Ana SayfaYazarlarO son, üçüncü bildiriye ben de imza atardım

O son, üçüncü bildiriye ben de imza atardım

 

[19 Ocak 2016] Ortalık bildiriden geçilmez oldu. Birinci bildiri, 1128 öğretim elemanının, etrafında fırtınalar kopan “Bu suça ortak olmayacağız” metni. Neden çok yanlış bulduğumu ve karşı çıktığımı daha önce yazdım. Ondan sonra, bir de bunların içinden 100 küsur başka isim, Baskın Oran’ın kamuoyuna açıkladığı dört maddelik kısa bir bildiriye imza attı. Adına ikinci bildiri diyelim. Güya Çınar saldırısı karşısında da tavır alındığını göstermek için yazılmış. Ama bazı bakımlardan ilk bildiriden çok daha kötü. 1128’ler bildirisi, PKK’nın savaşına hiç değinmiyor, tamamen etrafından dolanıp görmezden geliyordu. Baskın  Oran’ın sözcülüğünü yaptığı ikinci bildiri ise değiniyor — ve imâ yoluyla “haklı şiddet” kategorisine sokup savunuyor. İkinci paragrafta, PKK’nın silâhlı ilçe merkezi işgalleri, güncel siyasetten çok tarihsel mağduriyete, yani mağdur ve mazlum bir millet ne yaparsa (veya onun adına ne yapılırsa) haklıdır anlayışına bağlanıyor: “Hendekler ve barikatlar denilen olay bugünkü kargaşanın sebebi değildir. Kürtlere 1919’dan bu yana verilip tutulmayan sözlerin, son olarak da müzakere masasının devrilmesinin yarattığı hayal kırıklığının ve Kürtlere uygulanagelmiş boğucu baskının günümüzdeki koşulları sonucudur.”  

 

Bu cümlelere, şu anda yaşayan insanların (şu veya bu yönde, savaştan yana veya savaşa karşı) özgür tercih iradesini tümüyle yok sayan aşırı bir tarihsel determinizm yansımakta. Geçmişin ağırlığı öyle ki, bundan hiçbir çıkış yok. Ne yapsınlar, geçmişleri onlara bunu emrediyor; kültürleri onlara bunu emrediyor! Son (dördüncü) paragraf daha da korkunç. “PKK ise Kürtlerin imha edilmesi politikası ile mücadele ederken kör teröre kayarak sivillere zarar veremez” diye bir cümlecik var. Dedim ya, Çınar saldırısı yüzünden çifte standartlılıkla suçlanmaya karşı sözümona gardını alıyor. Geleneksel toplumdan gelen bir deyiş vardır; ne kadar etnik-önyargılı olsa da, çok sınırlı bir anlamda aktaracağım. “Merd-i Kıptî şecaat arzederken sirkatin söyler” (Çingenenin mert olanı, kahramanlığıyla övünmek için yaptığı hırsızlıkları sayıp dökermiş). Bu da öyle. Öğreniyoruz ki (a) “Kürtlerin imha edilmesi politikası” diye bir şey varmış. (b) PKK da buna karşı savaşıyormuş (demek, doğrudan KCK önderliği 1-21 Temmuz arasında bize yalan söylemiş; biz bildirilerine bakıp, HDP’nin temsil ettiği sivil siyaseti fırsatları değerlendirmede yetersiz buldukları için “yeni devrimci halk savaşı” ilân ettiklerine inanmıştık, çünkü aynen böyle yazıyorlardı; meğer ne kadar safmışız; doğrusunu, PKK’nın bile o zaman varlığını iddia etmediği bir “Kürtleri imha politikası”nın varlığını, şimdi Baskın Oran ve arkadaşlarından öğreniyoruz).  Ve (c) terör deyip geçmeyelim; terörün bir alt-kategorisi, sivillere zarar veren “kör terör”müş; yani galiba iyi ve kötü kolesterol gibi, “kör terör” ve “gören terör” diye iki tür terör de varmış ve sivillere zarar vermediği sürece o diğer, kör olmayan (iyi hedef seçen?!) terör bu eleştirinin dışında kalıyormuş.

 

Bu, son yazımda (Kipling ve aklını kaçırmamak, 17 Ocak 2016) sözünü ettiğim çılgınlığın bir ucu. Diğer ucunda ise, basının bir bölümünün toptancı mantığı ve bizatihî düşünce özgürlüğü ilkesine doludizgin saldırısı yer alıyor. Kuşkusuz bu deformasyon basınla başlamadı; doğrudan doğruya en üst düzey devlet ve siyaset adamlarının öfke dolup taşan demeçleriyle başladı. Ama savcılar ve YÖK gibi hükümet yanlısı basın da üzerine atladı ve cadı kazanı kaynatmaya, psikolojik terör estirmeye koyuldu. Sabah gazetesi, örneğin, taşra üniversitelerindeki gözaltına almaları, imza sahiplerinin kapısına dayanan polis timlerinin fotoğraflarını, öğretim üye ve görevlileri hakkında açılan soruşturmaları, kamuoyuna duyurulan “mutlaka” soruşturma vaat ve tehditlerini, bazı rektörlerin “devlet söz konusu olunca düşünce özgürlüğünden söz edilemez” tarzı beyanlarını, birer utanç vesilesi değil vatanseverliğin icabını yapan haklı ve doğru icraat örnekleri gibi, al sana dercesine, 1’den 20’ye sıralayarak günlerce verdi (ama bu arada, ister devlet ister özel, daha köklü ve dengeli yüksek öğrenim kurumlarının hiç bu isteriye itibar ve böyle yollara tevessül etmediği de ortaya çıkmış oldu).

 

Şimdi bir üçüncü bildiri ve ardından bir dördüncü açıklama da var sahnede. Üçüncü bildiri dediğim metni 610 öğretim üyesi imzalamış ve Ayşe Buğra tarafından kamuoyuna açıklanmış. 1128 imzalı ilk bildiriden çok farklı. İmzalayanların büyük çoğunluğu da ilk bildiriye imza koymamış olanlar. Şöyle diyorlar (Serbestiyet’te ayrıca haberi olmasına rağmen, buraya da aynen alıyorum): Biz aşağıda imzası olan akademisyenler, fikir ve ifade özgürlüğü ilkesine bağlıyız ve bu ilkenin akademik yaşamın temel unsuru olduğuna inanıyoruz. Bu temelde, ülkedeki çatışma ortamıyla ilgili kişisel değerlendirmelerimizden bağımsız olarak, siyasi iradenin ve YÖK'ün çok sayıda üniversite mensubunun imzaladığı “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye karşı gösterdiği tepkiyi yanlış ve kaygı verici buluyoruz.  İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Üniversite ve akademisyenin görevi akıl yürütme ve vicdan muhakemesi sonunda vardığı fikirleri toplumuyla paylaşmaktır. Fikrin eleştirilmesi demokrasinin, fikri ifade edenin cezalandırılması ise otoriterliğin niteliğidir. Akademisyenlerin ülke sorunlarıyla ilgili dile getirdikleri görüşlerinin siyasi irade tarafından cezalandırılmaya çalışılması, akademik özgürlüklere darbedir. Böyle darbeler herşeyden önce toplumsal gelişmeyi durdurur.Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar, fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir.

 

Ardından bir de dördüncü açıklama dediğim, Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin bir metni çıkageldi. O da aynı doğrultuda; onu da aynen buraya aktarıyorum:

 

Akademisyenlerin Açıklaması İfade Özgürlüğüdür

 

“Şayet bir teki hariç bütün insanlar aynı düşüncede olsalar ve yalnız bir kişi farklı düşüncede olsa, nasıl bu şahsın tüm insanları susturmaya hakkı yoksa aynı şekilde bütün insanların da bu kişiyi susturmaya hakları yoktur… Bir düşüncenin susturulması insan ırkına karşı, başka bir deyişle yaşayan nesle olduğu gibi gelecek nesillere karşı da bir haydutluktur. Bu, sadece o düşünceye katılanlara karşı değil, aynı zamanda o düşünceye katılmayanlara karşı da bir soygunculuk anlamına gelir.” John Stuart Mill.

 

Türkiye’den ve dünyadan çeşitli üniversitelerde görevli 1128 öğretim üyesi ve öğretim görevlisi tarafından “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri sonrasındaki tartışmalar, bir fikre katılıp katılmama boyutundan ziyade, bildiri imzacılarına yönelik bir linç kampanyasına dönüşmüş bulunmakta. Bu da, zaten bütün bir toplumda ciddi kaygılar yaratan ve hızla gelişen kutuplaşma eğilimlerine, daha da fazla bir hız katmıştır.

 

Nasıl ki metin yazarları veya imzacıları bir bildiri metniyle görüşlerini açıklamışlarsa, bu metne katılmama yönünde de, tehdit ve hakaret içermeyen çok sert tartışmalar yapılabilir, pek çok konuda olduğu gibi, sınırsız bir eleştiri ortamı yaratılabilirdi.

 

Metinde imzası bulunan insanlar nihayet bir görüş açıklamışlardır. Hatta bu fikirlerini tek yanlı veya tek taraflı olarak açıklama hakkına da sahiptirler.

 

Bazı gerçekleri metinlerinde ifade etmeyebilirler veya görmezden de gelebilirler. Hatta ileri sürdükleri tezler şok edici, rahatsızlık verici ve gerçeği yansıtmıyor da olabilir.

 

Doğru ve yararlı ve kabul edilebilir olan, beğenmeyip yanlış olduğunu ileri sürdüğünüz fikirlere öfkelenip, hakaret, tehdit ve suçlamalarda bulunmak değil, o fikirlerin karşıt tezlerini ileri sürüp onları çürütmeye çalışmaktır. Şiddet, tehdit ve hakaret içermeyen, her türlü düşünce ve ifade özgürlüğü temel bir haktır ve bu hak, çeşitli uluslararası, iç hukuk metinleriyle ve AİHM içtihatlarında teminat altına alınmıştır. Hiçbir güç ve otorite de bunu görmezden gelme iradesine sahip değildir.

 

Metindeki fikirler de, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilip ele alınmak zorundadır.

 

Görüldüğü gibi, bu üçüncü bildiri ve dördüncü açıklama’da, 1128’ler metnindekine benzer bir siyasî görüş beyanı yok. Tersine, katılsınlar-katılmasınlar, sadece ve sadece ilkesel bir düşünce özgürlüğü savunusu var. Hal böyleyken, örneğin gene Sabah gazetesi (altını çizeyim, sadece bir örnek olarak alıyorum) “PKK’yı destekleyen akademisyenlere 610 akademisyenden destek” başlığıyla vermiş. İşte toptancı mantık diye buna diyorum. Bu akla göre, 1128’lerin de hak ve özgürlükleri diye bir şey olamaz. Daha genel olarak, ideo-politik tercihi (ve hattâ yargı önündeki konumu) ne olursa olsun, herkes için demokrasi ve insan hakları savunusu diye bir şey olamaz. Bu mantıkla, meselâ (12 Mart ve 12 Eylül’de çokça görüldüğü, şahsen benim de yaşadığım gibi) yasadışı örgütlere katılmış bile olsalar insanların işkence görmesine karşı çıkamazsınız, zira hemen birileri hakkınızda “Teröristlere/anarşistlere [işkence görmemeleri için] destek” yazısı da döşenebilir. Geriye, (Vahap Coşkun’un işaret ettiği gibi; bkz Serbestiyet, 15 Ocak 2016)) sadece “makbul” fikirleri savunanların “özgürlüğü” kalır.  

 

Bugün Gürbüz Özaltınlı güzel yazmış (Toplumsal tecrübe ve özgürlükler): “Evet; kavramlarla aramız bozuk. Çünkü bu temel kavramlar, bizim toplumsal mücadelelerimiz, acı derslerimiz içinden düşünülüp, süzülmüş; nesillere mal olmuş, toplumca hazmedilmiş değil.” Ben de kendi payıma altını defalarca çizmek ihtiyacını duyuyorum: PKK başka, demokrasi başka. Bazı fikirlere karşı olmak başka; o fikir sahiplerinin de düşünce özgürlüğünü savunmak gene başka. Bu farkı anlamak ve içimize sindirmek zorundayız. Bu özgürlükçü reaksiyona, iktidarın kendi hatâları yol açtı. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin dördüncü açıklama’sı da güzel; katılıyorum, beğeniyorum, destekliyorum. Bana göre, asıl üçüncü bildiri çok güzel. Tam olması gerektiği gibi. Kim yazdıysa eline sağlık. 610 meslekdaşım imzalamış. Bazılarıyla birinci bildiri nedeniyle çok farklı yerlerde duruyoruz. Olabilir. Üçüncü bildiri benim önüme gelmedi. Gelseydi ben de imzalardım.

 

- Advertisment -