[30-31 Mart ve 1 Nisan 2016] İhsan Bilgin’in “meslekdaşlarını itham” ithamını (bkz Şiddet ve baskı, 24 Mart 2016), ilk ağızda daha çok, somut olguları tartışmaksızın, “devlet her zaman en büyük terör odağıdır” gibi bir iddiaya sığınıp, bundan “her durumda öncelikle devlet muhatap [hedef] alınmalıdır” gibi bir yaklaşım türetmeye çalıştığı için eleştirdim (bkz Somut siyasi eleştiriye karşı, dogmatik, apriorist bir savunma, 26 Mart 2016). Amacım, sırf İhsan Bilgin’e cevap vermek değildi kuşkusuz. En son onun (çok kısa biçimde) dile getirdiği bazı fikirler üzerinden, çok daha geniş bir alanı: 1128’ler bildirisi hakkında sol-akademik çevrelerde hayli yaygın bazı apoloji ve kaçamakları bir bütün olarak irdelemekti.
Bu noktada, büyük resmi, tablonun tamamını görmemizde yarar var. Geçtiğimiz üç ay boyunca yazılıp çizilenleri incelediğimizde, böyle başlıca üç tür kaçamak veya saptırma ile karşılaşıyoruz: (1) Bu bir barış bildirisidir; imzacılar barıştan yana ses yükseltmiş, esas olarak bir barış çağrısında bulunmuşlardır (dolayısıyla bu kadar gürültü patırtıya hedef olmaları, köklü bir barış aleyhtarlığını yansıtıyor). (2) Bu çağrıyı sadece devlete yöneltmelerinde de hiçbir sorun yoktur, çünkü (İhsan Bilgin’in tekrarladığı veçhile) her durumda en kötü olan ve hesap sorulması gereken, devlettir. Barış istenecekse, elbette esas olarak (= sadece?!) devletten istenecektir. (3) Madalyonun diğer yüzünde, bu çağrıyı çatışmanın öteki tarafına, yani PKK’ya da (hiç) yöneltmemelerinde, keza herhangi bir sorun yoktur, çünkü PKK illegal bir örgüttür ve bu niteliğiyle, vatandaşlar tarafından muhatap alınamaz. T.C. vatandaşları, adı üstünde, PKK’nın değil Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşlarıdır ve durumda herhangi bir değişiklik yapılmasını istiyorlarsa, bunu sadece kendi devletlerinden talep edebilirler. PKK “bizi” ilgiledirmez; ona mensup değiliz ve dolayısıyla onu etkileme gücümüz de yoktur. “Biz” sadece, kiminle konuşabileceğimize ve kimi etkileyebileceğimize bakabiliriz.
Dikkatli bir gözün kolayca farkedebileceği gibi, bu üç argüman birbirini tamamlıyor ve boşluksuz, deyim yerindeyse su geçirmez bir defans sistemi oluşturuyor (veya oluşturmayı amaçlıyor). Örneğin “barış” iddiasına karşı (birazdan anlatacağım gibi) böyle tek-yanlı barış bildirisi mi olur deseniz, hemen karşınıza (kendi içinde değeri/değersizliği ne olursa olsun) hemen “esas muhatap devlettir” barikatı çıkıyor. PKK’ya hiç mi bir şey söylenemez(di) diye soracak olsanız, bu sefer “hayır, söylenemez, söylenmemeli” yanıtını alıyorsunuz. Başka bir deyişle, var oluyor ve ayakta duruyorlarsa, hep birlikte ayakta duruyorlar — ama bu, çökünce de toptan çökmeleri anlamına geliyor.
Gene de, oraya giden yolda önce hepsini ayrı ayrı ele almakta yarar var. İhsan Bilgin eleştirimle, halkalardan ikincisini cevaplamış oldum sanırım. Bu yazıda ve umarım yarınki devamında ilkini ele almak istiyorum. Sonra üçüncüsüne, PKK’ya söylenecek bir şey olup olmadığına geleceğim.
Savaş bunun neresinde?
