[9 Temmuz 2015] Kemal İnan’ın 15 Haziran’daki Kürt oyları ne diyor? yazısına ancak 4 Temmuz’da cevap verebildim (AKP Kürt oylarını sırf “mahalle baskısı”yla mı kaybetti?). Bu ilk aşamada, sadece esas içeriği üzerinde durdum. Çizgiselliği ve Kartezyen mantığına dikkat çektim. Milliyetçi ideolojinin kitleleri pekâlâ “kendi rızalarıyla” sürükleyebileceğini; Kürt milliyetçiliğinin bu açıdan tarih içinde oluşmuş çok ciddî bir mağduriyete yaslandığını hatırlattım. Gene de, dedim, siyasetin oynayacağı çok önemli bir rol vardır. PKK-HDP’nin bölgedeki “mahalle baskısı” bir gerçek, ama 7 Haziran seçim kampanyası boyunca AKP’nın yaptığı bir dizi hatâ da aynı derecede gerçek. Evveliyatında, Roboski katliamının ve örtbas edilmesinin açtığı yara; üzerine, Kobani kuşatması sırasında bir süre en hafif deyimiyle müstağni tavır alınması; Erdoğan’ın “düştü düşecek” duyarsızlığı; hükümetin ulaştığı Dolmabahçe mutabakatını gene Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tekmelemesi ve üzerine bir de “Kürt sorunu yoktur” demesi; ardından diğer parti sözcülerinin de aynı havaya girmesi ve Erdoğan’dan başlayarak herkesin (Zerdüştçülük suçlamaları dahil) hayli eski bir Kürt düşmanlığı söylemine geri dönmesi; bu arada, Çözüm Sürecinin en azından seçim sonrasına kadar dondurulduğunun açıklanması… Bunlar oldu mu, olmadı mı? Olduysa, Kürtler üzerinde hiçbir olumsuz etki yapmadıklarını kim iddia edebilir? Sorunun, AKP içindeki eleştirellik-eleştirisizlik ayrışmasıyla da birleşen bir boyutu var. AKP’nin bir kesimi, parti içinde ve çevresinde çok-sesliliğe, eleştiri ve özeleştiriye daha açık bir tavırda. Ve en azından bu kesim, yukarıda saydığım hususların hepsini ciddî yanlışlar olarak gündeme getiriyor. Öte yandan, AKP içinde AKP’nin (veya medyasının) üstelik de AKP-MHP koalisyonuna daha yakın duran bir kesimi için, varsa yoksa Sağlam İrade. Erdoğan’ı dokunulmaz saydıkları ve her türlü eleştiri-özeleştiriye karşı son derece hırçın davrandıkları gibi (bkz Berat Özipek, Hakan Albayrak ne yapmaya çalışıyor?, 5 Temmuz 2015), bir de süürekli “nankör Kürtler” temasını işliyorlar. Peki, şimdi Kemal İnan, AKP’nin hakkını yememek için titizlik gösteren ve göstermeyenler tasnifiyle; bu çerçevede, PKK’nın kötülüklerine işaret ediyorsan AKP’ye hatâ bulmaman gerektiği konusundaki israrıyla, AKP içindeki tartışmada nerede, taraflardan hangisine yakın durmuş oluyor? Nihayet, bugün bile “PYD IŞİD’den daha tehlikeli” diye bir fikir varsa ve AKP yanlısı basının bir kesiminde manşetlere taşınıyorsa, İnan’ın tavrı son tahlilde bu çok tehlikeli çizgiyle de birleşmiyor mu? İlk ağızda, aşağı yukarı bu noktaları dile getirmeye çalıştım.
Şimdi ise yalnız madalyonun diğer yüzündeki IŞİD (ve Batı) sorunu üzerinde duracağım. Hatırlanacağı (veya dönüp bakılabileceği) gibi, İnan AKP’nin hakkını yediğini düşündüklerine hayli istihfaf gösteriyor. Bundan önce Gürbüz Özaltınlı payını alıyor: “Analiz burada çok açık : AK Parti’nin Kobani politikası yanlıştı ve Türkiye'nin bu konuda, yani Kürt milliyetçiliğinin Kurtuluş Savaşı olarak sunulan bir olayda yeterli hassasiyeti göstermemesinden doğan politik bir hataydı. Hayret ki ne hayret!” Özaltınlı’nın tesbitinin neden yanlış olduğunu anlatmaya bile tenezzül etmeyen Kemal İnan’ın altını benim çizdiğim son dört sözcüğü, çok net bir küçümseyişi yansıtıyor.
Geçelim; sıra, 10 Haziran 2015 tarihli Zaman geçer, fırsat kaçar; Kobani’ye dönemezsin yazımın içinde aktardığım görece eski bir yazım nedeniyle bana geliyor. Bağlamı biraz açıklamam lâzım. 7 Haziran’ın ardından birçok Serbestiyet yazarı, AKP’nin Kobani yanlışları üzerinde durdu. Hepsinde, Kobani’nin Kürtler açısından büyük önem taşıdığı ve AKP’nin bunu algılamadığı; sonuçta yaptıklarından daha fazlasını ve baştan yapmamakla hatâ ettiği vurgusu vardı. Bu, benim hissiyatımla buluşuyordu. Benzer bir ruh halini daha Kobani kuşatması sırasında algılamış; Türkiye bu savaşa girmek ve Kobane’yi kurtarmak zorunda başlıklı bir feryat yazısı yazmış (4 Ekim 2014) TSK’nın sınırda durup seyredecek yerde sadece birkaç kilometre içeri girip Kobani’yi iki tarafından koruyucu bir kordon altına alabileceğini savunmuştum. Sekiz küsur ay geride kalmıştı. 10 Haziran’da oturdum; Gürbüz Özaltınlı’nın, Oral Çalışlar’ın, Markar Esayan’ın ve Yıldıray Oğur’un şimdi bu konuda yazdıklarını tek tek alıntıladım. Bir geçiş paragrafından sonra en alta da 4 Ekim yazımın tamamını koydum. Koydum ama söz konusu geçiş paragrafında, esas derdimin Kobani’de yaşanan fevkalâdeliğe ve bir Türk-Kürt ittifakını perçinleme fırsatı varken nasıl kaçırıldığına dikkat çekmek olduğunu; yoksa “illâ işgal” diye bir meselem olmadığını, en kritik olanını siyahladığım aşağıdaki cümlelerle açıklamaya çalıştım:
AKP hükümetinin Kobani konusundaki pasifliğinin bedeli, şimdi daha net görülüyor ki, o zaman korkulan alternatiflerden çok daha ağır oldu. Aktiflik ise illâ içeri girip IŞİD’le bilfiil dövüşmek demek miydi; bunda israr etmeyebilirim. Ama fiiliyatta izlenen çizgiye kıyasla doğruya çok daha yakın olmuş olacağı muhakkak. Türkiye’nin hem Kürtlerle ilişkileri, hem Batı’yla ilişkileri bambaşka bir mecraya otururdu. Dönüp baktığımda, bunu oldukça net ve kapsamlı biçimde açıkladığım kanısına varıyorum. Bu düşüncelerle, 2014 Ekim başındaki yazımın tamamını aşağıda tekrar yayınlıyorum.
Sanırım Kemal İnan 4 Ekim 2014’teki Kobane’yi kurtarmak yazımı o tarihte değil de ancak şimdi, 10 Haziran 2015’teki Kobani’ye dönemezsin yazımın bir parçası olarak okumuş. Keza, yukarıdaki uyarı cümlelerine de çok dikkat etmemiş anlaşılan. Zira benim esas ne demeye çalıştığıma hiç dikkat etmeksizin, sadece 4 Ekim’deki “askerî müdahale” önerisine takılıyor ve buna çok sert bir tepki gösteriyor: “Ben bu satırları ve devamını okuduktan sonra — ki herkesin okumasını öneririm — kanım dondu! Askeri müdahale!”
Bu satırları okuyunca ne anlarsınız normal olarak? Yazarın, her durumda bir ülkenin başka bir ülkeye askerî müdahalede bulunmasına ahlâken karşı olduğu, böyle girişimleri ilkece reddettiği gibi bir izlenim doğuyor; lâkin öyle mi acaba? Gerçekten öyle olsaydı, günümüzde artık böyle bir ilkenin uygulanabilirliği kalıp kalmadığını tartışabilirdik uzun uzun. Bir vakitler Ortadoğu’yu biçimlendirmiş olan 1916 Sykes-Picot anlaşmasının sonunun geldiğinde herkes hemfikir. Irak ve Suriye dağılıyor, tam bir “devlet çöküşü” (state collapse) yaşanıyor. Madalyonun diğer yüzünde, her yerden yeni “devlet oluşumu” (state-formation) girişim ve süreçleri fışkırmakta. Eski büyük aktörlerin yanısıra, olanca değişkenlik ve kontrol edilemezlikleri içinde yığınla yeni örgüt ve hizip de sahnede. Ve aşikâr ki (sırf IŞİD değil) hepsi toprak peşinde, yani kendi mutasavver devletlerinin olası teritoryalitesini adım adım inşa etmek peşinde. Dolayısıyla sınırlar hem var hem yok. Bu koşullarda, hangi hükümet gelirse gelsin “Ortadoğu batağına sürüklenmeyeceğiz” diyemez. Nasıl sürüklenmeyeceğiz; her tarafımızda ve içinde, göbeğindeyiz zaten. Dahası, aynı mantıkla kimse, ama kimse, her türlü sınırötesi harekâta peşinen, ilkece, mutlak surette karşı da çıkamaz. (Sevgili Oral [Çalışlar], bak bunu sana da söylüyorum.) Türkiye İkinci Dünya Savaşının dışında kalmayı başardı ama şimdiki Ortadoğu Savaşının dışında kalmayı hiç tahmin etmiyorum ki başarabilsin. Olsa olsa, hangi amaçla, ne uğurda, kime karşı ve kiminle birlikte türünden ayırımlar yapılabilir. Enver Paşa tarzı maceracılıklar, Turgut Özal türü maddî faydacı “bir koy üç al” bezirgânlıkları, ya da Süleyman Demirel’in hep rüyasını gördüğü “fırsat bu fırsat, yüz yıl önce bizden esirgenen Musul petrollerini kapıverelim” hırsları reddedilebilir. Dar mezhepsel (Şiilere karşı Sünniler gibi) cephelere katılmamaya; bu arada Kürtleri asla düşman almamaya özen gösterilebilir. Öte yandan, daha evrensel ve kapsayıcı bazı dâvâ ve cephelere katılmak kaçınılmaz olacaktır.
Şimdi buradan tekrar dönelim, şu Kemal İnan’ın tam olarak neden “kanının donduğu” meselesine. O cümlenin öncesi ve sonrası da var ki, ben asıl oraları önemli buluyorum. İlginçtir; bu pasajlardan ben, Kemal İnan herhangi bir askerî müdahaleden çok, özellikle (a) IŞİD’e yönelik bir müdahaleye ve/ya (b) Türkiye’nin şu veya bu şekilde Batı’yla aynı safta yer alacağı bir müdahaleye karşıymış gibi bir izlenim ediniyorum. Haksız mıyım acaba? “Kanının donması”na giden yolda, benim 4 Ekim’de IŞİD hakkında yazdıklarımı, Kemal İnan kendince şöyle özetliyor:
Bundan sonra, İngilizce veya Fransızca konuşan, nereden türediği hâlâ anlaşılmamış olan ve aynı bir Hollywood filmindeki gibi kafa kesme ve insan doğrama gibi vahşetleri hangi amaca hizmet için televizyon ekranlarında gösteri yaparak infaz ettikleri anlaşılamayan katil militanları ballandırarak anlatıp,…
Nihayet “kanının donduğu” noktadan sonra ise, askerî müdahale fikrine neden o kadar tepki duyduğunu şöyle açıklıyor:
… kanım dondu! Askeri müdahale! Gerekçe: Batılılara katliam var. Peki, başta kendi askerleri ve vatandaşları katledilen ABD ve diğer Batılı güçler ne yapıyor? Kıllarını kıpırdatmıyor! Kürtler böyle bir müdahale istiyor mu? Hayır, bilhassa istemiyor ve bunu kendilerine gayrimeşru silahlı bir tecavüz nedeni olarak göreceklerini ifade ediyor! PYD kendilerine katılacak Barzani’nin yolladığı Peşmergelerin sayısını sınırlamakla meşgul. Neden? İktidarlarına tehdit olarak görüyorlar. Durum buyken askeri müdahale!
İlginç. Ne demek bütün bunlar? İlk paragraf hakkında (1) IŞİD bilinemez bir masal veya efsaneden, kasten abartılan hayalî bir tehlikeden mi ibaret? Var mı, yok mu? Kökenleri çok mu esrarengiz? En son Oral Çalışlar 30 Haziran’da yazdı (Türkiye “terörist devlet” mi); Batı’nın desteğini çekmesi sonrasında ve Esed’in devlet barbarlığını tırmandırması karşısında Suriye Muhalefeti’nin nasıl radikallik yarışlarına sürüklendiğini, bu çerçeve önce Al Nusra ve sonta IŞİD’in öne çıktığını tane tane anlattı. Eski Saddam ordusunun intikamcı subayları da gidip katıldı; Batı’dan ve belki Türkiye’den de daha önce gitmiş silâhlara da el kondu; Avrupa’nın fiilen ve/ya zihnen gettolaşmış yeni-Müslüman ve lümpen-Müslüman cihadçılarından da gönüllüler aktı; Suriye rejimi de sağa sola saldırmalarına kol kanat germeye başladı. Ortaya nereden türediği hiç de “hâlâ anlaşılmamış” olmayan, böyle gayet anlaşılabilir bir fenomen çıktı. Canavar mı, değil mi? Kötü ve çok kötü mü, değil mi? Nasıl bir duyarsızlık, o “Hollywood filmi” benzetmesi? Ne yani, pislik ve benzersiz pislik o infazların, kafa kesmelerin kendisi değil de televizyon ekranlarında “hangi amaca hizmet” ettiği belli olmayan bir şekilde gösterilmesi mi? Yüzlerce yazı yayınlandı, IŞİD’in propaganda ve asker yazma, gönüllü çekme yöntemlerinde bu dehşet ve dolayısıyla karşı durulmaz kudret gösterimlerinin merkezî rolü hakkında. Acımasız ve uzlaşmasız fanatizmin kendine özgü bir mantığı ve çekiciliği var aslında. Kemal İnan hiç birini okumamış olabilir mi? Bu vahşetin yakın plana getirilip kişiselleştirilmiş hunharlığında, çok özel bir tüyler ürperticilik yok mu? Ne demek, benim IŞİD’i “ballandırarak” anlatmam? Plato’nun mağarasında esir tutulan bizler, arka duvarda Batı’nın oynattırdığı dumanlı görüntüleri mi seyrederek aldatılıyoruz; ben de o görüntüleri aktardığım için mi “ballandırmış” oluyorum? Kemal İnan bizi çözsün, mağaradan günışığına çıkarsın ve kendisi “ballandırmadan” anlatsın da anlayalım bakalım.
İkinci paragraf hakkında (2) ne demek, “Gerekçe: Batılılara katliam var”? Maalesef kendimi, özel olarak bu cümleyi ahlâken kınadığımı belirtmek zorunda hissediyorum. Bir kere, insan nasıl olup da benim gerekirse IŞİD’le savaşmak pahasına Kobani’nin kurtarılması hakkında söylediklerimi, Halil Berktay’ın askerî müdahale istemesinin gerekçesi “Batılılara katliam” şeklinde özetleyebilir? Her şey bir yana, o boğazına bıçak dayanıp korku içinde bekletilen ve sonra gırtlağı, damarları kesilen zavallıları nasıl öncelikle “Batılı” diye niteleyebiliriz, bunu aklımın alması olanaksız. Öncelikle insan mı, öncelikle Batılı mı? Ben bakınca insan ve insanlığa karşı katliam görüyorum; demek Kemal İnan bakınca öncelikle İngiliz, Fransız, Amerikalı vb görüyor ve bundan, bunun askerî müdahale, daha genel olarak şiddete dayalı bir reaksiyon konusu olamıyacağı, olmaması getektiği sonucu çıkıyor. Diyelim ki Batı’nın kendisi öyle görüyor ve sırf kendi vatandaşları öldürülüyor diye IŞİD’e karşı tavır alıyor; bu dahi bizim öyle görmemiz ve davranmamızı mı gerektirir? Yani Batı (emperyalizmi) insanlığı “kendininkiler” ve “ötekiler” diye bölüp, sırf “kendininkileri” kurtarmak için harekete geçecek ve biz de bunun karşısında tavrımızı, aynı bölünmeyi kabul ederken yalnızca bu temelde “onları” kurtarmayı reddetmek şeklinde belirleyeceğiz, öyle mi? Yıldız Ramazanoğlu Benim kendi küçük hikâyem 2 yazısında (15 Haziran) Ömer Muhtar’ın “Onlar bizim öğretmenimiz olamaz” sözünü hem de çok benzer bir bağlamda aktarmış; bir bakmanızı öneririm. Keza, Batı’nın karada müdahale etmemesi de bizim için emsal ve bağlayıcı olabilir mi? “ABD ve Batılı güçler… kıllarını kıpırdatmıyor” diye yazmış Kemal İnan. Bir kere, olgusal açıdan doğru değil. İkincisi, George W. Bush’un Irak’a müdahale hatâsının üzerine bir de Irak’tan çekilmenin ve asıl “bir daha asla kara harekâtına girişmeyeceğini” açıklamanın bindiğini, yani şimdiki durumlarının katmerli bir yanlış olduğunu (ne ki Obama’nın siyasî açıdan bu adımı geri alamıyacağını) onlar da biliyor. Üçüncüsü, malûmu ilâm ama Suriye ABD’nin değil Türkiye’nin komşusu; Türkiye Kürtleri ABD’nin değil bizim vatandaşımız; Suriye Kürtleri de Amerikalıların değil onların kardeşi, akrabası, soydaşı. Dördüncüsü, gene diyelim ki Batı’nın dış politikasında gerçekten ahlâkî ve insanî kaygılara yer yok; bizimki de mi öyle olmalı? 1930’lardan İspanya İç Savaşı örneği geliyor aklıma. ABD, İngiltere ve Fransa, Franko ile Cumhuriyet arasında “tarafsız” kalmayı benimseyip Adem-i Müdahale Komitesi’ni kurmuş; Hitler ve Mussolini’nin Falanjistlere verdiği olanca desteğe seyirci kalmış; Türkiye de aynı tavrı benimsemişti. Şimdi de öyle olmak mı zorunda? Ya İnan’ın PKK’nın müdahale karşıtlığına yaslanmasına ne demeli? PKK’nın neden müdahale istememiş olduğu açık: Kobani’nin kurtarılmasını Türkiye’ye borçlu olmamak; dolayısıyla kapsamlı bir Türk-Kürt ittifakının oluşmasıyla yüzyüze gelmemek; kısacası, her durumda Türkiye’yi düşman göstermeyi sürdürebilmek için. Özetle, tam bir ikiyüzlülülük; tavşana kaç tazıya tut politikası. Peki, başka her alanda ve konuda PKK’ya çok kötü gözle baktığı aşikâr olan Kemal İnan, özel olarak bu noktada, PKK istemiyor diye müdahale etmeyelim ve Kobani’yi kurtarmayalım diyebilir mi?
Burada bir genel bir de özel mesele var kuşkusuz. Genel mesele derken kastettiğim şu: Müdahalenin kaçınılmaz olduğu Ortadoğu’da, Türkiye müdahalelerini çok iyi seçmek ve hele IŞİD konusunda (zaten sinyallerin çoğaldığı bir doğrultuda) mutlaka Batı dahil bütün bir insanlık dâvâsıyla aynı cephede yer almak zorunda. Özeli ise Kemal İnan’la ilgili. Vallahi sıkıldım, bütün bu mantıksızlıkları tek tek sıralayıp tek tek çürütmek zorunda kalmaktan. Hani rakı sofrasında kadeh kaldırırken dostlar arasında söylenen bir söz vardır, “en kötü günümüz bu olsun” diye. Ben de bitirirken gene dostlar arasında Kemal İnan’a “en kötü yazın bu olsun” demek istiyorum.