[10 Kasım 2019] Yukarıdaki resme dikkatle bakın. Size birilerini çağrıştırıyor mu? Belki sakalın jenerik etkisinden ötürü, ben galiba birine benzetiyorum ama adı dilimin ucunda; bir türlü çıkaramıyorum.
Neyse, sizi yormayayım; kendileri ABD Cumhurbaşkanı Donald Trump’ın büyük oğlu, 41 yaşındaki Donald Trump jr oluyorlar. Önünde kalınca bir kitap var, gördüğünüz gibi. İçine bir şeyler yazıyor. Arkasında dev BARNES & NOBLE kitapevleri zincirinin “…ES & NOBLE” kısmının okunabilir olması, bir imza gününde olduğumuzu düşündürüyor.
Doğru. Donald jr’un yeni kitabının başlığı Triggered: How the Left Thrives on Hate and Wants to Silence Us (Tetikçilik: Sol Nasıl Nefretten Besleniyor ve Bizi Susturmak İstiyor). Yani anlıyor musunuz: nefretten beslenen, artık Trump’ların şemsiyesi altına giren aşırı sağ değil de solmuş; Trump’ın kendisi her gün nefret kusmuyormuş, bütün bir “düşmanlar” dünyasına; ayrıca, vah vah, Trump devlet başkanlığının bütün olanaklarıyla karşıtlarını, meselâ Ukrayna telefonu ihbarcılarını, neredeyse bütün eski Ukrayna elçi veya temsilcilerini, Beryaz Saray’da çalışmış yarbayları vb susturmaya çalışmıyormuş da, bütün dünya birleşmiş, Trump’ı ve Trump’çıları susturmaya kalkıyormuş!
Biliyorsunuz, eskiden aile veya hanedan yönetimleri daha çok, en olmayacağını sandığınız yerden, Marksist sosyalizmin içinden çıkardı. En aşırı örneği üç Kim’in peşpeşe dizildiği ve hepsinin adının anayasaya girdiği Kuzey Kore’ydi ve hâlâ da öyle kuşkusuz. Arnavutluk’da Enver Hoxha (Hoca) ve eşi Necmiye; Yugoslavya’da Josip Broz Tito ve eşi (bir tür komünist Demir Leydi diyebileceğimiz) Jovanka Broz Tito da fena değildi bir zamanlar. Romanya’da Nicolae Ceauşescu (Çavuşesku) ve eşi Elena’nın diğer akrabalarıyla birlikte kurduğu yönetim tezgâhı, Stalin’in 1930’lardaki “tek ülkede sosyalizm” sloganına atfen, “tek ailede sosyalizm” diye hicvediliyordu.
Türkiye’de, Maocu hareketin 1970’lerin ikinci yarısında geldiği noktada, bayağı kitleselleşmiş sayıyorduk kendimizi. O kadar ki, başka ülkelerin çok dar çevrelere hapsolmuş benzer partilerine acıdığımız dahi oluyordu. Bir Kanada Marksist-Leninist Komünist Partisi vardı örneğin. Hindistan Komünist Partisi’nden kopma, Hardial Bains diye bir Hintli göçmen tarafından kurulmuştu. 1970’lerdeki haliyle, yönetimin neredeyse tamamı Hardial Bains’in aile fertlerinden oluşmaktaydı. Bakar ve üzülürdük (üzülür gibi yapardık), bu nasıl iş diye. Hardial Bains önce çok sıkı Çinciydi (Maocuydu). 1976’da Mao öldükten sonra Arnavutlukçu (Enver Hocacı) oldu. Ramiz Alia’nın son komünist liderliği de çökünce, Hardial Bains daha önce “sosyal-emperyalist” diye suçladığı Kübacılığa (Castroculuğa) geçti. Bu arada, 1980’lerin ikinci yarısında Türk Maoculuğu da iyiden iyiye bir hayal âlemine gömüldü. İdeolojik değişimleri Hardial Bains’ten çok ama çok daha sert oldu. Önce Kürtçülüğe (PKK ve Abdullah Öcalan ile ittifak arayışına); sonra Kemalistliğe, orduculuğa, cuntacılığa ve Denktaşçılığa; oradan, 2000’li yılların anti-vesayetçi demokratikleşmesine karşı MHP ve Ülkücülerle “millî” ittifak arayışlarına; son olarak, giderek otoriterleşen Cumhur İttifakı’na, “anti-emperyalizm” adına destek anlamına gelen “Hepimiz Aynı Gemideyiz” hareketine ve bunun içerdiği artık son derece aşırı anti-Kürt bir çizgiye geçtiler. Dile kolay diyeceğim, ama dile dahi kolay değil. Lâkin başkası yapsa yirmi bin kere hain ilân edilecek olan bütün bu savrulma ve yalpalamalar sürecinde bir şey hiç değişmedi: önce İşçi Partisi, sonra Vatan Partisi adım adım bir aile şirketi haline geldi.