Üzerinden üç ay geçtiği için tam ne dediği hafızalarda bulanıklaşmaya yüz tutan bildiriyi hatırlatmakla başlayalım. Kendilerini “Barış İçin Akademisyenler” olarak adlandıran bir grup tarafından kaleme alınmış beş paragraf söz konusu. (1) Başlığında “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız!” diyor, yani (devlete) net bir suç isnadında bulunuyor ve (2.1) bu suçu şöyle tanımlıyor: “Türkiye Cumhuriyeti devleti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.”
Burada belki en ilginç olan, altını özel olarak çizdiğim “yerleşim yerlerine” ve “ancak bir savaşta kullanılacak” ibareleri. Sıradan bir anket yapacak olsanız, herhalde insanların yüzde 90 küsuru size Türkiye’nin güneydoğusunda ciddi bir savaş olduğunu söyler. Oysa “Barış İçin Akademisyenler”e bakılırsa, aslında savaş yok ama devlet sanki savaş varmış gibi “ağır silahlarla” saldırıyor ve birilerinin — savaş varsa/varken ister istemez gündeme gelmeyecek olan — “yaşam hakkı”nı, güya savaş yokken, yani durup dururken ihlâl ediyor. Peki, kim bunlar, yani devletin karşısındakiler? Genel kanıya göre, her savaş gibi bu savaş da iki taraflı; (hangi nedenle isyan etmiş ve silâha sarılmış olursa olsun) kelimenin tam anlamıyla isyancı bir güç olarak PKK ile devlet arasında cereyan ediyor. Ama bildiriye bakılırsa, bir kere daha böyle bir saflaşma veya kutuplaşma yok; “birileri” diye tarif edilebilecek bir karşı taraf mevcut değil. Devlet, sizing sandığınız gibi PKK’nın savaşçı güçlerine, bazı şehirlere yığdığı ve hendekler – barikatlar ardında mevzilendirdiği dağ kadroları ile YDG-H milislerine değil, doğrudan doğruya “yerleşim yerleri”ne saldırmak suretiyle (oradakilerin) “yaşam hakkı”nı çiğniyor.
Güvenlik güçleri PKK’yla mı, “yerleşim yerleri”yle mi savaşıyor?
İyi de, ne demek şu “yerleşim yerleri” göndermesi? Böyle bir özne veya taraf olabilir mi? Şu esrarengiz, olan ama olmayan savaş, devlet ile bir takım “yerleşim yerleri” arasında mı cereyan etmekte? Birer mekân olarak ilçe merkezleri kendi başlarına savaşamayacağına göre, “Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de” kim(ler) savaşıyor polise ve askere karşı? Devlet (durup dururken) saldırmış da yerel halk mı spontane olarak direnişe geçmiş? Öyleyse, sivil hakın yüzde 80’i neden akın akın terkediyor bu “yerleşim yerleri”ni? Devletin amacı “yerleşim yerleri”ne saldırıp katliam yapmaksa, neden semt ve mahallelerinden kaçan onbinlere hiç dokunmuyor da, sözü edilen ilçe merkezlerinde, (aslında mevcut olmayan?!) birilerine karşı savaşmaya devam ediyor?
1128’ler bildirisinde bu ve benzeri sorulara cevap bulmak olanaksız. Buna rağmen ilk paragraftaki ağır suçlamayı, ikinci paragrafta (2.2) “Bu kasıtlı ve planlı kıyım” nitelemesi izliyor; bu bağlamda, ulusal ve uluslararası hukukun “ağır bir ihlâli”nden söz ediliyor. Üçüncü paragrafta (2.3) olay bir kere daha “Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikası” biçiminde tanımlandıktan sonra, buna karşı sıralanan talepler şöyle başlıyor: “Devletin” bu politikadan “derhal vazgeçmesi… sokağa çıkma yasaklarının kaldırılması…” Bu paragrafın kalanı bir anormallik arzetmiyor, zira insan hakları ihlâllerinin soruşturulmasına, maddî ve manevî zarar tesbiti ve tazminine, ulusal ve uluslararası gözlemcilerin incelemesine vb ilişkin istekler, her çatışma sırası veya sonrasında söz konusu olabilir. Kabul edilip edilmemesi ayrı bir mesele; ama bunlara saçma ve mantıksız denemez. Gelgelelim, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılması oldukça farklı mahiyette. Bu, sürmekte olan savaşın taktikleriyle doğrudan ilgili bir husus. PKK gelmiş, “özyönetim” ilân ettiği bazı ilçe merkezlerine büyük miktarda savaşçı yığmış, hendekler açmış, barikatlar inşa etmiş. Yani buraları fiilen işgal etmiş ve egemenlik kurmuş; olan budur aslında. Devlet ise söz konusu PKK yığınaklarını temizlemek ve işgalleri kaldırmak istiyor. Özetle, PKK içeride, devlet dışarıda. Devlet girmek, PKK ise sokmamak istiyor (“yerleşim yerlerine saldırı” görüntüsünün ardında, bu gerçek yatıyor).
“Kürt siyasî iradesi”ni kollamak; devleti savaşamaz kılmak
İmdi, PKK stratejisinin önemli bir parçası, bir yandan savaşırken diğer yandan serbestçe dolaşabilmek; sivil halkın arasına karışıp, hakim olmayı amaçladığı ilçelere dilediği gibi girip çıkabilmek; takviye getirebilmek ya da kaçıp gidebilmek, gerekiyorsa başka alanlara kayabilmek. İşin bir diğer boyutu, gene sivil halkın sokakları doldurması yoluyla, güvenlik güçlerini ilerleyemez, savaşamaz, operasyon yapamaz hale getirmek (ya da, asıl o koşullarda sivil halkın gerçekten büyük kayıp vermesine yol açmak ki infial meydana gelsin). Buna karşılık uzun süreli sokağa çıkma yasakları, (i) PKK’yı sabitleyip kuşatmayı; (ii) sivil halkı riske etmeksizin sokak muharebelerini sürdürebilmeyi amaçlıyor. Ama ilginçtir, “Barış İçin Akademisyenler” bildirisi tam da bu uygulamanın kaldırılmasını öncelikle istiyor devletten. Niçin? PKK en fazla bu uygulamayı hesaplamadığı ve (olan ama olmayan savaşta) en çok bu yüzden zarar gördüğü, kuşatıldığı ve köşeye sıkıştığı için mi? Tersten söyleyecek olursak; (PKK’yı değil ama) sırf ve özellikle devleti savaşamaz hale getirmek için mi?
Geçelim; dördüncü paragrafta (2.4) “müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını” vurguluyorlar. İyi, güzel; ayrıca hemen belirtelim ki metnin tamamında “barış” sözcüğü tek bir defa ve sadece burada geçiyor. Derken bir sonraki cümlede hükümet, “Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturma”ya çağrılıyor. Bu sefer altını özellikle çizdiğim bölüm, 1128’ler bildirisinin üçüncü kritik ifadesi. Şu ana kadar, öte tarafta kimse yok gibiydi; şimdi ufukta ansızın bir karşıt ve bir muhatap beliriyor; adına da KCK-PKK ve/ya HDP değil, “Kürt siyasî iradesi” deniyor. Bırakın, devamındaki “bağımsız gözlemciler” önerilerini (ve “bir atlı süvari” misali “müzakere görüşmeleri” Türkçesizliğini). “Barış İçin Akademisyenler”in siyasî konum, tutum ve niyetlerini en fazla açığa vuran nokta burası; “Kürt siyasî iradesinin talepleri” sözcükleri.
Bir kere, kimmiş, neymiş o “Kürt siyasî iradesi”? Net olarak saptanmış, tartışılmaz, herkesin üzerinde anlaştığı bir şey mi? KCK-PKK ve/ya HDP ile mi özdeş? Bütün Kürtler katılır mı, katılıyor mu buna? Ya da hangi mantalite, hangi saik, hangi yorum ve yaklaşım, 1128’leri KCK-PKK’yı “Kürt siyasî iradesi” diye tarif ve taltif etmeye götürmekte? Asıl önemlisi, “barış”ın biricik yolu işbu “Kürt siyasî iradesi”nin “talep”lerini esas almaktan mı geçiyor? Beşinci paragrafın başında (2.5) “Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesi” vurgulanmış. PKK’nın şiddeti yok, o şiddete son vermesi/verilmesi gerekmiyor; ama devletin şiddeti (PKK’ya değil) “vatandaşlarına uyguladığı şiddet” diye adlandırılıp derhal son bulması isteniyor.
Barış bunun neresinde?
Bu, şiddeti ve terörü doğrudan övmek ve önermek değil (ortada bir incitement yok); dolayısıyla suç oluşturmuyor. Öte yandan, PKK’nın “özyönetim” adı altındaki silâhlı irade dayatmasına; Türkiye’de barış, huzur ve istikrara karşı giriştiği şiddet emrivakisine arka çıkmanın dolaylı bir varyantını oluşturuyor. Hükümet savaşmayı bırakacak; sokağa çıkma yasaklarını kaldıracak; PKK’yı rahatlatacak; bir dizi ilçe merkezini KCK iktidarına terk edecek; “kalıcı barış”ı da gene KCK-PKK’nın koşulları temelinde kurmayı kabullenecek. Olmazsa, “Barış İçin Akademisyenler” Türkiye’yi büyük devletlere uluslararası kuruluşlara ve Batı kamuoyuna şikâyet edecek. (Bunun da, iş oraya gelirse, hangi doğrultuda yapılacağını şimdiden söyleyeyim: Tarihle rezonansa girerek alıcı bulacağı, hazır tüketicilerinin kulağına hoş geleceği varsayımıyla, kabaca “1915 Ermeni soykırımı bu sefer Kürtlere karşı tekrarlanıyor” gibi bir formül kullanılacak. Son katıldığım WATS toplantısında, bazı militan lâf sokuşturmalarla başladı zaten. Hiçbir benzerlik olmadığı halde benzermiş gibi gösterilecek. Tarihsel gerçeklik politik ucuzluk ve oportünizme feda edilecek. 1128’ler bildirisinde PKK’ya karşı savaş gerçeğinin yerine ikame edilen “açlığa ve susuzluğa mahkûm etme… yerleşim yerlerine saldırı…kasıtlı ve planlı kıyım… başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı katliam ve bilinçli sürgün politikası… vatandaşlarına uyguladığı şiddet” ve benzeri ifadeler, elverişli bir konjonktürde bu iddianın zeminini oluşturacak.)
Sonuçta, bir durup düşünelim: Bu gerçekten bir barış çağrısı mı? Yoksa açık-örtük müdahale tehditleriyle gelen bir ültimatom denemesi mi? Ya bağrındaki mantıksal çelişkiye ne demeli? Yukarıdaki başlık resimlerime bir bakın. Solda, 1920’lerin Sovyet başbakanı Rykov, Çeka’nın 1917-26 arasındaki kurucu direktörü Felix Dzerzhinsky ile el sıkışıyor, daha doğrusu, bugünkü gençlik argosuyla çak yapıyor. Sağdaki versiyon ise 1930’lardan. Rykov tasfiye olmuş. 1926’da ölen “Demir Feliks” ise Bolşevik Devrimi’nin azizler galerisine katılmış. Dolayısıyla fotoğrafın rötuşlanmış halinde, âdetâ “hava”yla ya da “boşluk”la çak yapıyor.
Bu, geçmişin gerçek olaylarından geçmişin gerçek insanlarını kesip çıkarmaya bir örnek. Bana kalırsa 1128’ler bildirisi daha da absürd. Bugünkü realiteden bugünkü PKK’nın bugünkü savaşını kesip çıkarıyor. Ortada, 22 Temmuz’dan bu yana güvenlik güçlerinden 355 ve PKK’dan 5500 küsur ölü gibi, gayet somut, elle tutulur rakamlar var. 355 rakamı, savaş olmadığına değil, devletin ciddi kayıp verdiği bir savaşın sürüp gittiğine işaret ediyor. 5500 rakamı, sivil halka yönelik bir katliam politikasına değil, silâhlı bir örgütle savaşa işaret ediyor. “Barış İçin Akademisyenler” ise, Dzerzhinsky’nin “boşluk”la çak yapması gibi, bizi devletin de “boşluk”la savaştığına inandırmaya çalışıyor.