Yaşananların ve kötücül sürüklenmenin ağırlığı karşısında bütünlüklü fikirler serdetmek çok zor. Ancak kesik kesik de olsa karmaşık da olsa bazı cümleler kurmak mümkün.
Çocukluğumuz açıklanması zor olayların mesela 1960 İhtilalinde seçilmiş yöneticilerin idam edilmesinin gölgesinde geçti. Adı sonradan “derin devlet”e dönüşen karanlık güçlerle, hepimizin hakkını çiğnemekte tereddüt etmeyeceğini farklı tecrübelerle öğrendiğimiz yüzü olmayan sisli gölgelerle çevrili olduğumuzu en masum günlerimizde bile hissederdik. İbni Haldun’a atfedilen ‘coğrafya kaderdir’ sözü can buldu hayatımızda.
Evimizde farklı görüşten misafirler Peyami Safa, Nâzım Hikmet arasındaki polemikleri tartışır, biz de modernleşmenin emeğin sermayenin kültürün medeniyetin neresinde olduğumuzu anlamaya çalışırdık yerde oyun oynarken. Güzel günlerdi, çünkü yazarlar bir yandan kıyasıya eleştiriliyor bir yandan da şiirlerin pasajların hakkı teslim ediliyordu.
Lise çağlarından itibaren yaşadığımız tecrübede ise öğretmenlerimiz tarafından bile her farklılık ve hak talebi çatışma ve düşmanlık diline evrildi. İnsanlar sert ikilemler yaratılarak kapalı kutucuklara yerleştiriliyordu. Sırtı sıvazlanıp övgüye değer görülenler sistemin ötekileri aşağılamasına, tekdir tehdit ve baskılamasına alkış tutuyor, en azından görmezden geliyorlardı, bu böyle sonsuza kadar gider zannıyla.
Bu durum zaman içinde o kadar absürd bir hal aldı ki insanın kendi varlığında bizzat yaşadığı çoğul kimlik ve varoluş zenginliği bile parçalandı; içler çatışmaların mekânına dönüştü, mesela bir kadın bambaşka şeylermiş gibi Kürt kimliği ile mütedeyyin kimliği arasında kendini ortadan ikiye bölünmüş hissedebildi. İnsanlar taşıdıkları bütün alemlerle birlikte tek parça toplumsallaşmaktan mahrum, oraya buraya savruldular senelerce.
İnsanın politik, toplumsal ve kültürel tercihleri olabilir fakat hiçbirisi insaniyetin önüne geçemez. Ailelerimizden gördüğümüz terbiye budur. Türkiye hak ve adalet duygusunu kaybetmenin eşiğinde büyük bir insanlık krizi yaşıyor. Birileri sürekli ortaklaşacağımız tek bir ortak cümle bile olmadığını, hepimizi bir ülkü etrafında toplayacak bir değer ve hedef kalmadığını haykırıyor. Demokratik Açılım günlerinde epeyce yaklaştığımız konuşma, anlama, dinleme çabası da yerle bir olsun isteyenler az değil. Anadolu’daki yüzlerce yıllık bir arada yaşama tecrübesinin ardından geldiğimiz nokta kaygı verici. Bizi kendimize örfümüze geniş yüreğimize yabancılaştıran sistem, her dönem birini öne çıkarıp ötekini yere vurduğunda, başkasını kıran inciten bana da aferin demesin diyemedik. Temel insani ilkeleri takip edememenin bizi getirdiği eşiği sorgulamaktan nefsimizi alıkoyan insanlık krizi işte bu, başkasına yapılan kötülüğü görmezden gelmek. Karanlıklar, gölgeler, zalimler bu zafiyetimiz üzerine kuruyor varlığını.
AK Parti her türden vesayetle mücadele edip toplumun bütün kesimlerini itibarlı, eşit kurucu özne yapmak için yola çıktığında büyük destek aldı. İşte bu sebeple sokaktaki her iki insandan biri AK Partiliydi. Özellikle 2011’de milyonlarca insan bütün taleplere hakça yaklaşan adil eşit ve özgür bir anayasa inşa edilsin diye sandığa gitti. Fakat yeni bir toplumsal sözleşme bir türlü gerçekleşmedi. Yapılan nice hatalar “zamanı değil” tekdiriyle karşılandı, halisane söz söyleyenler yok mesabesinde görüldü. Ağır eleştirilere hatta tehditlere rağmen baldıran zehri içerek barış ve çözüm yoluna çıkan hareket nasıl oldu da talepleri karşılayamadı, hiç kimseyi dışarıda bırakmayan cümleleri kurmak yerine saflaşmayı hızlandırdı, hem de elinde iktidarın imkânları ve İslam’ın inceliği zarafeti kalpleri fetheden ilkeleri varken.
Tarihimizi ve başımızdan geçen bütün darbeleri iyi bilen bir gazeteci, ‘bu ülkede dindarlar hiç acı çekmedi’ diyebiliyor. Kürtler, Solcular, Aleviler, Başörtülüler, Gayrı Müslimler, Ermeniler, İslamcılar, Ülkücüler herkes çok acı çekti. İstiklal Mahkemeleri’nden darağacına gönderilen Müslümanları yok saymayla başlayan bugünlere kadar sürüp gelen kötü bir toplumsal gelenek var. Korkular, çıkarlar, ayrıcalıklar, kimi kaygılar, dini telakkiler ve kalbi kararmışlıklar yüzünden marjinal bir azınlık dışında kimse başkasının acısına hakikatine eğilmiyor. Bu insanlık krizini aşmak için emek vermesi gerekenler bundan böyle bir milletten söz edemeyeceğimizi bildirmeyi tercih ediyorlar.
Suruç’ta, Ankara’da, Diyarbakır’da yaşanan felaketler karşısında, ‘kim yaptıysa elleri kırılsın!’ diyen milyonların değil de ‘oh olsun!’ diyen bir avuç zavallının sesi çoğaltılıyor. Dağlarda öldürülen çocukları için de katledilen polis ve askerler için de üzülen, şehrinde hendekleri, mayınları silahları istemeyen Kürt anneleri de duyamıyoruz.
PKK terör örgütünün kanlı savaşını bastırmaya çalışan güç de masum değil, karşılıklı savaş suçları işlendiği çok açık. Bu ülkede bilinmeli ki devlet daima ebet şiddettir, en büyük şiddet ise hep haklı olma üste çıkma hastalığı. Sanki ebedi bir savaşa tutuşmuşuz, hiç yüz yüze gelmeyecekmişiz gibi gettolarda mevzi kazma nefretleşme hali. Ülkeyi her türlü şiddete, operasyona, bölünmeye, iç savaşa açık hale getiren de bu; derin devlet derin kötülükler büyük insanlık krizimizin birbirimize sahip çıkamayışımızın dışavurumu.