Buna karşılık gelişmiş Batı ülkelerinde çok uzun süre yoktu böyle şeyler. Çünkü tâyin değil seçim usulleri ön plandaydı. Kimse çoluk çocuğunu böyle kayıramıyor; faraza oğlunu gençlik örgütünün başına geçiremiyor veya yeğenini merkez komitesine sokamıyor (sonra da “genel başkanın telefonlarına çıkmama” suçunu kongre raporuna yazacak kadar kendini gülünç ve zavallı duruma düşüremiyor); herkesin, bütün kamuoyunun gözü önündeki demokratik mekanizmalar içinde, genel başkan veya genel sekreterce arkalanmaksızın, parti içinde yükselecekse birey olarak yükselmesi, vasatlıkta kalması veya düşüp elenmesi gerekiyordu. Churchill’in, Roosevelt’in, De Gaulle’ün, Adenauer’in… ve daha nice ünlü “burjuva” politikacılarının asla söz konusu değildi böyle özel çiftlikler kurabilmesi. Özgür medyaya, kuvvetler ayrılığına, parlamentonun üstünlüğüne, denge ve denetleme mekanizmalarına, belki en önemlisi yerleşmiş siyasî kültüre tümüyle aykırı şeylerdi.
Derken Trump fenomeni çıkageldi. Derin Amerika’nın en geri, dünyadan en habersiz, en taşralı, en redneck kesimleri, tutup politikadan habersiz, ırkçı, küfürbaz, kadın düşmanı ve şarlatan bir emlâkçıyı Beyaz Saray’a getirdi. Her türlü ölçü, âdâb ve erkân gitti; yerini görgüsüzlük, yalan, tehdit ve şantaj aldı. İngiltere’de de siyaset Trump benzeri bir dönemece girmiş görünse de, en azından son Brexit, hükümet ve parlamento krizlerinde, faraza Boris Johnson’ın en yakın akrabalarının hiç de başbakanın yanında saf tutmadığı ortaya çıktı. Buna karşılık ABD’de Trump alabildiğine fütursuz davrandı; başta kızı İvanka ve damadı Jared Kushner olmak üzere, böyle bir akrabalık iç halkası oluşturdu.
Oğlu Donald Trump jr’un “Biz” nosyonu ve “Bizi” susturmak isteyenlere karşı bütün bir kitap döşenmesi de büyük bir yazarlık yeteneğinin ansızın çiçek açması değil, hele 2020 seçimlerine giden yolda bu ailevî seferberliğin bir icabı olarak değerlendirilmeli. Bu açıdan ilginç bir gösterge, babasının (ve bütün ailenin) en zayıf noktasını kapatmak için gösterdiği çaba. Mesele şu: Amerikan politikasında, orduda görev yapmış, faraza (artık ne kadar geride kalsa da) Kore, Vietnam, Körfez veya Irak’ta savaşmış olmak çok önemli. Oysa ne Trump’ın silâhlı kuvvetlerde en ufak bir hizmeti var, ne de çocuklarının. Vietnam Savaşı sırasında Trump beş kere tecil almış, askere alınmamak için. Dördü normal; üniversitede okuduğu yılların öğrenci tecilleri. Ne ki, öğrenciliği sırasında geçirdiği tıbbî muayenelere göre, 1968’de mezun olduğunda sağlık durumu orduya yazılmaya uygun. Derken her nasılsa beşinci bir tecil zuhur ediyor; ne tesadüf, Trump’ın babası Fred Trump’ın kiracısı konumundaki Larry Braunstein adında bir doktor, Donald Trump’a “ayağındaki kemik çıkıntıları” nedeniyle askerlik yapamaz raporu veriyor. Hangi ayak, belli değil; 2015’de Trump “hatırlamadığını” söyleyecek, 2016 seçim kampanyası sırasında ise ekibi “her iki ayak”ta ısrar edecek. Öyle veya böyle; bir diğer 1968 mezunu olarak benim de birinci elden yaşadığım o yıllarda bütün akranlarının korkulu rüyası olan Vietnam’a gitmekten kurtarıyor. Sonra New York’ta, zamparalığıyla övünen genç ve zengin bir erkek olarak gününü gün ediyor. Sus ve konuşma değil mi, bütün bunlardan sonra? Fakat hayır; o kadar küstah ki, bir de dalga geçecek (haksız, emperyalist bir savaş da olsa) uzak diyarlarda can verenlerle. 1993’te Howard Stern’in talk-show’una çıkıp, 60’lar ve 70’lerin gece hayatından “bayağı tehlikeliydi” diye söz ediyor. Herhangi bir cinsel hastalık kapmama çabalarını “benim kendi Vietnamım” diye niteliyor.
Densizlik bunların genlerinde mi var, nedir? 26 yıl sonra vatanseverliklerini ispatlama sırası, Bizi Susturmak İstiyorlar kitabıyla Donald jr’da. 2017’de, babasının başkanlık yemin töreninin hemen öncesinde, 400,000 Amerikan askerinin yattığı Arlington Ulusal Mezarlığı’nı (veya mutlaka İslâmî bağlamda düşünmezsek, Arlington Ulusal Şehitliği’ni) nasıl ziyaret ettiklerini anlatıyor. Tam, yeni devlet başkanı Meçhul Askerler Mezarı’na çelenk koyarken, bir ampul yanıveriyor oğlunun kafasında: “Sıra sıra beyaz mezar taşlarının önünden geçerken, o ânın ciddiyeti içinde, devlet başkanlığının ve ülkemizi sevmenin önemini daha derinden kavradım. Gene o ânda, ailecek daha şimdiden maruz kaldığımız bütün saldırılar ve babamın başarısına destek olmak uğruna — sırf, başkanlık makamından yararlanıyor görüntüsü vermemek için yatırımlarımızın ve uluslararası sözleşmelerimizin önemli bir bölümünden gönüllü olarak vazgeçmek gibi — yapmamız gerekecek fedakârlıklar geçti aklımdan.” Biraz aşağıda devam ediyor: “Doğrusunu söylemek gerekirse, bayağı büyük bir fedakârlıktı, bize her yıl milyonlarca ve milyonlarca dolara malolan. Tabii ana mecra medyası zerrece takdir etmedi bunu, artık beni zerrece şaşırtmasa da.”
Ne denir? Arlington’a gidiyor ve o kadar duygulanıyor, o kadar duygulanıyor ki… para meseleleri geliyor aklına. Orada aldıkları emirler doğrultusunda can vermiş neredeyse yarım milyon gömülü. Bununla aile şirketlerinin toplam kârından her yıl uğrayacakları birkaç milyon kaybı yan yana koyuyor. Her ikisini karşılaştırılabilir fedakârlıklar gibi görüyor.
Orhan Veli’nin ünlü “Vatan İçin” şiirine belki bir satır eklenebilir o zaman:
Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik;
Kimimiz biraz daha az kâr ettik.