[18 Şubat 2014] Neil Jordan’ın 1996 yapımı, başrolünde Liam Neeson’ın benzersiz bir oyun çıkardığı, o yıl Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazanan Michael Collins filmini gördünüz mü — ya da gördünüzse, “eh işte, dramatik bir iç savaş ve çatışma filmi daha” deyip geçtiniz mi, yoksa sonlarına doğru giderek derinleşen siyasî anlamı üzerine kafa yordunuz mu bir parça? Bundan dört beş ay önceydi; eylül sonu veya ekim başları olmalı. Gecenin geç vakti kafamı boşaltıp rahatlayayım diye zapping yaparken, bir kanalda kimbilir kaçıncı defa rastladım ve baştan sona bir kere daha izledim, uykumun gelmesi şöyle dursun, büsbütün kaçması pahasına.1920 dolaylarında bir silâhlı mücadele örgütü: Britanya İmparatorluğu’ndan bağımsızlık için savaşan İrlanda Cumhuriyet Ordusu (Irish Republican Army). Yeraltı faaliyetinin o zamanki yöntem ve trükleri; gizli buluşma ve toplantılar; kırlık alanlarda askerî eğitim. Dublin’in içinde suikastler, polis şeflerinin arabalarına konan bombalar. Sorgular, dosyalar, ajanlar, takipler. Devrimcilere karşı Londra’dan gönderilen ve Dublin Şatosu’nda karargâh kuran [Kontrgerilla veya JİTEM benzeri diyebileceğimiz] üst düzey MI5 (Military Intelligence, Section 5) ekipleri. IRA’nın ise, dikkat çekmeyecek şekilde şurada burada kalan, günlük hayata karışıp anonimleşmeye çalışan bu uzman istihbaratçıları, kendi sempatizan ve muhbirler ağının yardımıyla teşhis etme çabası.Bu sayede toplanan bilgilerle, kısaca “Ekip” (the Squad) olarak bilinen küçük vurucu gücün harekete geçmesi. Ve 21 Kasım 1920 Kanlı Pazarı: sabahın erken saatlerinde — bir rivayete göre Ortadoğu’da beraber hizmet gördükleri, başka bir rivayete göre de Cairo Café diye bir yerde toplandıkları için — “Kahire Çetesi” (Cairo Gang) diye bilinen özel ekipten 14 kişinin tek tek öldürülmesi; aynı gün öğleden sonra, bu sefer Kraliyet İrlanda Polisi ile “Kara ve Hakiler” (Black and Tans) denen yardımcı kuvvetlerin [ki bunlar da Osmanlı “başıbozuk”larının ve/ya günümüz köy korucularının karşılığı oluyor] misillemesi: zırhlı arabalarıyla bir rugby maçına dalıp, seyircileri makinelilerle tarayarak 14 sivili katletmeleri. Yüzeysel değil, öylesine realist dehşet sahneleri ki, havadaki korku koyulaşıyor, koyulaşıyor, âdetâ elle tutabileceğiniz, bıçakla kesebileceğiniz kadar kesif bir hal alıyor. Zulmün bu kadar tanıdık kokusuna, kendi hayatım dışında, bir de Altın Aslanlı başka bir filmde — Gilles Pontecorvo’nun, tesadüf, tıpkı La Guerre est Finie gibi Michael Collins’den tam otuz yıl önce, 1966’da çevrilen La battaglia di Algeri’sinde (Cezayir Savaşı), gerek Fransız paraşütçülerinin işkenceleri, gerekse FLN’cilerin sivil halka yönelik bombalı terör saldırılarında rastladım.60’larda bu ikinci tür şiddetin, siyasî bir zorunluluğun ötesinde, çok daha kapsamlı, felsefî, varoluşçu savunusunu, (mealen) “sömürgeleştirilmişlerin, manevî kötürümlüklerinden kurtulmak için muhtaç olduğu arındırıcı şiddet” teorileriyle Franz Fanon yapmaktaydı. Pontecorvo’nun Ali la Pointe