Antropologlar, herhangi bir konunun aslını astarını bilmeden uzaktan bakıp değerlendirmeler yapılmasına belki de en çok karşı çıkan bilim camiasını oluştururlar. Gerçek, yaşandığı yerdedir onlara göre ve onu anlamak için elbette oturup düşünmek gerekir ama önce onu yaşayanların tecrübesinin içine girilmelidir. Italo Calvino’nun "İlkin yaşamak gerekir; felsefe yapmak ve yazmak arkadan gelir" sözü tam olarak bunu anlatır. Antropologlar için, felsefe yapmak ve yazmak öncelikli olan değildir. Bir tür "oradaydım" gazeteciliği gibi bir düşünce antropolojinin saha çalışmalarının arkasındaki temel saiktir.
2008-2010 yılları arasında böylesi bir düşünceyle Artvin’de saha çalışması yapmaya gitmiştim. Merkez bürokrasisinin büyük kapıları arkasında planlanan yaldızlı işlerin merkezden uaklaştıkça neden ve nasıl olup da işlemez olduğunu görmeyi amaçlıyordum. Suçun olmadığı bu şehirde polislerin ne iş yaptıklarını merak ediyordum. Polisin suçtan çok düzenin sağlanmasıyla ilişkili olup olmadığını görebilmek için suçun olmadığı bir yer seçmek iyi olabilirdi. Daha önce Artvin’de görev yapmış bir emniyet yöneticisi arkadaşımın "Bu şehir Türkiye’de görev yapması en zor yerlerden biridir" demesini bir türlü bir yere koyamamıştım. Sadece doğasıyla aklımıza gelen, hiçbir şekilde kriminal bir yanı olmayan bu şehirde polislik yapmak neden ve ne kadar zor olabilirdi ki?
Gidince gördüm ki bu şehirde ortalama 3 yıl görev yaptıktan sonra "kaçar gibi" ayrılan polislerin ortak ruh hali "bir şey anlamamaktı". Onca zaman kalıp şehri anlayamamak garip şeydi doğrusu. Artvinliler’in "Bu şehre gelen ağlar giden ağlar" deyişleri bir tek polisler için geçerli değildi galiba. Onlar sadece gelirken ağlıyorlardı çünkü şehri anlayamıyorlardı. Her şeyiyle kendine özgü, her şeyiyle ‘garip’ bir yerdi burası. Coğrafi ve ekonomik zorluklara, siyaseten iktidarda yer almamasına tezat şekilde mutlu insanlar coğrafyasıydı burası ve polisler bunu anlayamadıkça daha fazla mutsuz olur, somurturlardı. Artvin, ‘dışarıdan’ olanlara kendini açmayan gizemli bir ada gibiydi ve polisler, şehrin belki de en "dışardan" kesimiydi.
Gazetede, "Artvin’de doğa direnişinin öncü kadını, Yeşil Artvin Derneği başkanı Neşe Karahan, göz altına alındı" haberini okuyunca gülümsedim. "İşin aslını astarını bilmek" lafı gözümde büyüdü. Uzaktan bakınca birşeylerin "ele başı" gibi algınabilecek bu kadın, gerçekte son derece mütevazi yaşayan, kendi halinde bir dünyanın içinde, pastalarıyla ve pasta süslemeleriyle tanınan biriydi çünkü. Diğer yandan, "şiddetli eylemlere" sahne olan Cerattepe bölgesi doğanın harika bir yeriydi ve de Artvinliler’in deyişiyle burada altın yerin altında değil üstündeydi. Neşe hanım, bu küçük şehrin bir kaç pastanesinden birinin sahibiydi ve kapısında yabancılar da düşünülerek ‘breakfast’ yazılı tek mekanıydı. (Mekan denebilirse tabii. Artvin’de mekandan ne kadar söz edilebileceği ayrı bir yazı konusu). Şimdi bunu yazınca pastanenin hemen karşısındaki cağ kebapçısı, Ferdan’ın Yeri’nin sahibi ve ustası Ferdan Bey de geldi aklıma.
Kısa bir süreliğine Valilikte Avrupa Birliği’yle ilgili yeni kurulan bir birimden sorumlu olarak çalışmıştım ve bu esnada şehirdeki AB ile ilgili her türlü konuyla ilgilenmem bekleniyordu. Oysa şehrin kendisi ve insanları çok daha renkli ve çekiciydi. Bir keresinde Artvin Belediyesi, Alman Heinrich Böll Vakfı’yla (yanılmıyorsam) ortak bir etkinlik düzenlemişti. Etkinliğin konusu yine yanlış hatırlamıyorsam Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri ve Türkiye’nin yerel düzeyde sürece katılması, projeler yapması vs. idi. Beni fazlasıyla ilgilendirmesi gerekiyordu yani ama ben nedense o günkü tercihimi Ferdan Usta’dan yana kullanmıştım.
Yanımda iki arkadaşla birlikte Cumhuriyet caddesinden yukarı doğru yürüdük ve Kebapçıya geldiğimizde kapının kapalı olduğunu gördük. Cağ şişe takılıylı ve her şey hazırdı ama ortalıkda kimsecikler yoktu. Hemen karşıya, Neşe Hanım’ın pastanesindeki elemanına Ferdan Usta’yı sorunca afalladım. Usta, hafta içi en yoğun saatte dükkanı kapatmış, "Türkiye-AB ilişkileri" konulu etkinliğe gitmişti. Burası ne menem bir yerdi? Çok geçmeden anlayacaktım ki Artvin tam da böyle bir yerdi işte. Şehirde sık sık "Türkiye’nin Eğitim Meselesi", "Ekonomi Nereye Gidiyor" gibi etkinlikler düzenlenir, şehrin siyasallığı her yerde hissedilirdi.
Artvin kadar direniş kültürüne sahip ama aynı zamanda "şiddet karşıtı" bir yer daha var mıdır Türkiye’de bilemiyorum. Artvinliler, devletle ve yerleşik düzenle oldukça kavgalı ancak bu kavgayı şiddet-dışı tutarak hep hukuk içerisinde bir mücadeleden yanadırlar. Artvinliler çocuklarını doktor, mühendis, vali, paşa olsun diye değil hep hukukçu olsun diye büyütürler. Hukukçu olmak, haksız ve adaletsiz bir düzene karşı sivil ve hakça bir mücadele için şarttır. Siyasetin yolu çoğunlukla öncesinde verilmiş hukuk mücadelelerinden geçer. Hukukçu olmak idolleştirilir, Artvinli önemli hukukçuların isimlerinden şehrin kenar kahvelerinde birer efsane gibi bahsedilir.
Büyük şehirlerde yaşayan hemşehrilerin bir araya geldikleri geceler bilindik bir şeydir ama Ankara’da "Artvinli hukukçular gecesi" düzenlenmektedir ve bunun başkaca bir şehir için örneğini bulmak snaırım hiç kolay değildir. Polis, hukuk ve adalet düzeninin değil merkez iktidarının bir parçası olarak görülür, hiçbir şekilde halkın polisi olmayıp her şeyiyle devletindir. Bu nedenle, hep bir karşıtlık ilişkisi kurularak polisler şehir hayatından "dışlanır"lar. Artvin, halkın memleketidir ve polisler devlettir. Polis, öyle ki Artvin’in yücelttiği ne varsa hepsinin karşıtı gibi algılanır.
Herkesin birbirini tanıdığı ve her yere uzak bir kapalılığı içinde polisleri dışarıda bırakmak, güçlü bir karşıtlık ilişkisi kurmak hiç de zor değildir. Suçun olmadığı bir yerde polislerin gücü bütünüyle halkın desteğine bağlıdır ve polis, bu şehirde zor gücünün öznesi değil nesnesi konumundadır. Polisliğin asıl zorluğu parçası olunamayan bir toplumda varlığını sürdürmenin zorluğudur. Polisin tersine hukuk onlar için insanın insana tahakkümünü ortadan kaldıran ve herkesi eşit vatandaşlar kılan bir sosyal düzenleme sistemidir. Hukukun kendisi, zorbalığa, zulme ve hiyerarşiye karşı durduğu için bizatihi ‘sosyalist’tir. Polis ise sosyalist olanın tam tersidir.
Bu anlamda Artvinliler için ideal bir hukuk düzeni, hak edenin hakkının polis zoruna ve hatta yasal yaptırımlara gerek kalmaksızın toplum tarafından korunduğu bir adalet mekanizmasıdır. Yasaların zorlayıcı güce dayalı tanımları ve işlevsellik üzerinden getirilen açıklamalar burada karşılık bulmaz; söz konusu insan olduğunda yasalar hep ikincil; aslolan değil yedekte tutulması gerekendir. Yasalar adaletle bağlantılı olduğu sürece saygın ve saygıdeğerdir. Polis genellikle bunun zıttını temsil eder. Şehir halkı polisten ve diğer yöneticilerden "Artvin’e göre" davranmasını bekler. Artvin’de "Artvin polisliği" ister mesela ve büyük hadiselerin birçoğunun altında çoğu kez şehre dışarıdan takviye olarak gelen polis ya da jandarma ekiplerinin geldikleri yerlerdeki gibi davranması yatar. Özellikle Erzurum’dan takviye getirilir ve Erzurum polisliği neredeyse Artvin polisliğinin tersidir, buradan gelen polislerin olaya sebep olmamaları oldukça zayıf bir ihtimaldir. Örneğin 2011’teki Hopa olayları büyük ölçüde bu nedenle yaşanmıştır.
Burası siyasal bir şehirdir ve siyaset, "kendini belli etmeden" sessizce kişinin kendine sakladığı mahremlikten çıkarak rahatlıkla dışa vurulan, varoluşsal bir nitelik taşır. Siyaset, tarihsel bir direniş kültüründen hareket alır ve bu Artvinlilik kimliğinin en önemli parçalarından birini oluşturur. Sıradan halkın iktidarla kurduğu ilişki, oldukça sorgulayıcı ve eleştireldir. Temsili demokrasi değil katılımcı demokrasi ihtiyaç olarak hissedilir. Sadece coğrafyası değil yaşam biçimi ve yönetimle kurulan ilişki de İsviçre’den esintiler taşır. Tıpkı Clinard’ın ‘Cities With Little Crime’da Avrupa’da suçun en az olduğu yerin İsviçre olmasını doğrudan demokrasiye ve halkın karar mekanizmalarına daha fazla katılmasına bağlamasında olduğu gibi Artvin’de suçun azlığıyla şehrin siyasal kimliği arasında büyük ihtimalle yakın bir bağ vardır.
Şehirde işlenen suçlar daha çok "alttan almayı" gerektiren hallerde "dikbaşlı" bir tutum takınmaktan kaynaklanan "basit (adi)" denebilecek, polis karşısında bir çatışma nedeni olsa bile mahkeme önünde kişiye pek fazla zarar vermeyeceği bilinen türdendir. Pek çok suç, aslında halkın kendine daha yakın gördüğü savcılar ve hakimler (çünkü ne de olsa hukukçudurlar) üzerinden polisi "alt etme" veya kızdırıp, öfkesini dışa vurma aracıdır. Genel olarak bilinen "karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar" tavrının tam aksine bir durum söz konusudur.
Buna göre insanlar, karakolda işi kızdırıp, çetrefilli ve karmaşık bir hale sokar ancak mahkemeye çıkarıldıklarında bir anda işin aslını kolaylıkla anlatan, son derece uyumlu ve uzlaşıcı bir tavırla, iyi niyetli ve yumuşak başlı bir görüntü sergileyebilirler. Kısacası, basit bir suç, karakolda tansiyonu yüksek, karmaşık bir mücadele unsuru olabilirken mahkemede, basit bir şekilde kendiliğinden çözülüverir ve bu yüzden çoğu kez polisler, savcı ve hakimlerden -pireyi deve yapmakla- itham edilerek ufak tefek azarlar işitebilirler.
Her zaman hukuk içerisinde mücadele vermekten yana olan ama kanı, altından akıp giden Deli Çoruh gibi akan ve her koşulda dik durmayı amaç edinen bu yerin insanları için şehrin doğasıyla insanı bütünleşiktir. En sevilen halk oyunu "Oyna Dik Oyna" hem şehrin dik yamaçlarından hem de insnanının "delice ruhu"ndan esinlenmiştir. En sevilen horonlardan birinin adı, Deli Horon’dur. Bu küçük şehirden koca bir sisteme kafa tutmak delilikse bu şehirde bundan bolca vardır.
İnsanla doğanın kaderi burada birleşmiştir ve bu nedenle doğaya yapılacak herhangi bir saldırı insana yapılmış addedilir. Artvin’de güçle ilişkili her iş – siyaset, karşı koyma, sivil toplum direnişi vb. gibi- hep "insani bir doğallıkla" sergilenir, "vahşi bir taşkınlık" ve ‘ölümcül şiddet’ genellikle gözlenmez. Hukuk, onlar için şiddete gerek kalmaksızın adalete varılabileceği düşüncesidir. Polislere şaka gibi gelse de birçok Artvinli’ye göre bu şehirde polise ihtiyaç yoktur. Cerattepe hasisesinin 3. gününde gazetede yine şöyle bir haber çıkmıştı: "Artvin halkı polis ve jandarmanın derhal şehri boşaltmasını istedi". Bunu isterken büyük ihtimalle ciddiydiler, bu tür şeylere inanan bir naif yanları vardır çünkü. Gerçi burada istenen Artvin dışından gelen polis ve jandarmanın şehri terk etmesidir. Bu ekipler onlar için bir tür ‘dış güçler’dir. "Kendi" polisini ve jardarmasını her şeye rağmen zamanla "ehlileştirmiş", Artvin’e adapte etmiştir.
Artvin, devletin halkla "kurduğu ve kuramadığı" ilişkileri anlamak için eşsiz bir laboratuvardır. Halk, taleplerinde ister haklı ister haksız olsun hiç fark etmez, devlete düşen onu anlamaktır. Artvinliler de anlaşılmak isterler zaten ve bu sanılanın aksine o kadar zor değildir; yanlarına gidip içlerine girmek ve her şeyi "devlet gibi görmemek" yeterlidir.