İstanbul’un topoğrafyasının profesyonel gözlerden bile kaçmış, ya da hep doğu-batı ekseni ön plana çıktığından yeterince dile gelememiş ve ancak kuzey-güney eksenli bir bakışla farkedilebilecek kayda değer bir özelliği var. Malum, doğu-batı yönünde lineer bir kent İstanbul, coğrafyası buna zorladığından çoğu metropolün kolayına geldiği gibi konsantrik, yani merkezden çevreye halkalar halinde değil, doğu ve batı yönünde (İzmit’e ve Tekirdağ’a) iki tarafa doğru çekiştirilerek büyümüş, yani en baştaki gibi Boğaz eksenli olarak yarısı doğuda yarısı batıda olma özelliğini yitirmemiş ki bu konumlanışı Asya ile Avrupa arasında köprü olma diye yorumlanıp en klişe özelliğini de teşkil etmiş (1). Bu iki parçalılık ve köprü klişesi (2) en profesyonelinden kent araştırmacısı dostlarımızda bile tecrübelerinden beklenmeyecek hatalı bir beklentinin oluşmasının kaynağı olabiliyor. Manasız bir nedensellik olacağı aşikâr şekilde daha batılı ve modern tarafın Avrupa, doğulu ve geleneksel tarafın da Asya yakası olacağı zannıyla gelebiliyorlar. Tabii tanıdıkça bu eşleşmenin tarihi ve coğrafi herhangi bir eğilimin sonucu olamayacağını hemen farkedip bu naifliği ve temelsizliği aşikar varsayıma önce kendileri şaşırıyorlar.Oysa ilk bakışta göze çarpmayıp, yaşadıkça ve duyularla farkedilebilen ters yönde bir bölünmüşlüğü daha var İstanbul’un; kuzey ve güney, Karadeniz ve Akdeniz iklim ekseni İstanbul’un tam ortasından geçerek bu kez de kuzey-güney ekseninde ikiye bölüyor İstanbul’u. Bitki örtüsü yağış rejimi vs. doğal özellikler bakımından tamamen birbirinden farklı iki parça bunlar (3), İstanbullu’nun günlük dilinde Lodos’un (güney rüzgarı) bezdiriciliğiyle Poyraz’ın (kuzey rüzgarı) ferahlatıcılığı arasındaki farklılığa karşılık gelen bu bölünme, kentin gündelik hayat kalitesi ve konforunu etkilemek bakımından, Boğaz’ın doğu-batı olarak ikiye bölmesinden daha önemli sonuçlar ve dolayısıyla da kent planlaması açısından daha önemli girdiler doğuruyor. Doğu-batı ayrımı, geleneksel-modern ayrımına denk düşmediği gibi Asya yakasında daha çok ikamet, Avrupa’da daha çok iş merkezi olması gibi bir ayrışmaya dahi işaret etmemektedir ki İstanbullular bunu zaten köprülerin sabah-akşam ters yöndeki tıkanıklığını deneyimleyerek farketmektedirler.Yukarıdaki ve aşağıdaki topoğrafik ve ekolojik haritalarda da apaçık görüleceği gibi, Boğaz kuzey-güney doğrultusunun yegâne açık koridoru değildir. Biri doğuda diğer dördü batıda beş engelsiz geçiti, hava koridoru daha var İstanbul’un, bunlardan Maltepe-Riva ve Çekmece epeyce kenarlarda yer alırken Haliç’in başlangıcı Sarayburnu’ndan başlayıp dibi Silahtarağa üzerinden ikiye bölünerek Kağıthane vadisini tarayıp Yeniköy-Terkos’ta Karadeniz’le buluşuyor. Boğaz’a paralel bu çifte koridorun başlıca ayrıcalıklı özelliği tarihi yarımada (Eminönü+Fatih) ve Beyoğlu yakasının tam ortasından geçmesidir ki bu Kadıköy yakası dışında kalan kentin kuzey-güney yönündeki tam orta hattı demektir. Dolayısıyla Boğaz ve Kağıthane aralarındaki sırt hattından kentin yeni iş merkezi hattı Büyükdere Caddesi’nin geçtiği paralel iki vadidir ki bunlardan daha iri olanının içinin su dolu olduğu düşünülebilir. Bu durumda Cendere/Kağıthane hattı da/tabanından cılız bir derenin aktığı bir vadi olarak yorumlanabilir.İşte bu cılız derenin aktığı geniş vadi tabanı düz zeminler üzerindeki Hyde Park’tan hatta Central Park’tan bile daha vaatkar bir kent parkı ortamı sunmaktadır birinin tabanı mavi, diğerinin tasarlanmış bir yeşil olduğu iki vadinin kaderleri henüz Yüksek Lisans programımızın (Bilgi-Mimarlık) Mehmet Kütükçüoğlu atölyesinde 07’de üretilmiş vadi tabanı projesi benzeri gelecek öngörüleri ortaya çıkmadan çok önce, daha ilk ve ikinci çevreyolları ve köprüleri yapılırken birbirine bağlanmıştı. E5 çevreyolu ilk ve büyük vadi Boğaz’ı birinci köprü ile aşmanın birkaç km sonrasında bu kez asma köprünün küçüğü ve ayaklısı olan Haliç köprüsü küçük vadiyi aşacaktı. Üstelik aynı kurgu on yıl sonra inşa edilecek ikinci çevreyolu ve köprü ile de tekrarlanacak ve çevreyolları, Boğaz perspektifinde iki asma köprü paralelindeki diğer vadininkinde ise iki tane ayaklı viyadük ile temsil edileceklerdir. Park olarak tasarlanmış bir vadi tabanı metropolün tamamından otoyol ve raylı sistem ile ulaşım kolaylığı bakımından en az Boğaz kadar çekici olacaktır. Çünkü suyla dolu bir taban gibi sadece seyirlik olmayacak, içinde bulunup vakit geçirmek de mümkün olacaktır ki bu otoyol kavşaklarında oluşan iş merkezlerinin aksine metropolün merkezi olmanın en avantajlı ve istenir biçimidir. Metropolün her yerinden birkaç saat için bile olsa vakit geçirmek için gelinmesi bölge için konfor kaybı değil, tam tersine kamusal yaşamı şenlendirip yepyeni bir karakter kazandıracak bir hareketlilik olacaktır ve bu yönüyle de Boğaz’ın benzeri, hatta kısmen ondan rol çalan bir kapasiteye sahip hale gelecektir. Ayrıca da İstanbul’un böyle bir kent parkının olması sadece vadiinin iki yanındaki gayrımenkullerin değil, tıpkı Boğaz örneğindeki gibi İstanbul’un tamamının değerinin artması sonucunu doğuracaktır. Böylesi bir park, yine tıpkı Hyde Park ve Central Park örneklerindeki gibi sadece bitkiden ve yeşilden ibaret kalmayacak, çekim noktası olmasını besleyen ve ondan beslenen yeme-içme, eğlence, sergi kültür-sanat gibi rekreatif işlevlerle zenginleşecektir. Yine nasıl ki Boğaz sadece sudan ibaret bir hat olmayıp, kendine özgü fiziki ve sosyal peyzajıyla da bulunduğu metropol bağlamının karakter sahibi dominant bir yeriyse Kağıthane de tıpkı onun gibi bitki ve yeşilden ibaret olmayıp, tıpkı emsalleri gibi başlıbaşına karakteristiği olan bir yer olacaktır. Ama her şey bu kadar yerli yerinde olamaz!.. “Gerçek olamayacak kadar iyi!” sözünü hatırlatacak bir yeri olmalı bu hikâyenin. Yok yok, vadi kenarlarının ilham ve özenden yoksun kişiliksiz derme-çatma inşaatları değil keyfimizi kaçırıp hayalimizi kıracak olan, maddi değerleri artınca zaten yenilenecek onlar, üstelik, kentsel dönüşüm yasası zorbalığıyla değil, durduğu yerde değeri artmış gayrımenkulüne yatırımı gönüllü olarak yatırım yapacak Bürgerlerin (kentliler) gönül rızasıyla. Ama yeterli değil, hayal kırıklığı tehdidinin sınırı bundan ibaret değil. Sıranın “Sorunun çaresi değil, bizzat kendisi olan yönetim”e geldiği belli olmuştur artık herhalde. 06’daki makro ölçekli yüzbinlik plan bu vadiyi anlattığım gibi bir park olarak öngörmüşken, Kasım’11 tarihli vadi tabanına 70 kata kadar yapılaşmayı mümkün kılan karar, sergilediğim türden beklentileri tamamen boşa çıkaracak nitelikte; vadi tabanına 70 kata kadar yapılaşmayı mümkün kılan ve geçtiğimiz sonbaharda İBB’de onaylanan plan esas olarak vadi sırtında Zincirlikuyu’dan Maslak’a uzanmış ve orada infilak etmiş spekülasyon hattını Kağıthane vadi tabanına indirmenin planı. Yine yanlış anlaşılmasın “rant” değil işaret edeceğim tehlike, tersine, anlattığım projenin kendisi zaten “rant”ın kaynağı. Yani “gayrımenkullerin yerlerinin kent topraklarındaki göreli değer hareketleri sonucunda mali değerlerinin artması.” Fark şuradaki anlattığım proje senaryosunun yaratacağı spekülatif değerler yani toplam rant, vadinin tamamının değerini yükseltme kapasitesine sahipken yani o derme-çatma diye görülen binaları da rantta pay sahibi yapacakken, vadi tabanında ve kıyısında yoğunlaşan imar haklarıyla 70 kata varan inşaatlardan oluşacak rantı vadi tabanındaki büyük arazi sahipleri arasında paylaşılacaklardır. Dolayısıyla tıpkı paranın kendisi gibi problem ortaya çıkan yeni değerde, yani rantta değil, o değerin paylaşılma biçimindedir. Şimdilik ufukta gözüken yegane umut, Kağıthane belediyesinin, ilçesinin aleyhine olan bu gidişi durdurup, yetkisinde olan imar planını farklı bir vizyonla yapmasında ve Kağıthanelilerin de kendi çıkarlarının ne olduğunu doğru anlayıp bu yönde davranarak kendi belediyelerini aktif biçimde desteklemelerinde, yani yerel yönetim sivil toplum dayanışmasında. Tabii tüm İstanbulluların da işlerine yarayacak bir girişime karşı olmayacaklarını da düşünebiliriz. Çoğu zaman istikrarsızlık beklentisinin kaynağı olan seçimlerin ardarda dizilmesi belki de Kağıthane’nin nasiplenmesiyle sonuçlanacak dayanışma biçimlerinin ve hatta belki de iyi yönetim örneklerinin birbirini doğurup güçlendirmesinin önünü açacaktır. _________________________________________________________________________Dipnotlar:(1) Oysa tarih, felsefe ve mitoloji ve başka şey söylüyor; başından beri ötekini/yabancıyı barındırma kapasitesi nedeniyle aslında öteki/yabancı kalmayı da (yani geçişliliği/köprü olmayı) olanaksız kılmış hep.“… İstanbul kendi duvarları içinde bölünerek her zaman ‘başka yeri’ içinde barındırmış,kendi bağrında toplamıştır…”İstanbul, sürekli değişen temelleri yapısızlanarak yapılanan bir kent olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden metafizik ve kavramsal bir açıdan alternatif ve çelişmezliğin katı karşıtlıkları üzerinde kurulu geleneksel mantığa gerçek bir meydan okumadır. İstanbul, kendi ile başkasının ayrışamaz bir şekilde birbirine karıştığı; farklı halk ve kültürlerin kendi yeri ile yaban arasındaki geçişlilikte komşuluk yaptığı yaşayan bir aporia (çıkmaz, olanaksız poros) biçimi olmuştur.Tüm logoslardan daha ilksel olan Bosfor efsanesi de bu yapıyı anlatır. Zeus’la sevişen Hera’nın kıskançlığıyla öküze dönüşen lo eski haline dönmek için yüzerek boğazı geçmek zorunda kalmış ve böylece boğaz Bos-Phoros, öküz geçidi adını almıştır…” Jacques Derrida ile birlikte Pera Peras Poros (derl.Önay Sözer, Ferda Keskin) (İş Bank yay, 2012)(2) İklim temelli yatay dilimlenme 3. çevreyolu ve köprü dolayısıyla ilk kez ve ne yazık ki hem de bu yatay bantların en belirleyicisi olan kuzey yeşilinin yitirilmesinin ertesinde aktüel bir konu haline gelmiştir.(3) Asya’yı evin yatak odası, Avrupa’yı oturma ve yemek odası+mutfak mecazına uygun hale getiren sosyal coğrafyadaki bu bölünmenin dışında kalan yatay eksenli bölünmeler de sözkonusudur. Mesela Ümraniye, Maslak, Ataşehir gibi yeni iş merkezleri her üç yakanın eski merkezlerinin yoğunlaşmasıyla değil, çevreyollarının içerilerden gelen ana arterlerle buluşmasıyla (Altunizade, Kavacık, gibi) oluşmaktadır. Yatay dilimlenmeye bir örnek de iskan bölgelerinde çevreyollarından sahillere (içeriden dışarı) doğru sosyal statünün alt-orta tabakalardan üst-orta tabakalara doğru yükselmesidir. Son çeyrek yüzyılda yatay dilimlenmedeki bu artış eğiliminin doğurduğu sosyal ve fiziki sonuçları Santral’daki “1910-2010 Kent, Yapılı çevre, Mimarlık” sergisinde sergilemeye çalışmıştık sergi malzemesini İstanbul arşivi web sitesi ve katalogla kamuoyuna sunmayı koşullar mümkün kılmamıştı halen üzerinde çalışılıyor.
Kağıthane İstanbul’a merkez olur mu?
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik