Nurdan Gürbilek’in edebiyat eleştirisi denemelerinden, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu üzerine olanlarından, derlediği kitabının adı “Yer değiştiren gölge” (Metis, 2010). Kitabın girişinde metin okumanın etraflı bir fenomenolojik çözümlemesini yaptıktan sonra okurun psişik birikiminin bu ve diğer yazarların kitapları üzerinde bıraktığı kaçınılmaz ve mesafe koyucu değişken etkiyi betimlemek üzere kullanıyor “gölge düşürmek” mecazını.Mecazını bırakıp kendisine gelirsek, gölge her şeyden önce fiziki bir fenomen, nesnelerin arkalarının ve zeminlerinin kendi hacimleri ile orantılı bir kısmını ışıksız bırakmalarının adı. Gürbilek’in de yaptığı gibi geçici veya kalıcı her türlü görünmez kılmanın mecazı olarak kullanılıyor. Aslı ile mecazının diğer ortak yanı ise kaçınılmazlığı öbürü de deformasyon. İlkinde metnin orjinal zihinsel ve anlamsal dünyası ikincisinde de şekli değişmiş oluyor, okurun psişik dünyası ve gölge kaynağı nesnenin hacmi şekil ve anlam değişiminin nedeni.Gölge öte yandan zaman ve mekân üzerine düşünmenin aracı olabilecek bir kapasite de taşıyor. Çünkü resim, fotoğraf, mimari çizim gibi her türlü görsel temsilin kaçınılmaz unsurlarından biri ve her türlü önde/arkada/altta/üstte oluş ile girinti/çıkıntı, bakılan nesneler toplamı üzerinde görsel bir kırılma etkisi yaratıyor. Hatta bu fiziki özelliği belirli ifadeleri yaratıp algıda belirli izlenimler bırakmak üzere kullanıp bunu üslup özelliğine kadar götüren sanatçılar da var…Zaman-mekân konusuna şu soruyla devam edebiliriz, gölgeye yerini değiştirten hangisidir? Işığın kaynağı güneş mi, yoksa gölgenin kaynağı mı? Hangisinin hareketi? Güneşin hareketsizliği sözkonusu olamayacağına göre ya güneş ya da her ikisi de. Demek ki güneşin yanı sıra ya hareketli bir gölge kaynağı söz konusu ya da hareketsiz. Diyelim yürüyen biri; gölgesi de onunla hareket ediyor, ya da mesela ağaç, hareketsiz ama güneş hareket ettikçe gölgesi yerini değiştirecek. Hatta gölgesinden de hızlı Usain Bolt örneğinde gölgesi yer değiştirmeye fırsat bulamadan o değiştirmiş oluyor yerini. Güneş değil dünya hareket ettiğine göre, bastığı dünyadan hızlı hareket edip üzerindeki yerini değiştiriveriyor. Bir tek ardına dönüp gölgesini de seyretmediği kaldı yapılmadık.Daha da önemlisi, gölgenin zamana mı yoksa mekâna mı dair bir fenomen olduğu. Eğer güneş saatine bakacak olursak mekân birimleri olarak metrik ölçü birimi aracılığıyla düzineyi (12’nin kat/askatları) kullanıyor ama ölçtüğü şey zaman. Yere dik açılı bir direk etrafına daire çizilip hareketi 12 saate göre derecelendiriliyor. Güneş ilerledikçe direğin gölgesi o derecelendirilmiş daire üzerinde hareket ediyor ve üzerine düştüğü işaret çizgisi hangisine denk geliyorsa o vakitte olunduğu anlaşılıyor. Demek araç diye mekân birimini kullanıyor. Mekanik ve elektronik çok hassas saatler yapıldı ama bunun da eskiden yapılmış olanları hâlâ kullanılıyor, akrep/yelkovan işlevli gölge mekân içinde hareket ediyor ve ölçtüğü şey hep zaman.Zaman mekân deyince şu soru da önemli, gölge kimin malzemesidir? Zamanla uğraşanların mı, mekânla uğraşanların mı? Öncelik görsel temsilde olduğuna göre demek ki mekân. Perspektif resme gireli beri, özellikle de yüz hatları dahil tenin göründüğü her türlü ifadenin yanı sıra tekstil vb. yumuşak malzemeninn katlarıyla ayrıntılarında, ötesi her türlü derinlik farkı ifadesinde ışık efektinin resmedilmesi önem taşımaya başladı ki, ışığı düzlem üzerinde ifade etmenin özellikle de ayrıntılarda gölgeden başka aracı da yok esasen. Çünkü bakış-kaçış noktası işbirliği, detaylar için değil derinlikli mekân efektleri için elverişli bir araç. Zaten o nedenle de esas olarak mimari bir enstrüman, ama mimarlar da binalarını gölgesiyle birlikte çizerek düzlem üzerinde üçüncü boyutu katmanlaştırarak ifade etmeyi okuldan itibaren öğrenip kullanıyorlar. Sanal ortamda tasarım bu işi de ciddi biçimde dönüştürdü. Oysa yazıya kaynağın konusu çizgi, çizim, fırça, renk ve ton ile değil, sözle yani edebiyatla başlamıştık. Sanatçı ve mimarların gölgeyi araç olarak kullandıkları malum, hatta bunu üsluba dönüştürenleri bile var örnekleyeceğim. Bolt vb. dışındaki hareketsiz gölge kaynaklarının motor hareketleri (yürüme, koşma, tekerleğin dönmesi) yok belki ama sonuçta görüntüye de yansıyan bünyesel değişimleri var. Canlılar (ağaç) çürüyor, yaşlanıyor, buruşuyor, cansızlar (bina, eşya) ise eskiyor. Demek, canlı veya cansız yer değiştirilmese de zamanın geçmesinin, yani güneşin yer değiştirmesinin izi kalıyor gölge kaynağının üzerinde. Oysa zaman geçmeden yer değişikliği sözkonusu değil. Gürbilek’in edebiyat metinleri üzerine düştüğünü söylediği gölge de bunun zihin ve anlam dünyasındaki karşılığı.Michel Foucault “Kelimeler ve Şeyler” kitabının ilk bölümünde, kitap boyunca anlatacağı birkaç yüzyıla yayılmış çok yönlü ve paralel değişimleri bir tek resmin gösterdiği sahne üzerinden okuru bu karmaşık değişimi dinlemeye hazırlayacak kertede anlatıp hazırlayarak kitabına ender görünen bir ustalıkla başlamanın yolunu bulmuş. Devamında Batı toplumlarında, söylem, bilgi ve temsildeki birleşik ve paralel değişimlerle öznenin kuruluşu arasındaki ilintiyi 17.- 18. yüzyıl dönümü itibariyle anlatılacağı ve kitabın sonunda öznenin kumsaldaki ayak izlerinin deniz suyuyla dolup silinerekyitip giderken bitireceği serüvene Velasquez’in “las Meninas (Nedimeler)” tablosundaki resmeden, resmedilen, izleyici, temsil eden/edilen, gösteren/gösterilen arasındaki ilişkileri sorunsallaştırarak başlıyor. Resmedenin kim olduğuna göre resmedilen de değişir, resmedilene göre de resmeden. Tabii izleyici ve resim de. Resmeden bizim bakış noktamıza yerleşmiş ve baktığımız resme girmemiş bir ressamsa, resmedilen Velasquez’in kendisi de dahil, karşımızdaki tabloda görünenlerdir (prenses, nedimeler soytarılar, köpek). Yok ressam eğer resmin içindeki Velasquez ise resmedilenler de karşıdaki aynaya akisleri düşmüş kral ve kraliçe, hatta onlarla sürekli yer değiştirmeye zorlanan biz, yani izleyici. Basit bir hileyle, Foucault’dan üçyüz yıl önce sorunsallaştırmıştır bile Velasquez, tüm bu özne eylem ve nesneleri, tabloyu tablonun içine saklayacak şekilde düzenlemiştir. Foucault da hileye değilse de uygulaması ciddi yazar ustalığı gerektiren bir manevraya başvuruyor bu sorunsallaştırmayı deşifre edip açığa çıkarırken ve resimdeki Velasquez’in bakar ve yapar gözüktüğü arkası dönük tabloyu merak ettiği izlenimini soluk soluğa anlatımıyla hep ayakta tutup sanki kafasını resme sokup tabloya bakmamak için kendini zor tutuyor hissi uyandırıyor. (2)Tüm şaşırtıcı sezgileriyle birlikte klasik anlayışı sürdüren bu tabloda ışık tablonun sağındaki pencerelerden gelmekte ve mekânın boyutları kadar figürlerin kıvrımlarını da irili ufaklı gölge ifadeleriyle görünür kılmaktadır.Gölgeyi başlıbaşına bir araç gibi kullanan sanatçılara gelince, ilk akla gelen metafizik gerçeküstücü olarak anılan Giorgio de Chrico ki, hem gerçeğin hem de fiziğin ötesine yapılı çevre ürünlerinin fiziki eskimişlikleri kadar üzerlerine düşen ve kendi düşürdükleri koyu ve derin gölgelerle de geçmektedirler. Bu ağır dramatik hava, çeşitli ölçeklerdeki peyzajlarında çok uzun sürelerden beri insani bir şeyin vuku bulmadığı izlenimiyle henüz tam çöpe dönüşmemişse de, ramak kalmış harabe ve enkaz izlenimi uyandırmaktadır.Edward Hopper benzer bir etkiyi, barizcesine Amerikan olan kır-kent arası ortamlarda, mesela köy-kasaba sınırındaki yerlerle otoyol kıyısı motel, pansiyon, benzinci çağrışımlı yerlerde ve insanlarla birlikte resmetmektedir. Ama ne yolların hareketliliği ne de insanların muhtemel hayatiyeti, orta Amerika’ya yakın iklimleriyle bu ağır ve sıkıntılı havayı dağıtmaya yetmektedir. Ne yapılsa boştur. Binalar, yollar, eşyalar, başkaları, karşı cins, hatta bazan bir şeyin eşiğinde olunduğu iması bile enerji veya yenilenme ihtimalini canlandırmayacaktır. Çok sıkıcı olduğu aşikâr bir ortamı sürdürüp gitmekten başka çare gözükmemektedir. Bu peyzajların ilk bakışta bile farkedilen ortak özelliklerinden biri yine koyu ve derin gölgelerdir. Aynı atmosfer herhalde onlarsız canlandırılamazdı. (3)De Chrico, İtalya’sının Rönesans Floransası kadar, Ortaçağ Venedik’i ve imparatorluk Roması’na derin geçmişinden, Edward Hopper’in geçmişinin derinliğinde uzay boşluğunun ıssızlığından başka şey olmadığından geçmişsizliğin yüksüzlüğü ve aldırışsızlığıyla başbaşa kalınan derin Amerika ortamına kadar taşınabilen bu dramatik atmosfer, Mimar Aldo Rossi’nin elinde geçmişten geleceğe, yani hazır bulunanlardan geleceğin projelendirilmiş ortamlarına taşınacaktır… Ağır, dramatik hava böylelikle daha yaşanma fırsatı bile bulamadan üzerlerine sinmiş hüznü ve muhtemel hayal kırıklıklarını taşımaya yazgılı kurmaca ortamların karakterine dönüşecektir… Hareketin değil, hareketsizliğin, değişme umuduna set çekilmişliğin aracı olan gölgeler, işi gereği bulduğunu değil tasarladığını resmeden Rossi’nin de elinin altındaki hazır gereçlerden oldu. Yaşamları yaşanmışlığın yüküyle başlayan bu tasavvurlardan, Rossi için en acı şeyin yaptığının ömrü dolmadan değil hatıra bırakamadan, eskimesi olduğu anlaşılmaktadır.Gölge o denli önemlidir ki zeminden yukarı kaldırılmış dev konut bloğu Gallaretese’nin zemin katında artık gölgeden başka şey kalmamıştır.Zaman iması gölgeyi, binaların hareketsiz ifadeleriyle biraraya getirip, sonra donup kalmışlığı diğer nesnelere de sirayet ettirerek gerçeküstü ifadeye dönüştürmeyi üslup haline getiren metafizikçi Ressam Giorgio de Chrico da Mimar Aldo Rossi de izleyicilerine tasarladıkları mekânları zamanın askıya alındığı peyzajlar içinde temsil edilme olanağı olarak görünmüştür.Yazarken defansif pozisyon alınmasını sakil bulurum.Ama bu sefer deneyeceğim,“Memleket ne halde!! Işığın, gölgenin sırası mı?” diyenler de olacaktır muhakkak.Her şey hakkında veciz söz söylemenin akıllı kalarak da mümkün olduğunu kanıtlayan ustalardan Nâzım Hikmet’in dizesi dolaştı hafta boyu zihnimde; “Büyümez ölü çocuklar.”Oysa “Holocoust’dan sonra şiir yazılamaz!” demiş çağın öğretmenliği tüketilememiş ustalarından Adorno, halbuki yazıldı… Ben de onun haksız çıkmaya can atacağı vecizesinden değil, “Karanlık günlerde en iyi savunma işine devam etmektir” gibi daha söylenmemiş bir vecizeden aldım “ışık-gölge” mecazlarını tersten okurken bir de bu hüzünlü haftaya denk getirme cesaretini .Hafta biterken en sık duyulan cümle de “hayırlısıyla 31 Mart’ı/seçim ertesini bulsak” temennisiydi ki, sadece niyet bile olsa iyisi gönül almaya yetiyordu.Haftaya dönersek yine bir ağızdan provokasyona gelinmesin şiddete başvurulmasın denerek yatıştırıldı öfke.“Tuzağa düşmeyelim” tamam da “Muhalif ve isyankâr olmak temel insan haklarından değil mi?” diye düşünenler de olmuştur arada. Onları yatıştırmak da Susan Buck-Morss gibi muhalefeti ve isyanı temel hak olmaktan çıkarmadan, akılla yüreği, lojik ile etiği, delikanla sükûneti buluşturmanın imkânsız olmadığını kanıtlayabilen çağdaş bilgelere düşecek artık…Öyleyse kulak verelim özetle: Ordu ve polis toplum adına silah kullanma ayrıcalığına sahip olduklarına ve bu ayrıcalığı sonradan edinmeyip en başından beri taşıdıklarına göre, demek ki iktidara bağlı olacaklar. “Peki o zaman iktidarı alsak olmaz mı?” diye sormayacak mı kimse? Soracak ama “olmuyor!..” Çünkü toplum adına güç kullanma salahiyeti olan teşkilatı olmadan yapamayan iktidar işe yine daha başından teşkilatlanarak başlıyor ve yeniden en başa, yani “muhalefet ve isyan hakkı”na dönülmüş oluyor. İnsanlar silahsever olduklarından değil, bu ölümcül döngünün zayıf halkası bulunup yönü değiştirilemediği için mümkün olamamış bir türlü silahsız dünya. Öyleyse kader diye bellemenin alemi yok, zayıf halkanın keşfinde mesele… (4)Dipnotlar_______________________________________________________________(1) 20. yüzyılın 2. yarısında Henri Lefebvre, David Harvey, Manuel Castells gibi araştırmacılar, Marksizmin bu açığını telafi edecek maddeci bir mekân kuramının inşası için ciddi çabalar sarfetmişlerdir.(2) Kitabın Türkçesi, Kelimeler ve Şeyler, İmge Kitabevi Yay. 2013Kitabın bu kısmını “kuram ve eleştiri” master dersimde hep tartışırım. Bu yıl sıra “Peki Foucault nerede?” sorusuna gelince öğrencilerim dolambaçlı tanımlarla, Foucault benzeri dolambaçlı cümleler yerine ağızbirliği ederek arkadaki kapıdan giren esrarengiz adam yanıtını verdiler. Tersten gidip “Arkadaki kapıdan giren kim?” sorusuna Foucault diye de yanıt verilebilirdi.(3) Söz buralardan açılınca, yaprak kıpırdamayan bu sıkıcı atmosferi üstelik de harekete dayalı bir mecra olan sinemada konu edip, film boyu ayakta tutan Nuri Bilge Ceylan’ın “Mayıs Sıkıntısı” anılmadan geçilmemeli.(4) Buck-Morss.S. “Rüya Alemi ve Felaket”. Demokrasi ve Rüya alemi başlıklı ilk bölümde 20.yüzyıl başı siyasi ortamını kaygan çağımızın keskin filozofu Giorgio Agamben’i de gözeterek Walter Benjamin üzerinden yorumlarken [Metis yayınları, 2004.]
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik