[20-22 Nisan 2014] Evet, işte böyle; 16 Nisan’da Chicago’dan New York’a uçtum ve 17’si Perşembe günü, Columbia Üniversitesi’nin yan kurumlarından birinde psikoloji öğretim üyesi, aynı zamanda Meaningful World ([Daha] Anlamlı Bir Dünya) sivil toplum kuruluşunun başkanı olan Dr. Ani Kalayjian’ın [Kalaycıyan], bu yıl Birleşmiş Milletler’in Dag Hammarskjöld Kütüphanesi Oditoryumu’nda düzenlediği Toward Preventing Genocide. Nations Acknowledging Their Dark History (Soykırımı Önlemeye Doğru. Milletlerin Karanlık Tarihleriyle Yüzleşmesi) konulu panele katıldım. Diğer konuşmacılardan, Londra Üniversitesi’nin Birkbeck Koleji’nde doktora yapmakta olan Filiz Çelik, modernist Türk milliyetçiliğinin Ermenilere (ve diğer gayrimüslimlere) yönelik düzleyici bakışı ile 1930’lar boyunca ve nihayet 1938 Dersim “isyanı” sırasında Alevî Kürtlere yönelik düzleyici bakışı arasındaki yapısal devamlılık ve benzerlikler üzerinde durdu. Ben de geçmişte, Batı’dan ithal edilmiş ve içselleştirilmiş bir Avrupa-merkezcilikte mündemiç sosyal ırkçılığın Kürtleri “bizim ilkellerimiz” konumuna yerleştirdiğini savunmuş olduğumdan, özellikle ilginç buldum. Hayko Bağdat ise, Hrant’ın öldürülmesinin ardından hız kazanan “yüzleşme” toplantılarının göstermelik bir Ermeni, göstermelik bir Rum ve göstermelik bir (türbanlı) Müslüman kadın şeklinde kalıplaşan bileşiminden olsun, Türklerin ise sadece dinlemekle yetinmelerinden olsun bir noktada neden bıktığını anlattı (ben kendimce özetliyorum): Geçirdiğimiz bu rezil ve ikiyüzlü asrı bizzat onlar nasıl yaşamış; 1915’te, sonra diyelim 6-7 Eylül 1955’te, ya da başka bütün benzer kıyım ve pogromlarda olblar ne yapmış, ne görmüş, ne düşünmüş, neleri bastırmış veya bastıramamış — eğer bu toplumun biraz olsun kendi kendini sağaltma şansı varsa, bu artık Türklerin (ya da belki “Türk Türkler”in) açılıp konuşması ve eteklerindeki taşları dökmesinden geçmek zorunda.Katılıyorum; nitekim ben de (aslında ilk sıradaki) konuşmamda, Türklerin ve Türkiye’nin vicdanını susturan, gerçeklerle yüzleşmelerini güçleştiren faktörler üzerinde durmuştum. Fakat önce şunu belirteyim: Öğlen 12:00 – 14:45 arasında neredeyse üç saat sürmesi öngörülen bu konferans veya toplantının ilk 45 dakikası, Amerika’daki Ermeni diasporasından müteveffa Michael Hagopian’ın (galiba 1980’lerde) yaptığı The River Ran Red (Nehir Kızıl Akıyordu) filmine ayrılmıştı ve (“İslâmın dogmatik katılığı ve fanatik Hıristiyan düşmanlığı” gibi) bazı yorum eskimişliklerini içerse de, 1915’te Fırat’ın sularının neden ve nasıl kızıl aktığı (sonra da Deyr-i Zor ve çevresinde ne gibi facialar yaşandığı) konusunda tüyler ürpertici tanıklıkları içeriyordu. Benim için en çarpıcı yerlerinden birinde, Osmanlı Ermenilerinin kökleriyle sökülmüş çiçekler gibi fırlatılıp atıldığı Suriye çöllerindeki Arap aşiretlerinden birinin Muhammed Derviş adındaki yaşlı şeyhi, kendisiyle röportaj yapan gencin “Peki bunlar ne zaman oldu?” sorusuna, “Yılını bilemem ama bizler örneğin ‘falanca çocuk Ermeni katliamı yıllarında doğmuştu’ diye konuşurduk” diye cevap veriyordu.Buraya şimdilik bir mim koyup devam edelim. Bazı kompozisyon ödülleri ve kâh resmî, kâh duygusal konuşmalardan sonra nihayet sıra bizim panele geldiğinde, zaman da iyice daralmış olduğundan, sunuş taslağımı en az yarı yarıya kısaltmak zorunda kaldım. Oysa şöyle düşünmüştüm: Birinci soru: 1915’te tam ne oldu? İkinci soru: Neden inkâr? Neredeyse yüz yıl sonra bugün, Türkiye’nin tavrı hangi kültürel, ideolojik ve psikolojik temellerden kaynaklanıyor? Üçüncü soru: TC değilse bile Türkler niçin Ermeni soykırımını tanımalı? Böyle bir adım öncelikle bize mi yarar, dünyaya mı? Daha spesifik olarak, gelecek soykırımların önlenmesine herhangi bir katkısı olur mu? Özellikle ilk başlık altında, daha önce defalarca dile getirdiğim şu fikirleri bir kere daha anlatabilmeyi umuyordum —* Bu soruya bir an için soykırım sözcüğünü bir yana bırakarak yaklaşalım. Tarih ve hukuk farklı şeyler. Tarihçi ile hukukçu da farklı kişiler. Soykırım öncelikle bir hukuk terimi ve kategorisi. 1948’den bu yana, uluslar arası hukukta bir suç. Bu da, her kullanıldığı yerde bir yargı ve mahkeme salonu ortamı doğmasına yol açıyor. Tartışma derhal ve kestirmeden “soykırım mıydı, değil miydi”ye indirgeniyor. Dahası, birileri (bu somut durumda Türkler) kendilerini kollektif olarak sanık sandalyesine oturtulmuş hissediyor ve alabildiğine kapanıp olabilecek her yolla savunmaya çekiliyor. Bu da, gerçeklerden yana taraf olan namuslu tarihçilerin kendilerini dinletebileceği açık bir tartışma ortamının gelişmesini olumsuz yönde etkiliyor. Oysa o g-genocide veya s-soykırım sözcüğünü kullanmadan da her şeyi betimleyebilmeliyiz ve betimleyecek durumdayız.* Uzun vâdeli arkaplan: Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıl boyunca hem Büyük Devletlerle, hem yeni Balkan milliyetçilikleriyle karşılaşmış; üstelik bu tür milliyetçi akımlardan bazıları bir veya birkaç Büyük Devletin himayesi altına da girmiş ve müzaheretine mazhar olmuştu. Bu çerçevede (a) gayrimüslim bölgelerinde yerel şikâyetler ve reform talepleri; (b) Osmanlı’nın ilk ağızda omuz silkmesi ve ayak sürümesi; (c) sefaretlerin bastırması; (d) derken belki ayaklanma girişimleri; (e) buna karşı kanlı ezme ve misilleme hamleleri; (f) Sefaretlerin daha fazla müdahalesi; (g) Babıâli’nin istemeye istemeye reform sözü vermesi; (h) ilk aşamada özerklik; (i) ardından bağımsızlık; (j) bir adım sonra ise irredantist megali idea’lar, yani geri çekiliş içindeki imparatorluğun topraklarından tırtıklama yoluyla “daha büyük” bir Yunanistan’ın (veya Sırbistan’ın, Bulgaristan’ın, Karadağ’ın vb) kurulması; ya da (k) yeni özerkleşen toprakların gidip önceden mevcut “ana vatan”a katılması (enosis) diye şematize edilebilecek süreçler, tekrar tekrar yaşanmaktaydı.