Ali Bayramoğlu, 2 Ocak 2016 günü Yeni Şafak’ta çıkan yazısında, Serbestiyet’te yayınlanan Politik Hukuk yazılarıma atfen, toplumsal meşruiyete ilişkin önemli bir soru soruyor:
Siyasi egemenin, “temsil etmeyi kendisiyle/iradesiyle özdeşleştirerek” toplumsal meşruiyetten; keyfilik ve çoğunlukçuluk, dolayısıyla otoriterlik hattâ totaliterlik çıkarması riski nasıl önlenebilir?( Bkz… http://www.yenisafak.com/yazarlar/alibayramoglu/yeni-turkiye-tartismasi-tekrar-2024971 )
Bu soruyu şöyle sadeleştirmek de mümkün: Toplumsal meşruiyetten bir “milli irade faşizmi” çıkar mı? Hattâ konuya ilişkin çalışma yapan kimilerine göre, toplumsal meşruiyet tezi, bıçak sırtında yürümekle eş anlamlıdır. Bu yaklaşım, uç noktaya götürüldüğünde şu sonuca dahi ulaşılabilir: Toplumsal meşruiyete sahip olan siyasi irade, “dost-düşman” ayrımı yapma yetkisini egemen olduğu devlete verir ve bu devlet otoriterleşir, siyaseti savaşa dönüştürür.
Elbette, siyaset sosyolojisinin, siyaset biliminden ayrışmasının en önemli konularından biri olan sosyolojik meşruiyet probleminin, bu yönü üzerinde, son dört yüz yıldır olduğu gibi derinlemesine tartışmalar bugün de gerekli. Fakat bu gereklilik, tartışmanın, artık bugünün toplumsal ve bireysel realitesi üzerinden yapılması halinde doğru bir şekilde karşılanır. Bu tartışmanın temelleri, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar geliştirilmiş siyaset bilimi kavramlarına dayandırıldığında, toplumların küresel seviyede yaşadığı son kırk yıllık çok yönlü değişimin birey üzerinde yaptığı etkiyi ve bu yüzyılın çok kimlikli birey gerçeğini anlamak imkansızlaşır.
Günümüzde mesele şudur:
Hukuk üretiminin kaynağı toplumsal talepler ve ihtiyaçlar olursa, bunu temsil eden siyaset ve bu siyasetin yaptığı her seviyedeki normlaştırma ve regülasyon meşru olur mu ?
Evet, bu faaliyet evrensel hukukla oluşmuş ve altına inilemeyecek bir taban meşruiyetini ve ilave olarak çok kimlikli aktif bireyin ihtiyaçlarını ölçü almak kaydıyla, meşru olur.
Buna rağmen tabii ki, siyasi temsil hususunda ortaya çıkabilecek, kendini toplumsal iradenin yerine koyma/özdeşleştirme durumu ve bunun yaratacağı otoriter/totaliter eğilimler olası bir risktir. Bu riskin nasıl önleneceği konusunda, Bayramoğlu’nun “toplumsal meşruiyet-hukuk ilişkilerine dair ölçü ve mekanizmaları, bunları belirleyecek yeni katılım araçlarını tartışmak, bulmak ve üretmek gerekir” yaklaşımı, elbette ilâve imkan sunuyor. Bu noktadan hareketle, izleyen yazılarımızda ayrıntılı analizler ve öneriler yer alacak.
Ancak hemen, şu yaklaşımları tartışmaya sunmakta fayda var:
Toplumsal meşruiyete dayalı politik hukuk anlayışı, birincisi birikimci tarih teziyle desteklenir; ikincisi, 21. yüzyıl koşullarında toplumsal meşruiyetin kendisinin çoğunlukçuluk değil, çoğulculuk içerdiğini ileri sürer; üçüncüsü, yine bu yüzyılda toplumsal meşruiyete dayalı siyasetin “temsili siyaset” değil “organik/sosyolojik siyaset” olduğu iddiasını taşıdığı için, temsilcinin kendi iradesini sosyolojik iradenin yerine koymasını mümkün görmez. Bu nedenle darbeler, savaşlar, karşı-devrimler olmadan, salt toplumsal iradeye dayalı olarak cari kazanımlardan vazgeçme ve geriye gitme pratikleri yaşanması günümüzde çok olası değildir.
Bu yaklaşımları, ilerleyen yazılarımızda ayrıntılı olarak ele alacağımızı da yine not olarak düşelim.
Vurgulamak gerekir ki, Politik Hukuk anlayışı sadece toplumsal meşruiyete dayalı bir yaklaşım değildir. Doğal hukuk perdesiyle örtülmüş olan tüm pozitif hukuk anlayışları da aslında politik hukuk yaklaşımlarıdır. Fark şu ki bunlar toplumsal meşruiyeti esas almazlar. Kurumlar aracılığıyla iş gören siyasi egemenin hukuk siyaseti tercihlerine göre şekillenirler. Bu nedenle politik hukuk anlayışı hem pozitif hem negatif anlamda hukuk üretimini gerçeklik dünyasına konumlandırır, gerçek aktörlerle ilişkisini kurar.
Bu noktada, Türkiye’de içinde bulunduğumuz bu yeniden inşa sürecinde, hem yeni anayasal düzeni, hem de onun merkezinde yer alan başkanlık sistemini, toplumsal meşruiyete dayalı politik hukuk anlayışıyla hayata geçirmenin çok güçlü imkanlarının ortaya çıktığını düşünüyorum.
Açık bir hukuk siyaseti tercihi, tercihin toplumsal iradeye dayanması, evrensel hukukun ve halkın kazanımlarının taban meşruiyet seviyesini oluşturması, gerekirse gerilimi yüksek karşı çıkışlar ve kabuller olması, toplumun seyirci değil özne olduğu bir tartışma süreci yürütülmesi ve böyle bir sürecin sonunda referandumla yürürlüğe girecek gerçekten yeni ve sivil bir anayasa ile hukuk reformunun başlaması, Türkiye’ye siyasal demokrasi açısından çağ atlatır öngörüsündeyim.
Daha sonra bu konularda devam etmek dileğiyle.