[14 Mart 2016] Boşuna dememişler: Hafıza-yı beşer nisyan ile malûldür. Hep unutuyoruz, ama bazı alanlarda unutmak daha kolay oluyor. Tarih ve siyaset buna en iyi örnek. Nesilden nesile komprime formüllerle aktarılabilecek sert bir teorik çekirdekten yoksunlar. Herşey deskriptif; uzun uzadıya, bütün detaylarıyla anlatmak gerekiyor. Çoğunluk açısından, kalıcı bir hafıza teşekkül etmiyor bu yüzden. İroniktir; insanlığın hatırlamaya en çok muhtaç olduğu iki alanda, her kuşak neredeyse sıfırdan başlayıp Amerika’yı yeniden keşfetmeye kalkıyor. Söylediğinizde de kös dinliyor; koskoca evrende en muazzam gerçeklik kendi özel tepkileriymiş gibi, sarsılmaz bir epistemolojik özgüvenle bildiklerini okuyorlar. Sonuçta, olabilecek bütün hatâlar tekrarlanıyor. Auden’ın sözleriyle, bir noktada ulaştığımız aydınlanmayı yitirirsek, alışkanlık yaratan acılara, kedere, kötü yönetime, hepsine yeniden katlanmamız gerekiyor (The enlightenment driven away, / The habit-forming pain, / Mismanagement and grief: / We must suffer them all again.)
Bari bugünkü demokrasi koalisyonu için böyle olmasın istedim, bir yerde. Son zamanlarda AK Parti içi ve çevresinde başgösteren toleranssızlığa, hırçınlığa, kraldan fazla kralcılığın yol açtığı yersiz ve gereksiz kutuplaşmalara, bir zamanlar Marksizmin teorileştirdiği bazı siyaset kavramları açısından yaklaşmayı; derdimi bir de öyle anlatmayı denedim (30 Ocak 2016: “Çizgi” nedir? “Dar” ve “geniş” çizgiler neye yarar?; 6 Şubat: Aydınlar ve dar çizgiciler). Oradan, solun (sanki bu dersler mevcut değilmişçesine) yaşadığı kendi trajedisine geçtim. Politika ne kadar amansızlaşabilir; her türlü arkadaşlık, dostluk, ahde vefa, iktidar hırsları içinde nasıl yokolup gider; hattâ tarihsel gerçekliğin görsel kanıtlarının üzerinde dahi nasıl tepinilir — geçmişe uzunca bir parantez açıp, bunları Stalin ve dönemi üzerinden örneklemeye çalıştım (9 Şubat: Hazır, lâf resimden, “çizgi”lerden ve Stalincilerden açılmışken (1); 11 Şubat: (2) Resimler, “çizgi”ler, kaybolan siyasî komiserler; 14 Şubat: (3) Önce beştiler; derken dört, sonra üç, iki ve bir kaldı). Derken, ben lâfı böyle uzattıkça hep olur ya, gene araya başka şeyler girdi. Tosun’u kaybettik; bir süre başka şey düşünemez oldum. Sonra Dündar-Gül olayıyla aşağı yukarı aynı konuya başka bir noktadan geri döndüm (1 Mart: Anayasa Mahkemesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan). Dar çizgici eleştirisizliğin eleştirisine oradan devam ettim: Üç önemli yazının düşündürdükleri (4-5 Mart); Savunulamaz olanı savunmaya kalkmamak (6 Mart); Antagonistleşmemek, fraksiyonlaşmamak (11 Mart). Benim kafamda bu dokuz makale bir bütün. Şimdi son bir yazıyla hem Stalin özel parantezini, hem dizinin tamamını kapatmak istiyorum.
Sovyetler Birliği’nden şimdiye kadar verdiğim tahrifat örnekleri, daha çok, belirli olayların içinde yer almış olan insanların, daha sonra gözden düştükleri, hattâ tasfiye ve idam edildiklerinde, fotoğrafların rötuşlanması yoluyla hiç orada değilmişler gibi gösterilmesiyle ilgiliydi. Evet, en çok kullanılan çarpıtma yöntemi bu; ama madalyonun diğer yüzünde, bir de başka bazılarının, daha doğrusu sadece Stalin’in, aslında içinde olmadığı olay ve ortamlarda varmış gibi gösterilmesi yer alıyor. Bu da ister istemez fotoğraflar değil tablolar aracılığıyla yapılabiliyor.
Yukarıdaki resme dikkatle bakınız. 1917 Şubat Devrimi’nin ardından, Lenin yıllardır sığınmış olduğu İsviçre’den (Alman genelkurmayının tahsis ettiği bir “mühürlü tren”le) apar topar Rusya’ya dönmüştü. Daha sonra Ekim Devrimi’nde oynadığı “olmazsa olmaz” rol düşünülürse, iki ayrı takvime göre 3 veya 16 Nisan 1917’de Petrograd’ın Finlandiya İstasyonu’na varması gerçekten kritik bir adımdır. Nitekim Stefan Zweig bu yolculuğu İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar arasına alır; Edmund Wilson’ın (Türkçeye Can Yücel tarafından Lenin Petrogırad’da diye çevrilen) ünlü To the Finland Station (1940) kitabının orijinal başlığı da, Fransız Devrimiyle başlayan bir düşünce ve eylem serüveninin gelip dayandığı bu noktanın önemini yansıtır. Peki, yanında kim vardı Lenin’in, Zürich’ten çıktığı sekiz günlük yolculukta? Sadece Bolşevikler değil, diğer devrimci grup ve örgütlerden de, kadın ve çocuklar dahil toplam 35 sürgün. Kimler bekliyordu Lenin’i, eskiden çarlara mahsus olan özel yolcu salonunda? Petrograd Sovyeti’nin, Çkeidze ve Suhanov gibi Menşeviklerin de içinde, hattâ başında yer aldığı Başkanlık Divanı (Prezidyumu). Stalin var mıydı aralarında? Hayır, yoktu, çünkü Prezidyum’da yer almıyordu. Suhanov’a göre 1917’de “gri bir gölge” gibiydi Stalin, “bir görünüp bir kaybolan ve arkasında hiç iz bırakmayan.” Buna rağmen, Mikhail Sokolov’un yirmi yıl sonra yaptığı yukarıdaki tabloda (bkz David King, The Commissar Vanishes, 34-35), vagonun merdivenlerinden kalabalığı şapkasıyla selâmlayarak inen Lenin’in hemen arkasında, bıyığı ve kasketiyle “tipik” bir Stalin duruyor.
Can Kozanoğlu’nun Cilâlı İmaj Devri ve Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak başlıklı çalışmaları 1992’de peşpeşe yayınlandığında, dikkat çekici şeyler söylüyorlardı 80’ler ve 90’lar Türkiye’sine dair. Fakat bu “vitrin” veya “cilâlı imaj” meselesi, sadece postmodern günümüzü anlatan bir metafor değilmiş meğer; 1937’de artık bütün rakiplerini ezmiş ve yoketmiş bulunan
bir Büyük Liderin imajının geçmişe doğru cilâlanıp o “gri gölge” halinden kurtarılmasını da içerebilirmiş. Aynı manipülasyon, yukarıdaki iki görselde çok daha belirgin bir dalkavukluğa ulaşıyor. Her ikisinin ortak özelliği, Stalin’in sadece “hep Lenin’in yanında” değil, neredeyse Lenin’den de daha önemli, merkezî ve duruma hâkimmiş gibi gösterilmesi. Soldaki, Yevgeny Kibrik’in 1947 tarihli bir karakalem çalışması. Başlığı Lenin’in 24 Ekim gecesi Smolny’ye gelişi. Petrograd’daki Smolny Enstitüsü, Bolşeviklerin Ekim Devrimi’ndeki karargâhıydı. Askerî Devrim Komitesi’nin başkanı da Troçki’ydi ve ayaklanmayı Smolny’den planlayıp yönetmişti. Stalin ise Smolny’de hiç yoktu o sırada. Oysa Kibrik’in eskizinde, (Komintern ajanı Ramon Mercader tarafından 1940’ta Meksika’da öldürülen) merdivenlerden çıkmakta olan Lenin’in yanıbaşında Troçki değil, çok ama çok yakışıklı, pırıl pırıl bir Stalin var. Besbelli ki Lenin, bu (güya) en önemli yoldaşına olağanüstü bir yakınlık gösteriyor; sol elini omuzuna koymuş, görüş ve talimatlarını hararetle (başkasına değil) ona anlatıyor (David King, s. 36). Sağdaki resim ise Pyotr Staronosov’un 1936’da yaptığı bir gravür (David King, s. 37). İç Savaş döneminden bir sahne; mütehakkim bir Stalin, duvar haritasının önünde durmuş, Lenin’e cepheler hakkında bilgi veriyor. Stalin kendinden çok emin; Lenin ise duruma biraz yabancı gibi, neredeyse dışarıdan ve bu işlerden anlamazmışçasına bakıp dinliyor. Oysa bir kere daha, Stalin İç Savaşın yüksek komutanlığında yer almıyordu bile. Kızıl Orduları örgütleyip yöneten, Troçki’ydi. Ama tabii “sosyalist gerçekçilik” diye bilinen yalancılık sanatı, bize bir kere daha “olanı değil olması gerekeni” sunuyor.
Resmî endoktrinasyon işte böyle; şimdi gelelim halk üzerindeki, sıradan Sovyet vatandaşları üzerindeki etkisine. Bence asıl facia, en derin dehşet burada yatıyor. Bunun adı korku; devrim uğruna “olacak o kadar” korkusu, “kurunun yanında yaş da yanar” korkusu, bir “yanlış anlama”ya veya “kaza kurşunu”na kurban gitme korkusu. Bu da en çok, her tasfiyede, iktidar hiyerarşisinin her değişiminde, insanların kendi ellerindeki resmî yayınlara, bir önceki dönemde doğrudan doğruya partinin ve devletin çıkarmış olduğu kitap ve fotoğraf albümlerine, ya da ellerindeki gazete kolleksiyonlarına neler yapabildiklerine yansıyor. NKVD mahzenlerinde şöyle bir konuşma düşünün: “İvan İvanoviç, eviniz arandığında ele geçirdiğimiz şu Rykov, Troçki, Zinovyev, Kamenev resimlerini nasıl açıklayacaksınız bakalım? Çok mu seviyorsunuz bu kişileri? Anti-Sovyet faaliyet içinde olduğu kesinlikle ispatlanmış bu karşı-devrimcilerin fotoğraflarını bulundurmak, sizin de Stalin Yoldaşa karşı onlarla aynı komplolar içinde yer aldığınızı ispatlamıyor mu?”
İş bu noktaya gelmişse, söz konusu resimlerin ilgili “hain”ler henüz Sovyet yönetimin en üst katlarında yer alırken, parti kongreleri gibi alenî kamusal törenlerde çekilmiş olduğunu belirtmek sizi kurtarmayabilir. En iyisi, Yagoda, Yezhov, Serov, Blokhin ve diğerleri gibi, adları dahi Voldemort misali dudak uçuklatan sorgucuların böyle sıkıştırmalarına hiç muhatap olmamak için önleminizi baştan alıp Haccın “şeytan taşlama” amelini sürekli yerine getirmek; sırasıyla Ovla, Vusta ve Akabe’ye (küçük – orta – büyük şeytanlara) mertebelerinin gerektirdiği kadar çakıl savururcasına, açığa çıkmış “Sovyet rejimi düşmanları”na nefretinizi göstermek için, sağda solda ne kadar resimleri varsa hepsine saldırmak, çakı veya makasla kesip çıkarmak, yırtmak, gözlerini oymak, ya da çini mürekkebiyle boyayıp tanınmaz kılmak. Yukarıdaki üç fotoğrafa dikkatle bakınız; solda sağa Leon Troçki (David King, s. 1), Grigory Zinovyev (s. 3), Lev Kamenev (s. 143). Hepsi, dönemin ailelerince muhafaza edilmiş albümlerdeki “hain” resimlerinin voodoo inançlarındaki empatik “iğne batırma” egzersizlerini andıran ne gibi hayalî “işkence”lere maruz bırakıldığını yansıtıyor. Okullarda bu tür toplu âyinler düzenleniyordu, diye anlatıyor David King (s. 10): küçücük çocuklar dahi âlet ediliyordu böyle işlere; yanyana sıralarında oturuyor, neşe içinde parmaklarını mürekkep hokkalarına batırıp, evlerinden getirdikleri kitaplardaki “rejim düşmanları”nın yüzlerini boyuyor; partiye ve Stalin’e bağlılıklarını sergilemede birbirleriyle yarışıyordu. Tozlu bir rafta unutulup kalmış bir gazete nüshası bile, “yanlış” fotoğrafı içeriyorsa çok tehlikeli
olabilirdi hane halkı için. Yukarıdaki fotoğrafı 14 Şubat’taki yazımın başlık resmi olarak kullanmış ve satranç oynayan iki kişiden soldaki Kalinin de, sağda, eli sigaralı olan kim acaba diye sormuştum (bkz (3) Önce beştiler; derken dört, sonra üç, iki ve bir kaldı). Cevabı Aleksey Rykov. Tarih, Ocak 1927. Mekân (sıkı durun) Eski Bolşevikler Derneği. Fotoğrafçı Boris İgnatoviç. Yayınlandığı yer, Leningrad’da çıkan Krasnaya Niva dergisi (Kızıl Tarla). Lenin’den müdevver Yeni Ekonomik Politika’nın (NEP) geçerli olduğu 1920’ler boyunca Rykov sürekli yükselişte; önce başbakan yardımcısı, sonra başbakan. Troçki’ye ve “Sol Muhalefet”e karşı Stalin, Buharin ve Tomsky ile elele. Ama sonra Stalin’in partinin “Sağ”ını hedef almaya başlaması, Rykov’un da sonu demek. 1931’den itibaren, siyaset sahnesinde nâmevcut. 1937’de Buharin’le birlikte tutuklanacak; işkencelerle sorgulanacak; 15 Mart 1938’de zindanda başından vurularak idam edilecek. Krasnaya Niva’nın resimde gördüğünüz Ocak 1927 nüshasının sahibi, bütün bunlardan sonra kendini emniyete almak istemiş anlaşılan. Rykov’un yüzünü de oymuş fotoğrafta; resim altı yazısındaki ismini de kesip çıkarmış (David King, s. 135). “Her dönemin adamı” Kalinin bu “elişi” hünerini görmüş müdür acaba? Görseydi biraz olsun sızlar mıydı vicdanı? Ben bir hayaletle mi oynamıştım diye geçer miydi aklından?
Orasından burasından tasvir ettiğim bu cehennem ateşinde, yeri geldiğinde zebanilerin kendileri de yanıyor, tasfiyeciler de gün oluyor tasfiye ediliyor tabii. Stalin özellikle NKVD’nin başına getirdiği yetkili katiller konusunda çok dikkatli. Bu adamlar işlerini bitirdiklerinde, çok şey bildikleri için işlerinin hem de sessizce bitirilmesi gerekiyor. İçişleri Halk Komiseriği ve NKVD direktörlüğünde Genrih Yagoda’yı (1934-36) Nikolay Yezhov (1936-38), onu da Lavrenti Beria izliyor. Stalin, Kamenev ve Zinovyev’leri Yagoda’ya; Yagoda’yı Yezhov’a, Yezhov’u da Beria’ya tasfiye ettiriyor (ve öldürtüyor). Terörün en kanlısı Yezhov döneminde. Öyle ki halk Yezhovçina (Yezhov fenomeni) diyor. O sıralar Yezhov, Stalin’in en yakını, can yoldaşı. En tepede, iki başlık resminden soldaki, Yezhov gücünün doruğundayken çekilmiş. Soldan sağa Voroşilov, Molotov, Stalin ve Yezhov. Sağdaki, 1938 sonrası versiyonu. 10 Nisan 1939’da tutuklanıp 4 Şubat 1940’da kendi yaptırttığı gizli bir NKVD bodrumunda öldürülen Yezhov, bu resimle bir “nâmevcut”a, “yoklukla malûl” birine dönüşüyor.
Fakat bu öyküler zincirinin bence en korkunç, en vahşi boyutu, herhangi bir nedenle parti devletine ters düşen eşlerin, akrabaların veya arkadaşların (ne kadar masum olurlarsa olsunlar) özel resimlerinin, vesikalık resimleri veya aile fotoğraflarının, doğrudan doğruya karı ve kocaları, kız veya erkek kardeşleri, amca veya teyzeleri, yeğenleri, sevgilileri ya da hattâ tesadüfî tanıdıklarınca tahrip edilmesi (David King, s. 10). “Ne, kimmiş o öyle? Tanımıyorum. Hiçbir ilişkim olmadı.” Richard Overy’nin The Dictators. Hitler’s Germany and Stalin’s Russia (2004; Diktatörler. Hitler Almanyası ve Stalin Rusyası) kitabının The Moral Universe of Dictatorship (Diktatörlüğün Manevî Evreni) başlıklı 7. bölümü de çok önemli bu açıdan. Korku ve ikiyüzlülük, korku ve korkunun yalanı, böyle böyle Sovyet toplumunun kılcal damarlarına yürüyor, en küçük hücrelerine siniyor. Bireysel düzeyde ahlâk diye bir şey bırakmıyor.
Eh, sonunda bitirdim bu mide bulandırıcı, ama üzerinde düşünülmesi gereken tarihsel gezintiyi. Sanki çağımız çok mu ahlâklı? Korkarım buradan PKK terörüne, açık-örtük destekçilerine, gizli gizli sevinenlerine, el oğuşturanlarına… ve neler yapılabileceğine dönüyorum.