ve Larbi Ben M’hidi’lerinin İrlanda’daki selefi ve mütekabili, Jordan’ın yapıtına adını veren Michael Collins’in ise böyle aşkınlaştırılmış bir ölme-öldürme fetişizmiyle pek ilgisi olmadı. Onunkisi, bütün diğer 19. yüzyıl ikinci yarısı ve 20. yüzyıl başı ihtilâlcileri gibi, mecburen başvurulan bir yöntem, bir araç olarak şiddetti — yani meselâ Lenin’in de anlayıp paylaşabileceği bir şiddet. Ne ki, Collins’in bu şiddeti belirsiz bir geleceğe doğru uzatmaya kadir “[karşı-devrim ve geri dönüş tehlikesine karşı, ilelebet] proletarya diktatörlüğü” gibi bir teorisi de yoktu. İyi ki yoktu; onun içindir ki, Nelson Mandela gibi o da, koşullar değişince pekâlâ vaz geçebildi şiddetten. Maksimalist değildi, fondamentalist değildi. Aracı amaca dönüştürmüyordu. Belirli bir anda nerede durmak gerektiğini sezip evet, yeter (ya da isterseniz yetmez ama evet) diyebildi. Ve hem ironik, hem trajiktir — bu yüzden, kendi dâvâsının uzlaşmaz barış karşıtlarınca öldürüldü.Az buz değil bu dönüşüm; öyle kolay anlaşılır ve anlatılır gibi değil. Çünkü yukarıda ikinci ve üçüncü paragraflarda özetlediğim feci şiddet eylemlerini tasarlayan, örgütleyen ve emreden de, hiç idealize ve romantize etmek istemediğim Michael Collins idi. Abdullah Öcalan bugün 66 yaşında ve son 15 yıldır İmralı’da yatıyor. Kürt mücadelesine bakışı tam ne zaman değişti ve bu değişim ne kadar derine iniyor bilemem ama, son birkaç yılda belirginleşip aleniyet kazanmasına kıyasla, daha uzun sürede oluşmuş olması da mümkün. Collins’in ise topu topu 32 yıllık yaşamının iyice kısa son evresinde ne kadar büyük bir viraj aldığını anlamak için, filmin sadece birkaç detayını değiştirirken aslında oldukça sadık kaldığı gerçek öyküsüne biraz daha yakından bakmalıyız.1890’da doğan Michael Collins, 26 yaşındayken vakitsiz ve talihsiz 1916 Paskalya Ayaklanması’na katıldı. IRA öncesinin bağımsızlıkçı milisleri için silâh kaçırdı ve depoladı; askerî eğitim verdi; bilfiil savaştı da. Sonrasında, binlerce âsiyle birlikte tutuklandı ve her nasılsa, ilk yargısız infazlar dalgasından sıyırmayı başardı. Sağ kalanlarla birlikte gönderildiği [salt işlevsel açıdan, belki 12 Eylül’ün Diyarbakır hapishanesine denk düşen] Galler ülkesindeki Frongoch toplama kampında, yetkili makamlarla işbirliği yapmama hareketini örgütleyenler arasında yer aldı ve ülkenin dört bir yanından gelen diğer “fiziksel güç yanlısı” cumhuriyetçilerle tanıştı. Ancak ayaklanmanın ne olursa olsun doğru ve haklı bir “kan diyeti” olduğu yaklaşımını paylaşmaksızın, yapılan hatâlara karşı hep daha eleştirel durdu.Frongoch esirleri Aralık 1916’da ülkelerine geri gönderildi. 1918 genel seçimlerini İrlanda’nın çok büyük bölümünde Sinn Féin partisi kazandı. 29’undaki Collins de kazanan adaylar arasındaydı ve bu, Birleşik Krallığın Avam Kamarası’nda oturabilmek demekti. Ne ki, Sinn Féin’ciler Londra’ya gitmeyip Dublin’de ayrı bir İrlanda Parlamentosu kuracaklarını önceden açıklamışlardı. Collins’in casusları aracılığıyla edindiği baskın istihbaratına kulak asmayan liderleri Eamonn De Valera ve çevresinin tutuklanmasına karşın, öyle de yaptılar ve Ocak 1919’de Birinci Dail olarak bilinen “İrlanda Meclisi”ni topladılar. Dail’in ilk işlerinden biri, eski İrlanda Gönüllüleri’nin, yeni adıyla IRA’nın, İrlanda Cumhuriyeti’nin resmî ordusu olduğunu ilân etmek oldu. Ve daha Birinci Dail’in açılış günü olan 21 Ocak 1919’da, bir IRA grubunun iki polise saldırıp öldürmesi, (Türkiye’nin Millî Mücadelesi’yle hemen hemen zamandaş, ama tabii daha kentsel ve çok daha küçük ölçekli) 1919-21 İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın ilk eylemini meydana getirdi.Bu, Collins için de bir dönüm noktasıydı. 1919 Eylül’ünde, İrlanda ulusu adına silâhlı mücadele vermesi Birinci Dail tarafından onaylanan IRA’nın İstihbarat Başkanlığına getirildi. 1916 Ayaklanması’nda salt sembolik “zafer”ler uğruna ödenen korkunç bedellerden kaçınmak için, gerilla savaşına yöneldi. Silâh kaçırma işlerini örgütleyip yönetti; ikmal ve eğitim verdiği yerel gerilla birimlerine bölgelerinde eylem insiyatifi tanıdı. De Valera’yı İngiltere’de tutulduğu hapishaneden kaçırdı. Hayatın her alanında yer alan kadın ve erkeklerden oluşturduğu geniş istihbarat ağıyla, İrlanda’daki İngiliz yönetiminin derinlerine sızmayı dahi başardı. Sırf İngiliz ajan ve muhbirlerini öldürmeyi amaçlayan özel (the Squad) suikast “Ekip”ini kurması da bu sıradadır. Bu yüzden çok eleştirilen Collins, kendini hep, bütün diğer devletler gibi İrlanda Cumhuriyeti’nin de düşman casuslarını idam etme hakkını gerekçe göstererek — ve İngiliz yönetiminin başvurduğu yargısız infazlara, faili meçhullere işaret ederek — savundu.Britanya yönetiminin ilk reaksiyonu, şiddete daha fazla şiddetle karşılık vermek oldu. “Kahire Çetesi” ve sonra “Igoe Çetesi” denen özel karşı-gerilla ekipleri [herhalde İrlanda’nın Çiller-Güreş yılları demek olan] bu dönemde getirildi; “Kara ve Hakiler” (Black and Tans) ve İrlanda Kraliyet Polisi RIC’ın (Royal Irish Constabulary) “Yardımcı Tümen”i ADRIC (Auxiliary Division) kuruldu; Büyük Harp’te savaşıp 1918’de terhis edilen binlerce genç İngiliz askeri bu birimlere yazıldı. Bir terör rejimi kurmalarına şu veya bu şekilde yeşil ışık yakıldı. Özel olarak Collins’in başına 10,000 sterlin (günümüzde +300,000 sterlin, ya da +360,000 avro) ödül kondu. Ne ki, hayalet gibiydi; siyasî lider olarak hep ortalıkta dolaşan De Valera’dan farklı olarak, yıllardır kendini hep sakındığından, yüzünün göründüğü tek bir fotoğrafı bile yoktu İngilizlerin elinde (1996 filminin bir sahnesinde “Kahire Çetesi”nin bu sıkıntısı çok güzel canlandırılıyor). Ve çok geçmeden, ilk başta anlattığım üzere, 21 Kasım 1920 Kanlı Pazarı geldi. Collins’in indirdiği cüretkâr darbe, yarattığı siyasal depremin yanı sıra, yığınla İngiliz ajanının panikleyip hemen ertesi gün Dublin Şatosu’na sığınmasına (ve böylece kendi kendilerini deşifre etmesine) de yol açtı.
Koşullar değişince (3) Savaşta Collins (ve aynasında Öcalan)
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik