Aylar önce CHP milletvekili Birgül Ayman Güler’in “Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’ ve ‘bağımsızcılık’ diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” şeklinde Türklüğü “ulus”, Kürt olmayı ise “millet” kategorisine indirgediği tarih dışı yorumunun ardından Türkiye’de milliyetçilik tartışmaları gündemi uzun süre meşgul etmişti.Türk milliyetçiliği literatürüne baktığımızda karşılaştığımız anaakım argümanlardan bir tanesi “Türk” tabirinin zinhar etnik bir kategoriye tekabül etmediğidir. Bu bağlamda “Türklük” Arnavut, Boşnak, Kürt, Laz, Pomak, Zaza ve sair etnik kategorilerle bir arada değerlendirilemez. Bu bakış açısı en hafif deyimiyle tarih dışıdır (ahistoric). Böyle bir mülahaza adeta nevi şahsına münhasır ve tarihsel bağlamdan tamamen kopuk bir “Türk milliyetçiliği” tanımı getirir.Türk milliyetçiliği tartışmaları açısından bir diğer sınırlı ve sorunlu argüman ise, “Türk” kavramının etnik bir kimlik kategorisi altında değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmekle birlikte bunu sadece 1932 tarihli Türk Dil Kurumu’nun “etnik” terimi tanımına referans vererek tanımlamak ve bu bağlamda etnik Türk milliyetçiliğinin izlerini 1930’ların Türkiye’sinde sürmektir.Türk Yurdu dergisiOysa, “Türk” teriminin etnik bir kategori olduğu, 1930’ların çok daha gerisinde bir tarihsel arkaplana dayanarak açımlanabilir. Zira elimizde bunu yapabilecek ziyadesiyle fazla tarihsel done ve kaynak mevcut. Burada tarihsel olarak sorunlu olan bir diğer nokta, “Türk” teriminin sadece Cumhuriyetin ilk yıllarında bir ırka karşıklık geldiği argümanıdır.Dilerseniz öncelikle birinci ana akım görüşten başlayalım. Türk milli kimlik inşa sürecinin kurucu babası olarak kabul gören Ziya Gökalp, 12 Haziran 1913 tarihinde Türkçü düşün biçiminin sistematik olarak formüle edildiği Türk Yurdu dergisinde yayımlanan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı yazısında, Türklüğün imparatorluğun Müslüman hiçbir unsuru tarafından sahiplenilmediğini, hatta aslen Türk olan birçok gencin bile Arnavutlukla, Araplıkla, yahut Kürtlükle iftihar etmekte olduğundan yakınır. Türk kelimesinin ayıplı ünvarlar arasına girmesinden ötürü üzüntüsünü dile getirir. “Türk, Şarkî Anadolu’da Kızılbaş, İstanbul’da kaba ve köylü manasında idi. Türk olduklarına asla şüphe olmayan bazı Diyarbakır’lı ve Harput’lu doktorlar da kendilerini Kürt sanıyorlardı” der. Peki, Gökalp sizce bu cümlelerinde “Türk” terimini hangi kategoride değerlendiriyor? Ya da birçoklarının öne sürdüğü gibi etnik unsurlarından arındırılmış kucaklayıcı ve seküler bir “Türklük” tanımının izlerine burada rastlamak mümkün mü? Ya da Türk milli kimliği inşa sürecinin hangi dönemecinde bunu görmek mümkün? Bunlar cevaplanması elzem olan sorular.“Türk” teriminin etnik bir kategori olmadığını savunmak ta 19. yüzyılın ikinci yarısında dil ve tarih gibi kültürel alanlarda palazlanmaya başlayan; çok geçmeden filoloji, etnoloji, tarih ve dış siyaset sahasına da geçen; Avrupa’da Türkoloji çalışmalarının yoğunlaşmasıyla beraber Osmanlı düşün dünyasında iyice somutlaşan ve 18. yüzyıldan itibaren özellikle Çin ve Arap-İslâm kaynaklarını referans alarak İslâmiyet öncesi Türk tarihi üzerine çalışan Avrupalı şarkiyatçıların eserleriyle “bilimsel” bir nitelik de kazanan Türkçü fikriyatın bütün bir tarihsel bagajını yok saymaktır.