* Orta vâdeli arkaplan: 1908 Jön Türk Devrimi’yle iktidara gelen İttihatçılar, vaat ettikleri “Hürriyet” ile “İmparatorluğun bekası” arasında bir tercih yapmaya zorlandıkları ve ikincisi uğruna savaşmaya koyuldukları ölçüde, hızla milliyetçi (Türkçü) ve müstebit kesilmiş; Babıâli Baskınıyla bir yarı-diktatörlük kurulmuş; iktidar Enver-Talât-Cemal triumvirinin savaş ağalığında (warlordship) yoğunlaşmıştı. 1912-1913 Balkan hezimeti, bu İttihatçı üst kademelerini Türk ve Müslüman olmayan bütün nüfus kesimlerine artık iyiden iyiye “güvenilmezler, bizi er ya da geç sırtımızdan hançerleyecek olan içimizdeki düşmanlar” diye bakmaya itti. Bu arada 1896 Girit İsyanı, ardından bağımsız Girit Devleti’nin kurulması, 1905’teki Yunanistan’la birleşme kararı, o sırada uluslar arası alanda kabul görmeyen bu kararın 1913’te (Balkan Savaşları’ndan sonra) hayata geçmesi de İttihatçıları, her türlü millî/milliyetçi kıpırdanış başlangıcına ve hele reform/özerklik öneri veya taleplerine, “biz bunun nereye varacağını biliyoruz” dercesine şüphe ve nefretle bakar hale getirdi.* İdeolojik beslenme ve mayalanma: Genellikle Türk milliyetçi-devrimciliğinin kâh Fransız ihtilâlci düşüncesinden, kâh dönemin Marksist (İkinci Enternasyonalci) anti-emperyalizminden etkilenmesi üzerinde durulur. Oysa 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Avrupa’da proto-faşizm veya ön-faşizm diye tarif edilebilecek (henüz fragmanter) bir fikir karışımı da hayli yaygındı — ve nitekim az sonra gerek İtalyan Faşizmi, gerek Alman Nazizmi, çok daha sistematik biçimde bu halitanın içinden fışkıracaktı. Sadece Büyük Devlet emperyalizmi karşısında mazlum konumda olmayıp, bir imparatorluk çerçevesinde başka halkları yöneten İttihatçılar da, kendilerini “orman yasaları”nın hüküm sürdüğü bir “milletler boğazlaşması” ortamında algıladıkları ölçüde, habire aynı proto-faşizm havuzuna başvurdular. Özellikle bilimciliği (veya, yanlış ve sahte de olsa bilimsellik iddiası taşıyan her fikri derhal fetişleştirmeyi), bu arada ırkçılığı, öjeniyi, Sosyal Darwinizmi, homojen toplumlar arayışını, “hak, kuvvettir” anlayışını, milletlerin erkekliğinin savaşla sınandığı ve hasta sosyal bünyelerin katliamlarla tedavi edilebileceği gibi sapık saplantıları, nihayet (Führerprinzip’e hayli yaklaşan) kendi liderlik kültlerini, hep bu proto-faşizmden ve daha çok Alman milliyetçiliği ile Prusya otoritarizmi üzerinden tevarüs ettiler. Etraflarını saran ve İmparatorluğu sarsan iç-dış diğer milliyetçilik dalgalarına karşı bu ideolojik payandalarla direnen bir militan Türkçülük yarattılar.