[8 Mayıs 2015] Çeşitli Serbestiyet yazarları, her fırsatta “Suriyeliler dışarı” diyen Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin nev zuhur yabancı düşmanlığına dikkat çekti. Önemli bir konu; ben de kıyısından köşesinden birkaç şey eklemek istedim. Bir kere, buradaki bütünleşme ve tamamlayıcılıklar kuşkusuz çok ilginç. Nâsır ve bütün diğer Baas yönetimleri gibi Esed rejimi de otoriter modernist bir diktatörlük. Geri ve ilkel Arap halkını ilerletmek için baskı altında tutuyor. Bu, bir bakıma yüz yıl önce İttihatçılığın, sonra Kemalizmin üstlendiği yukarıdan aşağı uygarlaştırma misyonunun devamı; 1930’ların Tek Parti diktatörlüğünün bir sureti ve yankısı. Söz konusu “halk için, halka rağmen” zihniyetinin bizdeki mirasçısı ise, Ecevit dönemindeki kısmî zigzaglarına karşın dönüp dolaşıp gene CHP. Ve halen, işte bu CHP işte o Esed’e arka çıkmakla kalmıyor; Suriye’den kaçıp Türkiye’ye gelenleri geri göndermeyi seçim beyannamesine alıyor. Bunda, sadece aynı kafadakilerin yardımlaşması değil, sembolik bir ikame boyutu da söz konusu. Sanırım CHP için asıl mesele, kamusal alanı çağdaş olmayan tüm görüntülerden temizleyerek alla franca’lığı korumak(tı). On küsur yıl boyunca bu, ülkemizin kendi Müslümanlarını da içeriyordu. Ne ki, ters tepti; eyvah, iktidara bile geldiler. Ama şimdi, şu pis Suriyeli Araplardan kurtulsak, sanki daha geniş bir metaforla AKP’den de kurtulmuş gibi mi olacağız?
Bu kadarı yeterince kötü de, kaçanı kaçtığı yere geri gönderme fikri, bizatihî oldukça düşük bir insaniyet endeksini yansıtmakta. Bir düşünce egzersizi olarak, Yeni ve Yakınçağın büyük kaçış ve sığınma dalgalarından kaynaklanan insanlık dramlarının orasına burasına koymaya çalışıyorum Kemal Kılıçdaroğlu’nu. Hatırlarsınız; Deniz Baykal’a (kendisi istediği kadar inkâr etsin) ancak paralel yapının düzenlemiş olabileceği kaset komplosuyla CHP’nin tepesine indirildiği ilk zamanlarda “Gandi” sıfatına lâyık görülmüştü. Elhak, medyaya da biraz izan ve insaf, belirli bir ölçü ve orantı duygusu gerekli. Gandi kim, Kılıçdaroğlu kim? Her türlü aidiyetini unutarak bakmaya çalışıyorum da, evet, gerçekten taşyürekli olabilecek, zerrece sıcaklık hissi vermeyen, kuru ve kurnaz bir bürokrat görüyorum (ve doğrusu tek adamcı müdahaleciliklerine çok eleştirel baktığım Erdoğan, kişisel planda çok daha hakiki ve insani kalıyor yanında). Kılıçdaroğlu’nun 19. yüzyılda Atlantik’te gidip gelen esirci gemilerinden, ya da ABD’nin Güney eyaletlerindeki pamuk çiftliklerinden kaçıp liberal Kuzeye ulaşmayı başaran siyahlar hakkında ne düşünebileceğini merak ediyorum, ister istemez. Onların da köleliğin ve köleci yasaların cehennemine geri gönderilmesi caiz mi sayılırdı CHP genel başkanınca? Harriet Beecher Stowe, Tom Amcanın Kulübesi’yle (1852), ABD’de bütün bir neslin vicdanını ayaklandırmayı başarmıştı da, kucağına bebeği donmuş nehrin üzerinde buzdan buza sıçrayarak kaçan genç siyah kadının kanlı ayak izleri Kılıçdaroğlu’nun Suriyelilere titremeyen kalbini titretir miydi, bilemiyorum doğrusu. Amistad diye meşhur bir yelkenli vardır, tâ Sierra Leone’den getirilen Mende kabilesine mensup köleleri Küba’da bir limandan diğerine nakletmekte olan. Yıl 1839; Mendeliler ayaklanıp gemiyi ele geçirir; sonra da Long Island açıklarına varan Amistad’ı bir ABD savaş gemisi tutup Boston’a çeker. Yargılanır ve beraat eder, azad olmuş sayılırlar; özgürlükleri Amerikan Yüksek Mahkemesi'nce onanır. Kılıçdaroğlu bu kararın neresinde dururdu; onların da Küba’daki İspanyol sahiplerine iadesini mi isterdi, hukuk adına?
Ortaokul ve lisede birkaç yazım, Erich Maria Remarque’larla geçmişti, çoğunun evde eski Burhan Arpad çevirilerini bulduğum. Tabii Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok; devamı niteliğindeki Sonra Dönüş Yolu; iki savaş arası dönemde geçen Zafer Tâkı, Üç Arkadaş [Yoldaş; Almancası Drei Kamaraden]; İnsanları Seveceksin — Liebe deinen Nachsten, yani İncil’deki Komşumu seveceksin öğüdü; İngilizcesi ise Flotsam, dolayısıyla Sürüklenenler diye de çevrilebilir ve uygun da düşermiş, çünkü Nazizmden kaçarak kâh o, kâh bu ülkeye kapağı atmaya çalışan Yahudileri ve diğer perişan, zavallı yığınları anlatıyor. Kılıçdaroğlu bunu da okumuş olabilir mi, düşünüyorum kendi kendime. Ya da, keşke okusaymış ve tercihini insanları sevmekten yana kullansaymış, çünkü şu haliyle, mültecilerin karşısına dikilen şişman ve soğuk İsviçre-Avusturya polisleriyle özdeşleşmiş gibi duruyor. Aynı yıllarda İspanya İç Savaşı da sürmekte; Franko’dan kaçanları da Franko’ya iade etmeyi önerebilir miydi örneğin? Gene 1930’larda İstanbul’a sığınan Yahudi bilim adamlarını gerisin geri Hitler’e? 1956’da Macaristan’dan kaçanları Janos Kadar’a? 1968’de Çekoslovakya’dan kaçanları Gustav Husak’a? 1980’lerin Afgan mültecilerini Babrak Karmal ve Nur Muhammed Teraki’lere? İsimlerinin zorla değiştirilmesini istemedikleri için Bulgaristan’ı terk edip gelenleri Todor Jivkov’a?
Bunlar önemli sorular, çünkü hepsi dünyanın çektiği acılarla ilgili. Bir yanda zalimler, diğerinde yerlerinden yurtlarından edilen ve/ya kaçıp sığınacak yer arayan mazlumlar. Solcu, demokrat, sosyal demokrat, her neyse, sırf kerameti kendinden menkul iddialarla olunmuyor; gelenek dediğiniz sırf parti geleneği de değil; işte bütün bu duyarlılıklar da bir gelenek, bir referans noktası — ve şimdiki tavrıyla CHP, Macaristan’da Jobbik, Fransa’da Front National (FN) ile birlikte, aşırı sağda (belki içinizden, çoktan almalıydı diyebileceğiniz) yeri almış bulunuyor.