[26 Mart 2015] Başlığımın yanında (veya üzerinde), Nâzım’ın, Aziz Nesin’in ve Yaşar Kemal’in resimleri var. Yan yana koydum, çünkü artık mevcut olmayan bir Kemalist-sol kültürün doruklarını simgeliyorlar. Oraya geleceğim. Aslen şu Müslümanlık sorunundan devam ediyorum. Daha doğrusu, Türkiye’nin İslâmiyet etrafında bölünmüşlüğü; liberal-modernist (Gürbüz Özaltınlı’nın deyimiyle “muhalif”) aydınlar için en önemli ayırımın dönüp dolaşıp Doğu/Batı, dindarlık/sekülerlik fay hattı olarak kalması — ve tabii bunun nasıl aşılabileceği sorunundan.Geçen gün yazdıklarımı tekrar okudum; bazı şeylerin eksik veya fazla kapalı kaldığı kanısındayım. Başlıca üç hususa değineceğim. Birincisi, tabii Gürbüz Özaltınlı adına konuşamam ama, sanırım ne o ve ne de (kesinlikle) ben, Türkiye’nin bütün aydınlarını kapsamak iddiasındayız. Tam bu noktada, her zaman çok derin ve duyarlı düşünen bir arkadaşımdan ciddî bir uyarı notu aldım (X diyelim); sıcağı sıcağına, kısmen özetleyerek kısmen kendi fikirlerimi de ekleyerek aktarıyorum. X’in temel fikri, benim de kendi payıma tereddütsüz kabul edeceğim bir şey: Net AKP yanlısı olmadığı gibi AKP düşmanı (veya “seküler muhalif aydın”) diye de tarif edilemeyecek öyle bir üçüncü kesim var ki, duygu ve düşünce dünyaları Doğu/İslâm toplumlarının ideo-kültürel değerlerinden korkuyla tanımlanmıyor — ama buna rağmen ülkenin gidişatına gerçekten endişeyle bakıyor ve hiçbir şekilde silinip atılmaması gereken kaygılar duyuyorlar. Şimdi sayacağım özelliklerden hangisi sebep hangisi sonuç bilemiyorum ama, siyaset-indirgemeci değiller; kutuplaşmacı değiller; siyaset sahnesinde kendilerini hiçbir yerde göremiyorlar – ve bu, özel entellektüel dünyalara kaymaları, politika alanında ise pek seslerinin çıkmamasıyla elele gidiyor. Dışlanmış bir kesim, belki; ya da kendilerini öyle hissediyor, algılıyorlar. Lâkin tam da siyasete uzak kalmaları nedeniyle, Özaltınlı’nın ve benim konumuz bu üçüncü öbek değil. Açık ki bu son yazılarımızda, sadece o ilk “seküler muhalif aydın” kesimiyle ilgiliyiz; o kesimin yüzde yüz AKP düşmanlığının pratikten, politikadan, AKP’nin yaptıkları veya yapmadıklarından değil, sadece tarihsel-ideolojik bir kanaat, köklü bir korku ve saplantıdan kaynaklanıyor olmasının altını çiziyor; Doğu/Batı, dindar/seküler ayırımının beslediği son derece sert “ideolojik çatı”nın, başka her şeyin ve bu arada illâ dar anlamda politik olmayan ve gerçekten çok daha anlamlı olabilecek şeylerin dahi konuşulmasına engel olduğunu saptıyor — ve dolayısıyla, bu katılığın ne tür diyalog arayışlarıyla yumuşatılabileceğini düşünmeye çalışıyoruz.Öte yandan, gene katılırım ki X’in tarif ettiği üçüncü türden aydınların yabancılaşmışlığı da ürkütücü bir durum ve bu sağlıksızlığın boyutları giderek artıyor. Bu noktada, Etyen Mahçupyan’dan da belki biraz ayrılıyorum. Bugünkü (Akşam, 26 Mart 2015) Duygu siyaseti yazısında Mahçupyan, “Kutuplaşma kendisini bir ‘kutup’ olarak hisseden kesimlerin enerjisi üzerinden yükseliyor. Mesele Erdoğan’ın üslûbu veya söylemi değil. Bunun birçokları için ‘tahrik edici’ olduğu belli ama asıl kritik unsur buna verilen tepkinin niteliği. Erdoğan’ın dili ne gerekli ne de yeterli koşul” demiş. Ben ise, belki solun bu tür apolojilerinden çok çektiğimdendir, Özaltınlı’nın ve benim değindiğimiz taşlaşmış “muhalif aydın” kesimi için dahi, hiçbir üslûp ve söylem hatâsını olsa da olmasa da fark etmez diye içime sindiremiyorum. Dahası, asıl bana mektup yazan X arkadaşımın dikkat çektiği, üçüncü ve belki hayli geniş ama siyasette sesi pek duyulmayan kesim üzerinde, Erdoğan’ın (ve her dediğine yüzde yüz angaje taraftarlarının) iticiliğinin reel olarak çok olumsuz bir etkisi olduğuna inanıyorum. Örneğin şu son haftalarda, ortalıkta gerçekleşmiş bir başkanlık sistemi de olmadığı halde, Erdoğan’ın ikide bir ve hem de en kritik meselelerde hükümete alenen, kamuoyu önünde müdahale etmesi karşısında yükselen ılımlı ve olumlu eleştirilere dahi bir kısım köşe yazarlarından gelen fazla Erdoğancı, “ne yaparsa doğrudur”cu tepkiler, başka bir yığın nedenin yanı sıra bu açıdan da irkiltici. Acaba AKP, Etyen Mahçupyan’ın da bir önceki (24 Mart) yazısında sözünü ettiği, kutuplaşmanın asgariciliğinden fayda ummak yerine, daha olgun ve sâkin, daha az tekelci ve kavgacı bir “hükümet çizgisi” izlese ve medyasını da bu açıdan yeniden düşünse, kendisi ve herkes için daha iyi olmaz mı? Bu soruyu sormak gerektiği kanısındayım.İkincisi, kendi konumumun gene altını çizeyim de manevî bir dönüşüm geçirmekte olduğum sanılmasın. Roger Garaudy de, Cat Stevens (Yusuf İslâm) da değilim; hele bu yaşımdan sonra dine dönecek halim yok. Bir vahiy ânı yaşayıp hidayete ererek Müslüman olmam imkânsız. Dinle ve dindarlarla kapışmayı marifet sayan militan bir ateist değilim, ama sonuçta ateistim ve öyle de kalacağım. Çünkü bir noktada, çok fazla realist-materyalist; bilimi ve bilimsel metodu, bilimsel şüpheciliği ve prosedürleri çok fazla içselleştirmiş biriyim (bilimperest olmasam da). Toplum çapında baktığımızda, çoğumuz inancımızı seçmeyiz aslında; bu hemen tamamen ailemize, doğup büyüdüğümüz ortama bağlıdır — küçükten itibaren yaş dönümü ritlerinin hangi çerçevede uygulandığına; etrafımızda dua eden, namaz kılan, Kuran okuyan, camiye veya kiliseye veya sinagoga giden olup olmadığına. Ne yapayım; ben de öyle değil böyle yetişmişim; herhangi bir zorlamayla değil, sadece kendimi din dışı bir çevrede bulduğumdan. Üzerine Marksizm gelmiş, lise gelmiş, üniversite gelmiş, hocalık gelmiş; artık değişmez; bu çok aşağılardaki ve çok kalın kültür katmanlarının üzerine, ne yaparsam yapayım bir iman katı çıkamam.Ama üçüncüsü, kendimi Müslümanlarla sırf herhangi bir şekilde yan yana yaşama fikrine değil, onun ötesinde, Müslümanların çoğunlukta ve iktidarda olduğu bir toplumda yaşama fikrine alıştırmış; bu fikri kabullenmiş, içime sindirmiş bulunuyorum. Bir kere daha altını çizeyim; Müslümanların mevcut ama “bize” uzak, aşağılarda bir yerde, iktidarsızlaştırılmış konumlarda mevcut olduğu, pek göze çarpmadığı, kamusal alana kuvvetle çıkmadığı ve kendi iradelerini, kendi kimliklerini, kendi özlemlerini ortaya koymadığı koşullardan değil, çoğunlukta ve iktidarda bulunduğu koşullardan söz ediyorum. Denebilir ki, eh, iş o noktaya geldiğinde zaten başka çare yok; ya sevecek ya terk edeceksin. Bir, ben kerhen değil gerçekten kabullenmek ve içselleştirmekten söz ediyorum. İki, bu içsel kabulleniş ve özümleyişin Kemalist Cumhuriyet eriyerek de olsa sürerken psikolojik açıdan belki daha kolay olduğu kanısındayım. Faraza 2002 öncesinde veya tâ 2007-2008’e kadar, 141-142’yle birlikte 163. maddenin de kaldırılması; türban, başörtüsü; üniversitelerde, işyerlerinde ve kamusal alanın tamamında istedikleri gibi giyinebilmeleri; ya da bir daha asla parti kapattırmama gibi konularda, herhalde en azından bazılarımız “onların” özgürlüğünü daha rahat savunabiliyorduk. Çünkü kendimizi güvende hissediyorduk — çünkü hâlâ bütün laiklik “mahalle”mizle birlikte “biz” güçlüydük ve zaman zaman çok ezilip bastırılmış solculuğumuza karşın, 23 Mart’taki yazımda açıklamaya çalıştığım gibi, bu noktada Atatürkçülüğün ve Batıcılığın/Batılılığın şemsiyesi altındaydık.Bir adım daha ileri gideyim; özel olarak kültür alanında, doğrudan doğruya “biz” iktidarda ve hattâ hegemonik konumdaydık. Kemalizm ile Komintern Marksizmi karışımı diye tarif edebileceğim bir kültürü, katıksız Atatürkçülerden çok (her kimdiyse onlar), “biz” derece derece sosyalist sol/cular üretiyor, yeniden üretiyor ve tüketiyorduk. İllâ ispatlayayım mı bunu? Bakalım ne kadarını ezberden çıkartabiliyorum diye, alt alta yazayım dedim, fazla zorlanmadan ilk aklıma gelenleri. İdeolojik saflık, radikallik dozajı ve kalite nüanslarına bakmaksızın sıralıyorum. 1950’ler, 60’lar ve 70’ler boyunca, saygın öğretim üyeleri ve diğer fikir adamlarının çoğu “biz”den veya “biz”i koruyanlardandı: Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya gibi eski, Doğan Avcıoğlu ve Mümtaz Soysal gibi yeni/mutasavver Kadro’cular; 1940’ların dışarıda veya içerideki ünlü mağdurları — Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Behice Boran; kıdemli SBF, Ankara Hukuk ve İstanbul Hukuk profesörleri — Sıddık Sami Onar, Tahsin Bekir Balta, Seha Meray, Fehmi Işık, İlhan Unat, İbrahim Yasa, Sadun Aren, Türkkaya Ataöv; yıldızı parlayan genç veya orta yaşlılar – Mübeccel Kıray, Korkut Boratav, Bilsay Kuruç, İlhan Tekeli, Selim İlkin, Emre Kongar; DPT’ciler — Osman Nuri Torun, Atilla Sönmez, Atilla Karaosmanoğlu; doğrudan solcu lider veya düşünürler — Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Emin Türk Eliçin, Mehmet Ali Aybar. Gazeteciler: Abdi İpekçi, Nadir Nadi, Çetin Altan, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Orhan Duru, Doğan Özgüden, Müşerref Hekimoğlu, Fikret Otyam, Oktay Akbal, Mustafa Ekmekçi, Mehmed Kemal. Düşünce ve kültür-sanat dergileri: Yön, Devrim, Sosyal Adalet, Varlık, Yeditepe, Dost, Halkın Dostları, Militan, Papirüs, Yeni Dergi, Doğan Kardeş (evet ve bilhassa). Yayıncılar ve yayınevleri: Ada Yayınları (Ferit Edgü), Sol Yayınları (Muzaffer Erdost), Bilim ve Sosyalizm Yayınları (Süleyman Ege), Salim Şengil, Remzi İnanç. Zamanla inanılmaz çoğalan günlük-haftalık-aylık fraksiyon yayınlarını hiç saymıyorum.Roman, hikâye, deneme, mizah yazarları: Tek Parti’den müdevver ama hâlâ okunan Reşat Nuri ve Falih Rıfkı’ların ötesinde, o Tek Parti’nin ve sonra DP’nin konjonktürel kurbanları da dahil, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Rıfar Ilgaz, Sait Faik, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Haldun Taner, Adalet Ağaoğlu, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar, Vedat Türkali, Demir Özlü, Tezer Özlü, Sezer Özlü, Demirtaş Ceyhun, Nedim Gürsel, Sevgi Soysal, Nazlı Eray, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Ferit Edgü, Bilge Karasu. Şairler: Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet (Anday), Cahit Sıtkı (Tarancı), Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Ülkü Tamer, İlhan Berk, Cahit Külebi, Behçet Necatigil, Ceyhun Atuf Kansu, Özdemir Asaf, Asaf Hâlet Çelebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ataol Behramoğlu, Nihat Behram, İsmet Özel (1975’e kadar), Özkan Mert, Süreyya Berfe, Seyfettin Başçıllar, Ergin Günçe, Ahmet Oktay, Refik Durbaş, Kemal Özer, Ahmet Arif, Enver Gökçe, Atilla İlhan, İzzet Yasar, Hasan Hüseyin, A. Kadir, Can Yücel, Arif Damar. Saz şairleri, halk müziği ve aranjmanları: Aşık Veysel, Aşık İhsani, Esin Afşar, Ruhi Su (ve bütün bir alt-kültür olarak Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Alevî-Bektaşî semahları).Özel bir Mavi Anadolu grubu: Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir), Azra Erhat, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu. Tiyatro yazar, sanatçı ve grupları: Muhsin Ertuğrul (ve geleneği), Güngör Dilmen, Turgut Özakman, Ayten ve Cüneyt Gökçer, Saim Alpago, Yıldız ve Müşfik Kenter, Haldun Dormen, Altan Erbulak, Genco Erkal, Ergun Köknar, Ali Taygun, Vasıf Öngören, Asaf Çiyiltepe, Erkan Yücel, Mehmet Akan, Rutkay Aziz; Cep Tiyatrosu, Arena Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu, AST, DAST, Halk Oyuncuları. Sinemacılar: keza Muhsin Ertuğrul (ve geleneği), Halit Refiğ, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan, Yılmaz Güney, Zülfü Livaneli (birçok yere girebilir), Şerif Gören, Ömer Kavur, Kerim Afşar, Barış Pirhasan. Ressamlar: İbrahim Balaban, Nuri İyem, Orhan Peker, Orhan Taylan. Karikatüristler: Turhan Selçuk (Abdülcanbaz), Bedri Koraman, Ferit Öngören. Eleştirmenler: Nurullah Ataç, Fethi Naci, Berna Moran, Memet Fuat, Asım Bezirci, Murat Belge. Ve her zaman en koyu Kemalist-modernist hegemonya alanı olan klasik müzik: Leyla Gencer, İdil Biret, Suna Kan, Ayla Erduran, Hikmet Şimşek, Rengim Gökmen, Gürer Aykal.Kimbilir kimleri atlamışımdır. Her neyse. Berlin Duvarı yıkılırken, tesadüf, Murat (Belge) Birmingham’a gelmişti de, başka bir yığın şeyin yanı sıra, Türkiye’nin bütün 20. yüzyıl kültürünü gözden geçirip revize edecek bir kültür ve düşünce tarihi ansiklopedisi çıkarmayı da konuşmuştuk. Tabii onun ve benim hiçbir zaman gerçekleşmeyecek projelerimizden biri olarak kaldı. Şimdi ise, başlı başına bir araştırma, en azından ayrı bir yazı konusu olabilecekken, hiç olmazsa bu kısa dökümü buraya koydum ki geçmiş ile bugün arasındaki farkı; neyin değiştiğini; benim sadece bir dönemin değil aynı zamanda bir elitin sonu derken ne kastettiğimi biraz daha somut anlatabileyim. Yukarıdaki isimler bütün bir estetiğin kurucuları ve yapıtaşlarıydı; 1950’ler, 60’lar ve 70’lerde kültürlü olmak, bunları bilmek demekti; hepsi değilse de bir çoğu, okumuş orta sınıf ailelerinin günlük kullanım sözcüklerindendi (household words). Ben kendim bunlarla büyüdüm; şimdi ise hemen hiçbiri yok; hatırlayan da yok; tek tük kaldılarsa da kültür alanında eskisi gibi bir tarihsel blok oluşturmuyorlar. Asıl önemlisi, bu süren ve kendini yeniden üreten bir gelenek değil. Evet, öğretmenlik mesleği hâlâ Eğitim Fakültelerinin ve daha genel olarak birçok yüksek öğrenim kurumu giderek anakronikleşen bir solcu entellektüalizmin elinde (kimse de vay diyerek gidip zaptetmeye kalkmasın kuşkusuz). Ama panoramik olarak baktığınızda, göçen bir çağın ve yıkılan bir iktidarın bundan daha çarpıcı — ordunun kışlasına dönmesinden, MGK’nın sivilleşmesinden, haftalık genelkurmay basın toplantılarının sona ermesinden ve YÖK’te emekli general kalmamasından bile çarpıcı — bir göstergesi olamaz kanısındayım.Netice şu ki, seküler-muhalif aydınlar varoluşlarının ideo-kültürel payandaları bakımından meselâ 1990’lara kıyasla bugün çok daha zayıf konumdalar ve bu da, başka her şey eşit olmak kaydıyla, çok daha derin korkular yaşamalarına; deyim yerindeyse, büyük fay hattının hemen dibine kadar gelip, aşağıya bakıp geri çekilmelerine yol açabiliyor — iktidarda ve kendine güvenli bir İslâm/cılık karşısında. Şimdi Etyen Mahçupyan diyebilir ki ama hayır, her şey eşit değil; her iki taraf birbirini toplumsal hayatın çeşitli alanlarında daha iyi tanıyor ve bu da kapalılığın habire aşınmasına, gri örtüşme alanlarının genişlemesine yol açıyor.Umarım öyledir; kulağa mantıklı geliyor, en azından. Ama öyle olmasa da, ben seküler aydınların Özaltınlı’nın dikkat çektiği gizil korkularını üzerlerinden atıp, sadece darbeci-devirmecilikten vazgeçmekle yetinmeyerek, Müslümanlık kültür dairesiyle diyaloga, etkileşime girmesinden de yanayım. Çünkü aksi takdirde yeni ve daha demokratik bir kültür oluşmayacak. (Ayrıca, naif de kaçsa, Serbestiyet’in ve benzer “ara yüz” girişimlerinin, bu çaba için şu çok küçük ölçekte bile pozitif bir mekân ve model rolü oynayabileceğini umuyorum.)
‘Bizim’ değil, asıl ‘onların’ iktidarında
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik