[19 Nisan 2014] Madem yollardan yazmaya koyuldum; bari tam turistik olsun. Varsın; dünyanın (evrensel planda derinleşen tezatları dahil) nereden nereye gittiği karşısındaki, mevcut teknolojinin aslında basit ve mantıklı, ama ilk karşılaştığımda gene de şaşırtıcı gelen bazı günlük uygulamalarına hayretle bakan Üçüncü Dünyalı gabi Türk hallerim de iyice ortaya çıksın. Her ne kadar konu, benden çok Demiray Oral’ın muzipliğine ihtiyaç gösteriyorsa da.Amerika’nın düz ve uçsuz bucaksız, mısır tarlalarıyla kaplı Orta-Batı’sının aslî nüfusu 50-100.000 civarında, ama neredeyse kendinden büyük kampüsleri barındıran, hattâ hemen bütün ekonomik hayatı onlar etrafında örgütlenmiş bir takım üniversite kasabaları vardır, geçmişte ders veya konferans verdiğim Ann Arbor (Michigan Üniversitesi), Madison (Wisconsin Üniversitesi), Urbana-Champaign (Illinois Üniversitesi), Bloomington (Indiana Üniversitesi) gibi. Bu sefer gene Indiana eyaletinin küçük Lafayette kentindeki Purdue Üniversitesi’ne gittim ve dönüşte, 16 Nisan’da Indianapolis’ten Chicago’ya uçtum. Oradan New York’a geçeceğim; terminalimi ve çıkış kapımı da buldum; ama daha iki saatim var; bir şeyler yiyip içsem mi acaba diye dolanıyorum ortalıkta. Beş on dakika önce hızlı hızlı yürürken önlerinden geçtiğim MacDonald’s, Starbuck’s, Copper Moon türü yerler de hayli uzakta kaldı; üşeniyorum geri gitmeye. Ne yapsam?Gözüme her tarafı camdan; çepeçevre dış vitrinlerine sıra sıra şarap şişeleri dizilmiş, daha önce rastlamadığım bir mekân ilişti; üzerinde (aşikâr ki Wine Bar’ın kısaltılmışı) Wibar, yani Şarap Barı yazıyor. Girdiğinizde, en içte üç kişinin çalıştığı dikdörtgen bir bölme var; müşteriler onunu etrafını dolaşan tezgâhlarda oturmakta. Bir dolandım, iki dolandım, sonunda yanaştım ve kendime bir yer buldum. Her yüksek koltuğun önünde, dikey yerleştirilmiş bir iPad; ekranında çeşitli hoşgeldinizler yazıyor. Önce anlamadım; Lâz Temel vaziyetlerinde, paravanın ardındaki çalışanlardan birinin dikkatini çekmeye çalıştım. Nazik bir dille ama yüzünde hey tanrım nelere çattık gibi bir ifadeyle “tabletinizi kullanıp on-line sipariş etmeniz lâzım bayım” dedi (you have to use your tablet to order on-line, sir).Bu cehalet gösterisini kimse fark etti mi diye usulca sağımı solumu kontrol ettikten sonra, çaresiz söz konusu cihaza verdim kendimi. Dokundum ve bazı boşluklara ismimle e-mail adresimi yazdım; bir daha dokundum ve “uçuşunuzu girin ki sizi zamanında uyarabilelim” duyurusu çıktı. Onu da halledip menülere geldim; jambonlu-peynirli bir baget seçtim ve bir köşede o âna kadarki siparişlerimin borcu birikmeye başladı.Tekrar dokundum ve genel alkollü içki listeleri, beşinci veya altıncı “tık”ta da şarap listeleri belirdi; her şeyi kategorilere ve alt-kategorilere ve alt-alt kategorilere ayırmışlar: köpüklüler; taze ve meyvamsı beyazlar; aromatik beyazlar; sek rozeler; yumuşak ve meyvamsı kırmızılar; taze, keskin kırmızılar; güçlü ve dolgun kırmızılar… Kendimi oyunun büyüsüne kaptırmış gidiyorum; hiç tereddütsüz bir kadeh de Kaliforniya Kenwood cabernet sauvignon’u seçtim, alt köşede kabaran adisyonuma aldırmamaya çalışarak. Bitti, dedim; kredi kartımı okuttum ve ne olacak diye beklemeye başladım. Üç dakika geçti geçmedi; bölmenin ardındaki kadınlardan biri yanımda belirip küçük, zarif bir sürahiden kadehimi doldurdu. Beş dakika sonra sandviçim geldi. Hemen aynı anda cep telefonumdan, hesap makbuzumun e-mail adresime gönderildiğini okudum.Zamanın bolluğuyla birlikte, âdetâ bir tatil başlangıcı rehaveti çöktü içime. Ekranı tekrar yokladım ve üniversitenin web sitesine, oradan e-maillerime, oradan da google üzerinden Serbestiyet’e girdim. En tepede görüyorsunuz; o sırada en son yüklenmiş olan Tuncer Köseoğlu’nun yazısı çıktı karşıma. Okudum; geri gidip Yıldıray Oğur’un bir önceki makalesini de okudum. Tuhaf bir duygu, 9.000 kilometre uzaktan şu mütevazı çabalarımızı okumak. Aklım bir yandan Türkiye’nin düzeyi ve düzeysizliğine; diğer yandan yeryüzünün çok uzak köşelerine gitti. Bu araçların üretildiği; elektronik devrelerin, mikro-çip’lerin monte edildiği Çin’in serbest bölgelerinde yüzlerce kişilik koğuşlarda yaşayıp, Silikon Vâdisi’ndeki programcı ve yöneticilerin yirmide biri, ellide biri ücret alan işçilere. Onların (veya Hintli benzerlerinin) hayatlarını, özlemlerini, kendileri ve çocukları için neler umduklarını, neden Nâzım’ın Taranta-Babu’sundaki Si-Ya-U’ya artık hiç benzemediklerini, Mussolini’nin Etyopya’yı (Habeşistan denirdi) işgal ettiği 1935’ten bu yana dünyanın nereden nereye geldiğini düşündüm.İlginç zamanlarda yaşıyoruz ama acaba ben bu öykünün daha ne kadarını izleyebileceğim, dedim kendi kendime. Ekranın çeşitli fotoğraflarını çektim. Kalkıp uçağıma yürüdüm.
Chicago havaalanında, Serbestiyet, ekmek ve şarap
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik