruklarındaki yazar ve eylemci Gene Genet için yazdığı Saint(Aziz) adlı biyografisini anmadan geçmemek lazım. Neyse, baba ve kardeşler peşinden giderler Johannes’in kendine bir kötülük yapması korkusuyla.
Kendini İsa sanan Johannes şöyle seslenmektedir boşluğa:
“Vah ikiyüzlülere. Sana da, göğe yükselene, cennet ve cehennemi yaratan tarafından size gönderilen bana inanmayanlara da söylüyorum. Gerçekten hüküm günü geldi. Tanrı bana yüzünü gösterdi. Cennetin krallığına sadece inanlar girebilecek.”
Eve döndüğünde pencerenin önündeki mumları yakarken “ben dünyanın ışığıyım ama karanlık bunu anlayamadı, kendi içime ulaştım ama içim beni kabul etmedi” diye hayıflanıyordu. Ailede bir rahip olmasını dileyerek yetenekli gördüğü için bu yola sevkettiği oğulun bu hale gelmesi üzüyordu Marten’i. Yeterince rahip var, ihtiyacımız olan insanları sarsacak, iman ateşini alevlendirecek biri diye düşünmüştü ama tercihlerin sonuçlarını kim öngörebilir ki. Yine de dua etmek gerekir her şeyin yoluna girmesi için çünkü kabul olmadığını sandığımız duaların bile neyi harekete geçirdiğini bilemeyiz.
Evli çocuklu mutlu ama ‘sofuluktan’ uzak olan Mikke ise babası onu azarlamasa da gözlerindeki umutsuzluktan için için yerildiğini, itildiğini hissediyordu. Dindar bir kadın olan karısı ise iyi bir insan olduğu için inancın ona geleceğine daima inandı. Küçük oğul Anders’in evlenmek istediği kızın terzi babasının din anlayışı babası Marten’ den çok farklı olduğundan, iki taraf ta bu birleşmeyi uygun görmüyor ve lisan-ı hal ile belli ediyorlar her fırsatta.
İnsanlara dini ders de veren, çiftliğindeki çalışanları kendi düşüncesi etrafında eğiten Marten’in aşk zamanla gelir, bu olmazsa başkası olur düşüncesine karşın, gelin Inger ona aşk hariç her şeyden anladığını söyler. Çünkü hiç aşık olmamış, karısıyla da çiftçi anlaşması yapmış bir edayla saygı ve görev dağılımı üzerinden bir ilişkisi olmuştu. Bu yüzden terzinin kızını almak için çaba sarfetmeyi onuruna yediremiyor ve köylü kafasıyla karşı duruyordu bu aşka.
Marten için oğulları istediği yolda değildi, arkasından bu evlilik için iş çeviriyorlardı belki ama Tanrı onu yüzüstü bırakmamıştı henüz. Johannes’in halinden de kendini sorumlu tuttu, inançla edilmeyen dua kabul olmazdı. Beklediği mucize ikircikli tutumu, inançla değil de denemeye değer düşüncesiyle hareket etmesi yüzünden gerçekleşmemiş, Johannes arada bir yerde kalmıştı. Ingel birçok küçük mucizenin gizlice ve sessizce gerçekleştiğini söyleyerek teselli ediyordu onu.
Terzinin karısı istiyordu bu evliliği, hayvanlara akan, sobayı yakan, üşüyen, yorulan kızı rahat ederdi böylece ama hemen tövbe etti sonunda, onun için cenneti düşünmek yerine dünyevi rahatını öncelemişti çünkü.
Bütün rahiplerin hayatını kazanabileceği bir zanaati olan zamanlar; terzi çiftçi derken duvarcı ustası bir rahip dostları gelmişti Marten’in evine. Dindarlar nasıl yapılacağını bilmedikleri halde, onu çağırmak yerine evlerini kendileri yapmayı tercih ediyorlardı. Bu yüzdendi kiminin yıkıntılar içinde, kiminin de yarısı bitmiş kulübelerde yaşaması hatta evsiz dolaşması.
O da Johannes’i anlamaya çalıştı ama ben Nasıralı İsa! demeye başlamış biriyle bağ kurmak kolay değildi. İlahiyat okurken Soren Kierkegaard’ın kitaplarıyla bazı şüphe ve dayanaksız fikirlere kapılmış, kurtuluş olarak mistisizme sarılmıştı belli ki. Marten ve terzi rahip arasındaki anlaşmazlıklar iktidar mücadelesiydi bir yanıyla. Marten çiftliği kazanmak, belli bir inanç biçimi üzerinden cemaatini kurmak için çok emek vermişti. Yaşayan, daha reformist ve canlı bir dine inanıyordu. Bunları sapma olarak gören, esas akideyi ve geleneği taşıdığına inanan terzi, bu yüzden Anders’in yanlışım nedir sorusuna, bizim inandığımız şekilde Hristiyan olmaman diyordu. Mucize eseri ikna olan Marten oğlunu alıp kız istemeye gittiğinde, terzi hala dünyanın zevkine meylettikleri için cehennemi boylayacaklarından söz ediyor, toza dönüşmeden yanılgıdan kurtul bize katıl diyordu. Marten ise kendi inancını iki cihanda mutluluk, onunkini ise kasvet ölüm ve acı çekme olarak görüyordu. “Benimki hayatın inceliği seninki ölümün soğukluğu.”
Filmin nezaketle laf çarpılan sahnelerinin ardından acı haber geldi. Marten’in hamile olan gelini Igel doğum esnasında önce bebeğini kaybetmiş sonra da canından olmuştu. İki kızdan sonra beklenen ve üzerine fazla hayaller kurulan erkek bebek leğende dört parçaydı artık. Johannes daha doğum başlamadan tırpanlı adamın gelip anne ve bebeği götüreceğini sonra onu kendisinin dirilteceğini söylemişti ama deli ya kimse aldırmamıştı.
Johannes’in hezeyanları dinmek bilmiyordu.
“İnancı eksik olan insanlar ölü İsa’ya inanır, yaşayana değil. İki bin yıl önceki mucizelere inanıyorlar ama şimdi mucizeler gerçekleştirmek üzere geri dönen bana inanmıyorlar. Beni kendi adıma öldüren, ümitlerimi kıran kilise, beni tekrar çarmıha gererseniz yazıklar olsun.”
Kainattaki dengenin belli kuralları ve işleyişi var elbette ve Tanrı bazen bunları bozar ve mucize gerçekleşir. Aslında sürekli mucizeler geçiyor hayatımızdan. Montaigne’in dediği gibi her sabah ayağa kalkıp yaşamaya devam edebiliyor ve kendi mucizemizi tekrarlıyoruz. Özür ve bağışlama bile bir mucize. Terzi Peter ölünün başında Hz. İsa’nın ilkelerini açıklıyordu:
Beni duyanlara söylüyorum. Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size kin kusanları kutsayın. Her kim yanağınıza tokat atarsa ona diğer yanağınızı uzatın.
Kaybettiği aklı başına geri gelmiş olarak cenaze salonuna gelen Johannes “burada Igel’i gerçekten çok seven geri gelmesini isteyen biri olmadığından ölü o” diyordu. İnananlar arasında gerçekten inanan biri yok İgel, sen çürümelisin çünkü dönem çürümüş.
Igel’in küçük kızının elinden tutup, İsa’nın adını söylediğimde annen kalkacak diyerek ilerlemesi, “duyun beni ölüler! İsa eğer mümkünse hayata yeniden dönmesini sağla, ölüleri canlandıran kelimeleri söyle demesi, İsa adına kalk! dediğinde Ingel’in katafalkından kalkmaya başlaması.
Bu tüyler ürpertici sahnelerden murat saf inancı yitirmeseydik nelere tanık olacaktı bu dünya iddiası. Kuşkulardan kurtulup tam iman ettiğimizde Peygamberin yaşadığı neyse aynısını yaşamanın mümkün oluşu. Burada modernliğin pozitivist yaklaşımların hayatı ve gerçeği kavramada yetersiz kalışına dair bir eleştiri var.
Film boyunca Johannes’in deliliği ile imanının büyüklüğü arasında bağlantı kurulmuş. Kötü din adamı ya da Hristiyan profillerinin olmaması ve bütün tartışmaların saygıyla gerçekleşmesi sonunda varılan dostane uzlaşma. Şükür ve duanın diriliş ve mucize getirişi. Sinemanın Hristiyanlığı anlatmak için kullanılması gerektiği tezini savunanların büyük başarısı olarak görülebilir bu film.