Örneğin yukarıda bahsi geçen Türk Yurdu dergisine katkı sağlayan yazarların millet tanımı, ister modern çağın bir ürünü olsun isterse eski çağlardan beri var olan bir toplumsal yapı olsun, belirli bir sürekliliğe sahip olan topluluğu varsayar. Bu süreklilik bir kök arayışının ürünüdür. Uzam olarak kendine Türklüğün en eski geçmişini referans alır ve bunu yaparken Türklüğün tarihini tarih üstü bir anlayışla yeniden inşa eder. Kültür, ortak toplumsal duygu, hatta dil, bu tarihselliğin somut ürünleri olarak kabul edilir. Bütün milliyetçi inşa deneyimlerinde olduğu gibi tarih, inşa edilen milli kimliğe göre yeniden yaratılır.‘Türk’ terimi ve ırk kavramıGelelim “Türk” tabirinin ırk kavramına karşılık gelip gelmediği meselesine. Yani ikinci argümantasyona. “Türk” terimi sadece Cumhuriyet ilk yıllarında ırka tekabül etmemiştir. “Türk” olmanın ve “Türklüğün” ırkla rabıtalandırılması Cumhuriyet öncesi dönemin fersah fersah öncesine kadar gider. Bilhassa etnoloji sahasında Mustafa Celâleddin Paşa tarafından 1869’da kaleme alınan “Eski ve Yeni Türkler” (Les Turcs ancients et modernes) başlıklı eser üzerinde konuşulmayı hak eder. Yusuf Akçuraoğlu’nun da büyük bir dikkatle incelediği bu eserde Mustafa Celâleddin Paşa-ki kendisi Nâzım Hikmet’in anne tarafından büyük dedesi olur- Türklerin bugün Avrupa’da oturan kavimlerin mensup olduğu ırktan geldiğini kanıtlamaya girişir. Yazar, bu ırka Turo-Ariyen adını verir. Amaç, Türklerin de bu ırktan geldiğini göstererek, Avrupa hükümetlerinin ve Avrupa halkının Türklere düşmanlıklarını azaltmaktır.Türklüğün her şeyden önce ırka dayalı olduğuna işaret eden bir diğer önemli kaynak, İttihat ve Terakki’nin (İT) Paris şubesinin 25 Mart 1906 tarihinden itibaren mevcut olan muhaberatının kopya defterlerindeki birtakım mektuplardır. Ermeni Tehciri ve Soykırımın iki önemli mimarı olan Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir tarafından kontrol altında tutulan bu defterlerde bu iki şahsın Paris’ten İT’nin Kafkasya ve Rumeli’deki şubelerine gönderilen mektuplarda geçen bilhassa Ermenilere yönelik ırkçı motifler dikkate değerdir ve bu mektuplar bugüne kadar neredeyse İttihatçı milliyetçi zihniyeti anlamak adına hiçbir ciddi araştırmaya konu olmamıştır. Bununla beraber İT Cemiyeti’nin yayın organı olan ve yine bu iki ismin oldukça faal olduğu Şuray-ı Ümmet gazetesinde yayınlanan yazılarda Türklüğü ırk kavramı ile özdeş kulan ırkçı birçok motife rastlamak mümkündür.Milli kimliğin kutsallaştırılması1911-1916 arası dönemde ise yine Türk Yurdu dergisine katkıda bulunan Türkçü aydınlar ve yazarlar kavmiyet, milliyet ve ırk kavramlarını “berkitmeye” büyük mesai vermişlerdir. Örneğin derginin önemli yazarlarından Ahmed Ağaoğlu’nun hem fizyolojik-biyolojik hem de kültürel bir anlamı yansıtan “Türk ırkı” kavramı milli kimliği kutsallaştırır, adeta dünyevi bir dine dönüştürür. Ancak soy, etnisite ve kan bağına dayalı tanımlama Ağaoğlu’nda tutarlılık ve baskınlık arz etmez. Daha çok “kültürel özcü” bir tutumdan söz edilebilir. Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein, beraber kaleme aldıkları Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler başlıklı çalışmalarında, değişmez ve biricik sayılarak kutsallaştırılan bir kimlik tanımının da, pekâlâ kültürel bir ırkçılığa ve özcülüğe dayanak oluşturabileceğini iddia ederler. Tanıl Bora’nın da haklı bir biçimde imlediği üzere özcülük, biyolojik anlamda ırkçılıkla-soyculukla kaim olmamasına rağmen, özcülükten ciddi derecede etkilenen Türk milliyetçiliği de, “hümanist ve evrenselci kılığıyla bile, kültürel ırkçı diyebileceğimiz bir kimlik anlayışına sahiptir.”Türk Yurdu’nun kurucu yazarı Akçuraoğlu da Ağaoğlu gibi milliyetçiliğin tarihsel oluşumunda ırk kavramını kan bağı anlamına gelecek ve biyolojik ırkçılığı anıştıracak bir şekilde kullanmıştır. T.Y. müstear adıyla kaleme aldığı bir diğer makalesinin giriş cümlesine Akçuraoğlu, “Tarihi en az tetkik olunan ırk, hiç şüphe yok ki Türk ırkıdır” diyerek başlar.Ağaoğlu ve Akçuraoğlu, beyaz-brakisefal Aryan ırkını medeniyetlerin kurucusu ve taşıyıcısı olarak kabul eden, Türkleri “barbar ve geri kalmış” ırklar sınıfına koyan, Gobineau’nun meşhur Irkların Eşitsizliği Üzerine Denemeler’inde tafsilatlarıyla işlediği sözde-bilimsel iddiaların egemen olduğu “bilimsel” çerçeveye karşı; Mustafa Celalettin ve Ali Suavi’nin başına çektiği Türkçü aydınların, Türklerin de “üstün ırk” grubuna mensup olduğunu gösterebilmek için başlattığı çalışmaların izinden gitmektedirler. Muhbir ve Ulum gazetelerine yazdığı yazılarda Ali Suavi de, Türklerin yalnızca askeri zaferler peşinde koşan bir topluluk olmadığını, aksine, dünya medeniyetine hizmet eden bir ırk olduğunu ve tarihteki bazı kavimlerin de Türk kökenli olduğunu söylemiştir.‘Biz’ duygusu yaratmakBütün bu çaba Türklük etrafında müstakil bir “biz” duygusu inşa etmek adınadır. Türk olmak ve “biz”e dahil olmak etnisite, soy ve kökene indirgenmiştir. Hele Ömer Seyfeddin daha da ileri giderek Türk milli kimliğini soy, “kan” ve etnisite ekseninde tanımlanmış ve Türklüğe atfedilen kültürel özellikler onun ırkî hassasıyla ilişkilendirilmiştir.Tabii Türk Yurdu’nda ırkçılığın sistematik bir hâl almadığı argümanı tartışmaya açıktır. Türk Yurdu yazarlarında ırkçılığın sistemli bir düşün modeli olmadığı ileri sürülebilir, ancak en “iyicil” yaklaşımla bile ırkçı motiflerin varlığı inkâr edilemez. “Mili ruh” ya da “Türk milli mefkûresi”, kullanılan semboller, kültürel ve etnik ögelerle kan ve ırka raptedilmiştir.Altını çizmemiz gereken bir diğer nokta Türk milli kimliğinin inşa sürecini şekillendiren bir etmen olarak ırkçı motiflerin sadece biyolojik-fizyolojik veya antropolojik bir damardan besleniyor olmadığıdır. Irkçılık Türk kimliğinin özselleştirilmesi ve biricikleştirilmesi ile ortaya koyulan bir üstünlük söylemiyle de kendini yüksek perdeden belli edebilir. Türk milliyetçiliğinin vatandaşlık esasına dayanmadığını kabul etmekle birlikte; kültüralist-etnisist bir milliyetçilik tipi olduğunu ve bu milliyetçilik tipinin ırkçılıktan epeyce farklılık arz ettiğini ileri süren argümanlar da bir hayli sorunludur. Zira kültürel-etnisist bir milliyetçiliğin de, Türk kimliğini ezelden ebede uzanan bir süreklilik içinde üstün niteliklerle donatması bağlamında pekâlâ ırkçı bir bakışa tekabül edeceğini iddia etmek mümkündür. Sonuçta, ırkçılığın yalnızca biyolojik-fizyolojik bir kategori olarak tanımlamanın, ırkçı ideolojinin farklı örüntülerinin ve onun milliyetçilikle olan girift ilişkisinin anlaşılması bakımından dar bir çerçeve sunduğu kanaatindeyim.Irk’ı bir insan topluluğunu diğerlerinden ayıran temel nitelikleri biyoloji ve fiziki antropoloji terimleri ile açıklayan bir kategori olarak tanımladığımızda bile, Türk milliyetçiliğinde ırkçı bir söylemin izlerine Cumhuriyet’ten çok daha önce rastlamak mümkündür. Ancak bunun baskın bir söylem olduğunu söylemek zordur. Ancak tekrar tekrar, bu tanımlamanın ırkçılığı dar bir kalıba hapsetmek olduğunu belirtmek durumundayım. “Kültür milliyetçiliği” kavramı altında latent (gizil) hatta bazen açık bir damarın Türk milliyetçiliğinin ideolojik formasyonunda yer aldığını hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekir.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik