Bugün 2 Mart Çarşamba, yani Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, saat 16:00’dan itibaren herkesi bulunduğu noktadan Sur’a yürümeye çağırdığı gün… Karanlıkta ıslık çalmaya gerek yok: Hepimiz biliyoruz ki, ancak “ağzından yel alsın” temennisiyle birlikte dile getirilebilecek felaketli sonuçlara gebe bir çağrı bu… Dileyelim ve umalım ki, bugün bu ihtimallerden hiçbiri gerçekleşmesin.
Oysa geçtiğimiz yılın tam bugünlerinde bambaşka bir atmosfer vardı ülkede… 28 Şubat’ta HDP’nin İmralı heyetiyle hükümet temsilcileri arasında Dolmabahçe’de bir toplantı gerçekleşmiş, 10 maddelik bir mutabakat metni kabul edilmişti. Toplantı sonrasında, Abdullah Öcalan’ın PKK’ya Türkiye sınırlarını terk etme çağrısında bulunacağı da açıklanmıştı.
Bakın o açıklamanın ertesi günü Sabah gazetesi hangi manşetle çıkmıştı:
Manşet cümlesi: Çözüm süreci toplantısından PKK’ya tarihi çağrı çıktı: Silah bırak… ŞİMDİ BARIŞ ZAMANI…
Alt başlık: Bugüne kadar ‘karşılıklı ateşkes’ önerisinden öteye gitmeyen Öcalan, ilk kez olarak PKK’dan kongresini toplayıp silah bırakma kararı almasını istedi.
Spotlar:
Birinci spot: Öcalan bu talebini önceki gün İmralı’ya giden HDP heyetine bildirdi. Tarihi çağrı, HDP’lilerin Barış Süreci’ni götüren hükümet üyeleriyle yaptığı görüşmenin ardından kamuoyuna açıklandı.
İkinci spot: HDP’li Önder, Öcalan’ın çağrısını şöyle duyurdu: “PKK’yı bahar aylarında olağanüstü kongreye davet ediyorum. Bu, silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır.”
Gazete, manşetin iki yanından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu’nun Dolmabahçe mutabakatına ilişkin görüşlerini, manşetin altından da bazı başka değerlendirmeleri başlıklar halinde aktarıyordu. Onları da hatırlayalım:
Erdoğan: Çağrılar güzel, sıra uygulamada.
Davutoğlu: Darbe gitti, çözüm geldi.
Kılıçdaroğlu destek verdi: Silahı bırakmak huzur getirecek.
Bahçeli: Bir bakalım, değerlendirelim.
Demirtaş: PKK, hazırlığını buna göre yapmalı.
Sadece Sabah değil, sadece hükümeti destekleyen gazeteler değil, ikisi hariç bütün gazeteler olumlu, güzel bir gelişme olarak değerlendirmişti Dolmabahçe’de bir gün önce gerçekleşen toplantıyı. (Memnuniyetsiz iki gazete Sözcü ve Aydınlık’tı… Sözcü: “Atatürk’ün önünde teslimiyet anlaşması…”, Aydınlık: “Cumhuriyet’e silah çektiler…”)
Erdoğan’dan peşpeşe salvolar
Ertesi gün durum biraz daha netleşti. Öcalan tarafından kaleme alınan, Dolmabahçe’de Sırrı Süreyya Önder’in okuduğu mutabakat metninin “10 madde”si sonraki iki ay içinde taraflarca masaya yatırılacak, tarafların mutabık kalmasından sonra da Öcalan HDP’ye “silah bırakma” çağrısında bulunacaktı:
“İmralı’da Abdullah Öcalan, HDP heyeti, devlet heyeti ve izleme kurulu temsilcileri en geç iki hafta içinde 10 maddeyi konuşmak için masaya oturacak. (…) Eğer masada bu 10 maddenin hayata geçirilmesi konusunda bir mutabakat sağlanırsa Öcalan, PKK’ya ‘Olağanüstü kongreyi toplama ve Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleye son verme kararı alması’ çağrısı yapacak.” (Hürriyet, 2 Mart 2015).
O günleri hatırlayacaksınız: Hemen hiç kimsenin “kabul edilemez” bulmadığı; 30 yılı aşkın süredir devam eden çatışma bir gün bitecekse, o çatışmayı bitirecek anlaşmanın olmazsa olmaz maddelerinden ibaret bir mutabakat metninden söz ediyoruz…
Kamuoyu, “Bu iş bu defa oluyor galiba” diye umutlanıp (ki çözüm sürecine destek Türkiye çapında yüzde 70, Güneydoğu’da yüzde 90’dı) gelişmeleri izlerken, Mart ayı içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan peş peşe beklenmedik çıkışlar geldi. Erdoğan önce 15 Mart’ta Balıkesir’de halka hitaben yaptığı konuşmada, “Kardeşim ne Kürt sorunu ya? Artık böyle bir şey yok … Neyin eksik senin?” dedi. Ardından da önce İmralı’da yürütülecek görüşmeleri izleyecek heyete (ki isimleri aşağı yukarı kesinleşmişti), sonra da kendisinin bilgilendirilmediğini söylediği Dolmabahçe Mutabakatı’na karşı çıktı.
Masayı kim yıktı?
Sonrasını biliyorsunuz: Hükümet adına konuşan Bülent Arınç, Erdoğan’ın bütün gelişmeleri bildiğini ve buna rağmen İzleme Heyeti’ne ve Dolmabahçe Mutabakatı’na karşı çıktığını; fakat hükümetin en kısa zamanda İzleme Heyeti’ni teşkil ederek görüşmelere başlayacağını duyurdu. Ne var ki Arınç’ın bu vaadi gerçekleşemedi; İzleme Heyeti de Dolmabahçe mutabakatı da yavaş yavaş silindi, kadük oldu.
O günlerin gözde tartışmalarından biri de, Dolmabahçe’deki masayı kimin devirdiğiydi…
Madem birinci yıldönümünde “masa”yı konuşuyoruz, sıcak tartışmalar durulmuşken dönüp o günlerde neler olmuş, bakalım…
Hakikatlere dayalı, hakkaniyetli bir değerlendirme yapacaksak, önce çözüm süreci ile ateşkesi biribirinden ayırmalıyız. Çünkü “masa”, çözüm sürecine dair bir unsur; “ateşkes”in bozulması ise “masa”nın devrilmesinden yani çözüm sürecinin bitmesinden sonrasını ilgilendiriyor.
Bu temel noktayı hiç unutmadan o günleri kısaca hatırlayalım…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mutabakatı tanımadığını beyan etmesinden önce, PKK-KCK tarafından mutabakat aleyhine herhangi bir itirazın gelmediğini biliyoruz. KCK yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun Dolmabahçe toplantısından bir gün sonra (1 Mart 2015) ANF’ye verdiği söyleşi, özellikle Hürriyet yazarı Taha Akyol’un sunumuyla böyle bir izlenime yol açtıysa da, hakikat Akyol’un sunduğu versiyondan farklıydı. Akyol, “Kim bozdu” başlıklı makalesinde şöyle yazmıştı:
“28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe’de Öcalan’ın 10 maddelik bildirisi okundu. Hükümetten taleplerini sıralayan Öcalan, PKK’nın silah bırakma kongresi toplamasını istedi. Hemen ertesi günü KCK adına Mustafa Karasu buna karşı çıktı, bu şartlarda silah bırakmayacaklarını, kimsenin bunu isteyemeyeceğini söyleyerek Dolmabahçe mutabakatını sabote etti.”
Oysa silah bırakma, Hürriyet’in de yazdığı gibi 10 maddelik mutabakat başlıkları üzerinde iki ay boyunca yürütülecek görüşmelerin olumlu biçimde sonuçlanması durumunda ilan edilecekti. Mustafa Karasu da söyleşinin, Taha Akyol’un iktibas etmediği bölümlerinde buna işaret ediyordu:
“AKP Hükümeti Önderliğin ortaya koyduğu 10 başlıkta müzakere edip sorunu çözecek midir, çözmeyecek midir? Bu sorunun cevabı çok önemlidir. Bu sorun çözülmeden PKK silah bırakacak, PKK Kongresini yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir, aldatmak ve sorunu çarpıtmaktır.”
Görüldüğü gibi Mustafa Karasu o söyleşide mutabakata karşı çıkmıyor, mutabakat müzakere edilmeden silah bırakma beklentisine karşı çıkıyordu.
Yani, “masa”nın KCK-PKK tarafından yıkıldığını söylemek gerçekleri yansıtmıyor. Bu yönde esas inisiyatifin doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldiğini söylemek yanlış olmaz.
Fakat, yukarıda da dediğim gibi çözüm süreci (ya da “masa”) başka, ateşkes başka… PKK, çözüm süreci söndükten sonra da çatışmaları başlatmayabilir, siyasi teşhir ve mücadele yolunu tercih edebilirdi. Fakat bu yolu tercih etmedi, yeniden şiddete yöneldi.
Diyelim ki hepsi aldatmaca…
PKK’nın, Kürtlerin çoğunluğunun da ikna olmadığı gerekçelerle savaşı yeniden başlatmasına; çözüm süreci boyunca şehirlerde yaptığı yığınaklara ve hendek siyasetine baktığımızda şu söylenebilir: Çözüm sürecinin bozulmasında esas sorumluluk hükümette olabilir ama, PKK-KCK da bütün hazırlıklarını bir gün savaşı daha da büyük bir şiddetle yeniden başlatmak için yürütüyormuş, fırsat kolluyormuş. Nitekim hükümet böyle bir fırsat verdiğinde de bunu kullanmaktan çekinmedi.
Kanaatimce bu da doğru…
Sonuçta anladık ki iki taraf da samimiyetsizmiş; zaten Kürtlerin hem devlete hem PKK’ya karşı kızgın olmalarının nedeni de bu.
Aklımı kurcalayan, cevabını bulamadığım bir soruyla bitireyim:
Diyelim ki hükümet ve hükümeti destekleyen basın haklı. Yani, PKK-KCK’nın bütün arzusu çatışmaları yeniden başlatmak üzere bir bahane bulmaktı ve çözüm süreci Dolmabahçe mutabakatı doğrultusunda devam etseydi dahi onlar savaşı yine de başlatacaklardı. (Biliyorsunuz, bu tez özellikle “Suriye’deki iç savaşın PKK’ya sunduğu imkânlar” hatırlatılarak öne sürülüyor.)
Benim sorum, Kandil’in bu “imkânlar” nedeniyle Türkiye dahilinde bir çözümden mutlak surette uzaklaştığı için hükümetin çözüm sürecinde ısrar etmesinin bir anlamının olmayacağını öne sürenlere…
Bu kişiler, Öcalan faktörünü ihmal ederek varıyorlar bu sonuca. Öyle ya, Öcalan, kaleme aldığı “10 madde”nin de gösterdiği gibi “Türkiye içi” bir çözümden yana olduğunu net bir biçimde ilân etmişti geçtiğimiz yılın 28 Şubat’ında.
Sorum şu: Hükümet, Dolmabahçe’den sonra “masa”yı kurup HDP heyeti ve Öcalan’la görüşmelere başlasaydı, bu durumda Öcalan’la Kandil arasında gerçek bir gerilim doğmaz mıydı? Bu durumda Kandil, savaşı yeniden başlatmaya cesaret edebilir miydi?