* Kısa vâdeli arkaplan: 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rus ordularının Yeşilköy’e (Ayastefanos) ve 1912’de Bulgar ordularının Çatalca hattına dayanması, hele bütün Balkanların kaybıyla birleştiğinde, İmparatorluğun kuzeybatı ucunda iyice açıkta ve cascavlak kalan İstanbul’un artık pek savunulabilir olmadığı fikrini doğurmuş; buna, 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nın daha ilk kışındaki Sarıkamış felâketi ve ardından İtilâf donanmalarının Çanakkale önlerinde belirmesi eklenmiş; bıçak kemiğe dayandığında Anadolu’ya çekilip orada direnmek İttihatçı şeflerinin sarıldığı bir tasavvur haline gelmişti. Oysa Anadolu da bir bakıma böyle güvenli bir liman olmaya çok elverişli değildi, çünkü batısı ve kuzeybatısında hatırı sayılır bir Rum nüfusu, hemen her yere yayılmış olmakla birlikte özellikle doğusunda ise en az o denli hatırı sayılır bir Ermeni nüfusu barındırıyordu.* En yakın plan: İstikrarlı ve özgüvenli toplumlar soykırım yapmaz; adına soykırım dediğimiz büyük etno-sosyal temizlik hareketleri, istikrarsız, özgüvensiz, nereye baksa düşmanlar gören, kendi korku ve endişeleri içinde boğulan (örneğin Türk’ün Türk’ten başka dostu yok kafasındaki) toplumların ürünüdür. 1915’te yukarıda sıraladığım bütün boyut ve unsurların bir araya gelmesi de, işte tam bu tür bir soykırım zeminiydi. Üstelik Sırplar, Bulgarlar ve (büyük ölçüde) Yunanlılar çekip gitmişken Ermeniler arkada kalmış ve bir anlamda kıskıvrak yakalanmış; savaş ve seferberlik hali Osmanlı Ermenilerini dünyadan izole etmiş ve İttihatçılığın — yeni yeni edindiği modernist, homojenleştirici toplum mühendisliği yönelimlerinden hareketle tasarlamakta olduğu — “Anadolu’nun Türkleştirilmesi” projesi karşısında desteksiz, savunmasız bırakmıştı.* Olayın kendisi: Bir bütün olarak düşünüldüğünde Ermeni soykırımı, sırf “Ermenilerin yaptıkları”nın, yani erken dönem Türk milliyetçiliği ve İttihatçı yönetiminin özel olarak Ermeni milliyetçiliğinin gelişimine duyduğu tepkinin değil, “uzun 19. yüzyıl”ın birikiken bütün öfke ve nefretlerinin tetiklediği bir vahşettir. Önce, genel olarak Ermenileri, başka herhangi bir neden veya gerekçeyle değil, sırf Ermeni oldukları için hedef alan tehcir kanunu çıkarıldı. Ardından alabildiğine katı ve haşin uygulamasına geçildi. Pek az istisnayla hemen bütün Osmanlı Ermenilerine 48 saatlik bir ültimatom verildi ve ne toplayabildilerse o kadarıyla, topraklarından koparılıp atılmacasına ve yeryüzündeki bütün varlıklarını arkada bırakmacasına, konvoylar halinde orta, doğu ve güneydoğu Anadolu üzerinden daha güneye, Suriye çöllerine, Deyr-i Zor bölgesine sevk edilmelerine girişildi. Terkettikleri bütün servetleri, mal ve mülkleri ise öncelikle savaşın finansmanına akıtılmak üzere devlet tarafından müsadere edildi. İllâ soykırım konuşacaksak, geçmişte de vurguladığım gibi, tek bir Ermeni öl(dürül)meseydi sırf bu kadarı bile 1948 BM Konvansiyonu’nun soykırım tanımına rahatlıkla girerdi ve girer, çünkü bütün bir halkın, bir etno-sosyal grubun salt kendi kimliği nedeniyle hedef alınması ve toplumsal varlığını sürdürme (yeniden üretme) koşullarından kısmen veya tamamen mahrum kılınması demekti(r). Ama tabii iş bununla da kalmadı; İttihatçıların Nietzsche-vârî şeytanî dehası, su katılmadık Sosyal Darwinci, (ahlâksız değil) ahlâk-dışı (immoral değil amoral) Talât, daha ilk konvoylar yola çıkmadan araziye, geçecekleri yerlere gönderdiği yüreği nasırlaşmış Teşkilât-ı Mahsusa ajanlarını sistematik saldırı ve kıyımlar örgütlemek üzere görevlendirdi ve Dahiliye Nezareti’ni yalnız resmî haberleşme için kullanırken, asıl faciayı evine kurdurduğu özel telgrafhane üzerinden yönetti. Hapishane kaçkınlarından ölüm mangaları kuruldu; Çeçenler ve sair aşiretler saldırtıldı; devletin doğrudan emrettiği ilk (first) ve birincil (primary) katliamlar turu böyle gerçekleşti. Ardından, “av mevsimi”nin (the shooting season) açıldığı ve üzerlerindeki olağan kanun koruması kalkan Ermenilerin artık (iki geyik, beş tavşan, on sülün gibi) herhangi bir sayı sınırlaması da olmaksızın “avlanabilir” (fair game) kılındığı mesajı bütün topluma yayıldı. Bu da, kısmen komşular arasınde geçmiş dâvâ ve anlaşmazlıklardan, kısmen fırsatçılıktan, kısmen kıskançlık ve açgözlülükten, kısmen de (özellikle doğu bölgelerinde, Çarlığın Kafkasya’ya inişi sırasında yerlerinden yurtlarından edilip Osmanlı topraklarına göçürülenler arasında) Rusya’yla ve/ya Hıristiyanlıkla ilişkili her şeye ve herkese karşı duyulan nefret ve intikamcılıktan kaynaklanan ikincil, türevsel (secondary and derivative) kandökümlerini tetikledi (resmî ideoloji sadece bu tür “kaza”ları öne çıkarıp “eh, üzücü bazı şeyler olmuştur” diye geçiştirmeye kalkıştığından, bunların ilk ve birincil raund olmadan düşünülemeyeceğini hemen ekleyelim). Döküle döküle seyrelen ve sefilleşen bu zavallı kitleler Arap eyaletlerine vardığında, gerek açlık ve susuzluktan, gerekse sözümona konvoyları korumakla görevli ama yaşadıkları amansız süreçte kendileri de iyiden iyiye canavarlaşan askerlerin elindeki ölümler, üçüncül (tertiary) ve son kertesine ulaştı. Sonuçta, Talât Paşa’nın kendi küçük kara kaplı cep defterine göre tehcire tâbi tutulduğu kesin olan bir milyon küsur Ermeniden herhalde 600-800.000 arası hayatını kaybetti. Bir zamanların çok kıdemli büyükelçisi, Dışişleri’nin gayriresmî sözcüsü sayabileceğimiz Kâmuran Gürün’ün bile asgarî 250.000’i kabullendiğini de unutmayalım. Diğer uçta, Ermeni diasporasının çıta yükseltmelerinin ulaştığı bir veya bir buçuk milyon ölü gibi rakamlara (Çanakkale’deki 250.000 şehit misali; çünkü o toplam zayiattır ve gerçek ölü sayısı 80.000 dolayındadır) her ne kadar biraz şüpheyle bakıyorsam da, ne fark eder? Sonuç Osmanlı Ermeniliğinin imhası, kökünün kazınması, yok edilmesi oldu mu, olmadı mı?Fakat bendeki hayalciliğe bakın ki, sadece “birinci soru”ya cevap kabilinden bütün bunları anlatmayı düşünebilmişim ve de notlar almışım ince ince. Panel başlayıp da kişi başına 15-17 dakikamız olduğu vurgulanınca, yutkunup hepsini atlamam gerekti. “Üçüncü soru”yu da çıkardım, negatif kötümserlik yapmayayım diye. Geriye yalnız “ikinci soru”ya verdiğim, gelecek yazımda aktaracağım cevap kaldı.
‘Meaningful World’ soykırım panelinde (1) söyleyemediklerim: 1915’te ne oldu?
- Advertisment -
Sonraki İçerik