17 Aralık 2013’te başlayan devlet krizi ağırlaşarak sürüyor. Son sözümü baştan söyleyeyim: 17 Aralık ve sonrası benim için çok açık bir darbe girişimidir. Gülen Hareketi’nin devletin gizli yapılanmalarla işgaline ve arkasında sıralanan güçlerle birlikte hükümeti operasyonlarla, darbeyle alaşağı etme saldırısına AKP hükümetinin verdiği cevap kaçınılmaz olarak olağanüstü hallerdeki yalpalanmaların, aşırılıkların karakterini taşıyor. Evet, bu “olağanüstü” durumda hükümetin ilk elde “önlem almak” uğruna demokratik kazanımları tehlikeye atan geri adımlar atması büyük olasılık. HSYK yasası bunun örneklerinden biri. İkinci olarak hükümet, sorunun sandıkta çözüleceğini düşünüyor. Oysa sandık tüm meşru sonuçlarına rağmen, bu şartlar altında toplumsal bölünmeyi, kutuplaşmayı daha da ağırlaştırabilir. Bu sorunlardan siyasi çıkış yolları elbette var. Bu, büyük ölçüde hükümetin ayrıştırıcı değil, birleştirici, laik kesimleri de içine alan siyasalarına, katılımcı, paylaşımcı tutumlarına yani siyasi basiretine bağlı. Başbakanın şu andaki tepkileri mağdurların klasik davranış biçimlerini örnekliyor. Kendi mağduriyetini diğerlerinden üstün görme, adeta yarıştırma… Bir tür sosyal körlük ve kısa görüşlülük.Hükümete on küsur yıllık icraatında, içerde ekonomik büyüme ve hamlelerle desteklenen reformlarına demokrasi güçleri, aydınlar, liberaller, solcular çevre katliamına dikkat çekmeyi ihmal etmeden destek verdiler. Hükümet dış politikada ise içerden aldığı destekle “one minute” ile başlayan, Mavi Marmara ile süren sembolik tutumlarla bir bakıma Batı’dan bağımsız hareket etme cüretine kalkıştı. Kanaatimce dünya güçleri açısından “No pasaran!” bu noktada başladı. “Çözümsüz Ortadoğu!”da çözümü bir ucundan başlatan Kürdlerle barış projesi güçlü ülkelerin alttan alta tepkisiyle karşılaştı. Ülkemizde reformlara destek veren aydınların birden bire karşı safa geçmesini ben bu bağlamda değerlendiriyorum. Laik kesimlerin en klasik korkuları, “Batı’dan kopuyor muyuz?”, “Eksen kayması mı var?”, “İran mı olacağız?” soruları bir zamanlar “yetmez ama evet” diyenleri de içine alarak karşı safları çoğalttı. Kalkınmanın olağan sonucu olan çevre katliamları kentli sınıfların hükümete verdiği reform desteğini ufalayıp yok etti. Memnuniyetsizlikler bugün laik kesimin temsilcilerinin dört elle sarıldığı “yolsuzluk” operasyonlarıyla vücut bulan bir protestoya dönüştü.Sosyal mağduriyetin temsili: AKP hükümetiBiraz geriye gidip AKP hükümetlerinin sosyal alanda hangi kesimleri temsil ettiğini anımsayalım: Çok söylendi, tekraren, TC’nin kuruluşundan beri baskıları sonucu Anadolu’ya sıkıştırılıp kalmış mütedeyyin kesimleri. TC’nin mağdurları elbette dindarlardan ibaret değil, ancak nüfusan en kalabalık kesimleri oluşturuyorlar. İnanç özgürlüğü ellerinden alınmış, hem ekonomik hem sosyal alandan dışlanmış, aşağılanmış mütedeyyin kesimlerin AKP’ye bu denli sarılmasının nedeni daha önceki iktidarlardan farklı olarak bu partinin söz konusu tarihsel mağduriyeti bizzat temsil edişidir. Başbakanın şahsında bu temsiliyet giderek güçlendi. Hâkimiyete alışmış olan laik kesimler ise ardı ardına gelen hükümetlerle, yine çok söylendi, tekraren, onulmaz bir yenilgi duygusunu yaşadılar.Bugün, AKP’nin ve hükümetin laik kesimleri dışlayan dili iki kesim arasındaki toplumsal çelişkileri artırıyor. Oysa zor zamanlardan zımni siyasi koalisyonlarla çıkılır. Oy almak uğruna çelişkileri keskinleştirmek böylesine toz duman içinde doğru bir siyaset olmayacaktır. Başbakanın kendisine oy vermeyen seçmenlerin tüm toplumsal haklarını savunmak temelinde, iktidar paylaşımını sağlamak temelinde, ayrıştırmamak temelinde, itirazlara ve eleştirilere göz kapatmamak ve ittifaklar kurmak temelinde bir toplumsal barışı inşa etmeye, bu zorlu görevi yerine getirmeye yönelmesi derin siyasi krizden çıkış noktalarından biri olacak.Bu ülkenin siyasi yelpazesi dindarlardan ibaret değil. Barikatlar üzerine çıkan romantik devrimcilerden başlayıp, sindirilen ve suskunluğuyla çok büyük acıları ifade eden Ermeni vatandaşlara, mübadeleyle İstanbul ve farklı Anadolu kentlerindeki yuvalarının, topraklarının hasretini yaşamaya zorlanan Rum vatandaşların anılarına, yıllarca dışlanan, hor görülen Yahudi vatandaşlara, sermayenin Türkleştirilmesi ırkçı siyasaları sonucu yoksullaştırılan, memleket dar edilen, ülkeden ayrılmak zorunda bırakılan nice gayrimüslime, ötekileştirilen Alevilere, baskılara isyan eden Kürdlere, “yaşam tarzıma dokunma” diyen kentlilere, sosyalizmi kurtuluş olarak gören solculara, ateistlere, feministlere, çevre için mücadele eden yeşillere, cinsel yönelimlerine saygı bekleyen LGBT bireylere ve liberal aydınlara ilh. uzanan zengin bir çeşitlilik arz ediyor. Tekil siyasetten çoğulculuğa, demokrasiye ve insan haklarına yönelmek tek çare görünüyor. Saygı görmek isteyen mütedeyyin kesimler ne denli haklıysa, yukarda sayılan toplumsal grupların saygıyı temel alan bir hükümet görmek istemeleri de o denli haklıdır. Anahtar kelime “saygı”dır. Tıpkı siyahların ABD’deki ayrımcılığa karşı yürüttüğü mücadelede yüksek sesle haykırdıkları gibi. Kürdlerle barış, Hıristiyanlara mal varlıklarının iade adımlarını başaran hükümet demokratikleşme adımlarını genişleterek, ara vermeden devam etmeli. Gezi eyleminin ilk günlerinden, şiddetsiz muhalefeti yaşama geçiren gençlerden bu ülkenin siyasetçilerinin öğreneceği çok şey var.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik