[HB, 18-19 Ocak 2014] Bazı nesillerin klasikleşen “cep kitapları” olur. Fransa’da PUF’un (Presses universitaires de France) bastığı Que sais-je (Ne biliyorum) dizisi, 1940’lardan beri sürüyor ve 4000 başlığa yaklaşmış. Kendi payıma, Oxford University Press’in 1995’te başlayan ve şimdiye kadar yüzlercesi çıkan Very Short Introductions’ını (Çok Kısa Girişler) çok seviyor ve sürekli kullanıyorum. Türkiye’de, Varlık Yayınevi’nin 1950’lerdeki o küçücük, üstü yatay çizgili Cep Kitapları’nı, içinde çocukluğumun aşk hayallerine dair hiçbir şey bulamadığım Lord Nelson ve Leydi Hamilton’ın Aşkı’yla hatırlarım (ama şimdi baktım, Google’da bile yok). Az daha yakınlara ve ciddî konulara gelirsek, 1960’larda Fethi Naci 100 Soruda diye bir dizi yayınlardı, zamanın ünlü sol ve diğer aydınlarının yazdığı: 100 Soruda Türkiye’de Toprak Meselesi (Suat Aksoy), 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi (Niyazi Berkes), 100 Soruda Felsefe (Selâhattin Hilâv), 100 Soruda Jön Türkler ve İttihat ve Terakki (Sina Akşin), 100 Soruda Tasavvuf (Abdülbâki Gölpınarlı), 100 Soruda Türk Folkloru (Pertev Naili Boratav). Aralarındaki özen ve kalite farklarına karşın, bugüne kıyasla çok daha sınırlı ve kapalı bir ülkenin ve dönemin kültür ortamı çerçevesinde önemli çalışmalardı.Şimdi bütün bunları niçin yazdım? Hrant öleli yedi yıl oldu. Öldürüleli, tabii. Ama öyle dediğimizde, dikkat ister istemez işin siyaset ve cinayet yanına kayıyor. Derhal bunu yapan ve yaptıranları düşünmeye başlıyorsunuz: Türkiye’nin ürkütücü yeraltı karanlıklarını; 1915’ten, hattâ öncesinden sürüp gelen bütün bir ideolojik arka planı; 19 Ocak 2007’de kurulan pusunun çığırtkanlığını yapan ve tetikçilere manşetlerden hedef gösterenleri; emekli subayları ve taklit yeminleriyle o yılların garip, esrarlı Kuvayı Milliye’cilerini; eylemi tezgâhlayan, hattâ ilk ağızda kutlayan ve sonra beklemedikleri tepkiler karşısında korkup geri çekilirken örtbas etmeye devam edenleri. Katille omuz omuza fotoğraf çektirenleri; maçlarda beyaz bere giyip “hepimiz Samast’ız” diye bağıranları; en makul taleplere karşın soruşturmayı genişletmeyip mahkemeyi yokuşa sürenleri, bugüne değin.Görüyorsunuz işte, ben de bütün bu korkunç çağrışımları bir kere daha sıralamaktan kendimi alamadım, “öldürüleli” ve “cinayet” sözcüklerini kullanır kullanmaz. Oysa bir de salt ve mutlak bir ölüm olayı var ortada. Nasıl cereyan etmiş olursa olsun, onulmaz, umarsız bir ayrılık. Bir ölü var, ölen bir insan, artık aramızda olmayan. Konuşamadığımız, sarılamadığımız, dokunamadığımız. Kimbilir, belki de bu, bir çeşit kaçış ve sığınmadır — öfke ve nefrete kaçış ve sığınma. Büyük bir kaybın dayanılmaz kederine kapılıp bir çöküntü daha geçirmeden ve kelimeler tekrar tekrar boğazlarımızda düğümlenmeden, insan olarak, kişi olarak, arkadaş olarak onun kendisinden söz etmek hâlâ çok, çok zor olduğu içindir ki, katillerinden ve canına kasteden diğer alçaklardan söz etmeyi tercih ediyoruzdur.Ümit Kurt ve ben, değişik bir şey yapalım dedik, bu yıl. Hrant’ı daha fazla hayatı ve hayatının anlamıyla anmaya çalışalım. Bu mükerrer kâbusun dışına çıkıp, daha serinkanlı, bilimsel ve tarihsel bir işe girişelim. Bunun için Serbestiyet’te yeni bir köşe açıyor ve şimdiye kadar denenmemiş bir diziye adım atıyoruz. Bu, bir tür “100 Soruda Ermeni soykırımı (veya sorunu)” ya da “Ermeni soykırımı (veya sorunu) hakkında bilmek istediğiniz her şey” dizisi olacak. Daha sonra tekrar dönüp göstereceğimiz gibi, bu faciayı daha yeni yeni konuşabiliyor Türkiye. Son on onbeş yılda bu açıdan göreli bir özgürleşme yaşadık. Eski psikolojik terör sona erdi. 1990’larda asla tasavvur edemeyeceğimiz bir yayın patlaması oldu. Yeni bir araştırmacılar kuşağı yetişiyor; özellikle Avrupa ve Amerika’da değerli doktora tezleri yapılıyor; diller çözülüyor, ufuklar genişliyor. Her şey söyleniyor ve tartışılıyor.Gene de bir sorun var — mevcut bilgiyi genel kamuoyu için kullanışlı hale getirme sorunu; dolayısıyla bir sistematizasyon sorunu. 1915’te tam ne oldu, nasıl oldu, niçin oldu? Kim veya kimler yaptı bu işi? Planlı ve kasıtlı mıydı, değil miydi? Ne kadar biliyoruz, nereden biliyoruz? Madalyonun diğer yüzünde, neden daha fazlasını bilemiyor veya birleştiremiyoruz? Bu, neden zor ve çetin bir alan? Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı tehcir, mülksüzleştirme ve katliamları günümüz Türkiye’sinde inceleme ve araştırmanın geçmişteki çok büyük ve bugün bile bir ölçüde devam eden güçlükleri nelerdir? Politika, bilime hangi kanallardan, nasıl müdahale etti ve ediyor? Unutuş ve unutturuluşların, yalan ve yasakların kabuklaşması kaldırılıp, gerçeğe ve daha fazla gerçeğe ve daha daha fazla gerçeğe nasıl yaklaşılabilir? Ermeni sorununun nihaî çözümü diye bir şey olabilir mi, ya da nasıl olabilir? Belki en önemlisi, bu mesele Türkiye’ye, bütün kuvvet ve zaaflarıyla mevcut ve değişen Türkiye toplumuna, hangi dille ve nasıl bir yaklaşımla anlatılabilir, kavratılabilir?Amacımız, işte bu kadar karmaşık yığınla meseleyi ince ince dilimlemek, unsurlarına ayrıştırmak ve belirli, uzun vâdeli bir plan çerçevesinde tek tek cevaplamaya koyulmak. Birlikte çalışacak, konuları paylaşacak ve birbirimize danışıp redije ederek olgunlaştıracağız. Bu süreç içinde, tek bir soru diye düşünmüş olduğumuz maddeleri daha fazla bölmek de gerekebilecek, kuşkusuz. O yüzdendir ki, tam “100 soruda” diyemiyoruz aslında, çünkü kaç soru olacağını henüz bilemiyoruz ve daha epey bir süre de bilemeyeceğiz. Artık kaç soru gerekirse, o kadar. Bu fikir köşemizin başlığına da yansıdı. Fakat herhalde bazıları Ümit Kurt’un, bazıları da benim elimden çıkacak; bazıları ise birkaç kere gidip gelecek aramızda. Sonuçta, kimisi her ikimizin HB & ÜK parafıyla, kimisi sadece ÜK parafıyla, kimisi de — Ümit Kurt İstanbul dışında olduğundan benim kaleme almak zorunda kaldığım bu ilk yazıda olduğu gibi — sadece HB parafıyla çıkacak.Bir ölümün gölgesinde başlıyor ve yüz binlerce ölümün yüzüncü yıldönümünde, 2015’in içinde bir yerde bitirmeyi umuyoruz.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik