Dünün sol, liberal, demokrat diye bilinen kimi aydınlarının bugün savrulduğu yer ve içine düştüğü psikolojiyi anlamaya yönelik bir çaba ve olup bitene dair bir merak var epeydir. Ki bu, yeni Türkiye’nin bir sorunu, yeni bir durumu olarak da ilgiye, anlaşılmaya muhtaç. İlk cümleden olarak; ne dersiniz, kendimizi “olmayaydı sonumuz böyle” derken bulduğumuz bu isimlere ve durumlara dair? Ne oldu bizim eski sol- demokrat- liberal aydınlarımıza?Bu konu gerçekten tartışılmayı hak ediyor. Çünkü sözünü ettiğiniz çevrelerde öyle bir iktidar karşıtlığı oluştu ki politik akıl öldü.Politik aklın ölümü derken? Nedir kastınız?Açayım. Bunlar politik okuma yapamayacak, hangi güçler ne yapmaya çalışıyor sorusuyla ilgilenmeyecek insanlar değiller. Fakat şimdi reel politika ile bütün ilişkileri kesilmiş gözüküyor. AKP çökertilirse ne olacak? AKP’yi kimler hangi yöntemlerle çökertmeye çalışıyorlar? Türkiye’nin önündeki alternatifler nedir? Bu soruların en küçük cevabı yok sözlerinde. Ne Gezi sırasında ne de 17 Aralık hamlesinde en küçük temkinlilik, muhalefetin niteliğine ilişkin en küçük eleştirellik olmadı tutumlarında. Tam boy destek verdiler ve hükümetin gitmesini istediler. Bir gün sonrasına dair inandırıcı tek sözleri olmadı. Bu apolitizmdir, politik aklın ölümüdür. Bu akıl değil tutkudur.Peki nedir bunun sebebi? Türkiye’nin son 12 yılına damga vuran bir siyasi parti ve o partiyi iktidarda tutan, her müşkül durumda arkasında duran bir halk kitlesi var. Bunun yanı sıra sol, liberal, demokrat bir aydın kesimin desteği de bu bileşimde vardı. Sonra 2010 sonrasında yollar gayet hızlı ve sert biçimde ayrıldı. Sebebin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Ne değişti, kim değişti, neden?Sorun da bu zaten. Yani bizi şaşırtan şey, bu aydınların bir dönem hükümetin üstlendiği değişim rolüne verdikleri destek. Bana sorarsanız o destek; hep eli yüreğinde, hep kerhen verilen bir destekti. Hiçbir zaman, İslami değerler içinde biçimlenmiş muhafazakâr damara güvenmediler. Laik sektörde yer alan bizler en nihayetinde Türk modernleşmesinin ürünleriyiz. O modernleşmeci zihniyetin kumaşı da belli. Kendisini geleneğin üstünde görür. İslami siyasetten ürker. Kısacası, değişimi sürükleyen toplumsal güçle üzerine konuştuğumuz entelektüel çevreler arasında doku uyuşmazlığı var ve bu kolay aşılabilir bir şey değil.Sorunuzun esas cevabı bu galiba. Yani, evet değişime desteğin yerini çok kuvvetli bir karşıtlık aldı ama bu iki taraftan birisinin değişmesi nedeniyle olmadı. Tam tersine iki taraf da değişmediği için oldu bu. O geçici bir yol arkadaşlığıydı. Eğer bu ülkenin dışlanmışlarından, yoksullarından bir seküler Batı sosyolojisi ve Erdoğan’dan da bir Mitterrand çıkartabilseydi Türkiye, bu çatışma olmazdı. Ya da bizim sol-demokrat-liberal aydınlarımız geleneği küçümsemekten, İslami korkularından vaz geçebilselerdi yine olmazdı.Bu nasıl bir ilişkiydi? Bir zaruret, ihtiyaç ilişkisi mi, ideal birliği, işbirliği mi, nasıl tanımlanabilir, sol için, liberal, demokratlar için?İdeal birliği demek imkânsız. Dediğim gibi laik aydınların ezici çoğunluğu ideal olana giden yolun Batı dünyasının ürettiği evrensel ilkelerden geçtiğine inanır ve İslami geleneğin buna yabancı olduğunu düşünür. Bir açıdan bakıldığında haksız da değillerdir. Çünkü Batı değerleri, siyasal normları, toplumsal düzeni kendi özgün tarihlerinin ürünüdür. Biz kendi özgün tarihimizin içinden yaratıyoruz modernleşmemizi. Buradaki sorun bu gerçeklikle barışık olup olmamaktır.Üsttenci bir bakıştan bahsedilebilir mi bu aydınların AK Parti ve dindar, muhafazakâr çevrelerin aydınlarıyla ve tabanlarıyla kurdukları ilişkide? Bir vesayet ilişkisinden bahsedilebilir mi peki, bu kopuş da vesayetin reddedilmesiyle yaşanmış olabilir mi?Evet bence bu var. Kendisini sol, sosyalist, liberal olarak tanımlayan aydınların önemli bir bölümüne bu elitizmin sinmiş olduğunu düşünüyorum. Dünyanın her yerinde aydınlar, siyasetçilerden ve sıradan insanlardan farklı fonksiyonlar görürler. Hem düşünce üretme kapasiteleriyle hem de reel siyasetin gündelik dengelerinden özgür olma ayrıcalıklarıyla onların sesine ihtiyacımız var. Fakat elitizm başka bir şey. Bu, sol-sosyalist düşünceyle Kemalist zihniyetin buluştuğu bir hastalık. Sosyalist teori devrimi yapacak olan işçi sınıfına bilincin dışarıdan verileceğini vaz eder. İşçi sınıfı öncü bir partinin; disiplinli, kendisini bu yola adamış, sistematik mücadelesiyle aydınlatılmadıkça kendi öz çıkarlarının farkına varamaz. Burjuvazinin ideolojik hegemonyası buna izin vermez. Teori budur. Kemalizm’in de siyasi zihniyeti farklı değildir. Toplumun modern elitler eliyle eğitilmesi, geleneğin köreltici dünyasından kurtarılması gerekir. Devletin temel fonksiyonu da budur. Aydınlatmak ve zorlamak. Toplumun taleplerinin yansıdığı, onun isteklerine göre şekillenen değil, toplumun ne istemesi gerektiğini ona öğreten bir güçtür devlet.Evet bizim laik aydınlarımız, solcularımız, sosyalistlerimiz bu elitist devlet anlayışından çok çektiler. Baskı gördüler, aşağılandılar. Zaten bu nedenle de bu devleti dönüştürecek, elitizmin kalesi ordunun siyasi gücünü kıracak bir imkân olarak gördükleri AKP’yi vesayetin tasfiyesi sürecinde desteklediler. Fakat bu kendilerinin de elitist olmadığını göstermez. “Sen kimsin de kendini benim üzerimde bir otorite olarak görüyorsun?”. Laik aydının değişmeyen öfkeli sorusu budur. Dün askere soruyorlardı bu gün Erdoğan’a soruyorlar. Fakat bu soru zannedildiği kadar masum bir soru değil. Bir eşitlik arayışını ifade etmiyor bence. Bir otorite olma isteğini ifade ediyor. Kendi otoritesi üzerinde bir otorite tanımamayı ima ediyor.Elbette aydının otoritesi, fikirleri üzerinden yarattığı saygınlıktır. Ülkenin kaderini belirleyen politika yapıcıların ona kulak vermesidir. Yoksa aydın reel politikanın, devleti doğrudan yönetmenin peşinde değildir. Bizi yanıltan da budur. Aydın “kendim için bir şey istiyorsam namerdim” derken inandırıcılığını da buradan alır. O kamusal vicdanın, yüksek ilkelerin sözcüsüdür. Fakat iş o kadar basit mi acaba? Misyonla benlik bu kadar kolay ayrılabilen şeyler değildir.Eğer siz ideal değişimi sadece kendi fikir ve değer dünyanızın temsil ettiğini, diğer aktörlerin ancak sizin dünyanız yönünde dönüştüklerinde bu değişimin hakkını verebileceklerine inanıyorsanız problem var demektir. Onlar devasa bir değişimi kendi bildikleri yoldan yönetmeyi seçtiklerinde kendi misyonunuzdan şüpheye düşersiniz. Bu baştan beri inşa ettiğiniz değerlilik ve anlam dünyanızı sarsar. Benliğin buna tepkisiz kalması çok zordur.Daha demokratik, daha özgür, daha uyumlu bir toplum isteği penceresinden bakıldığında gerçekten hükümete, Erdoğan’ın kimi söylem ve siyasetlerine yöneltilebilecek birçok eleştiri var. Fakat bu hükümetin ülkeyi felakete götürdüğünü söylemek, devrilmesini istemek başka bir şey, hataları tartışmak, eleştirmek başka bir şey. Bence iktidara yöneltilen aşırı reaksiyonun altında bu misyon kaybının, önemsenmemenin ciddi bir payı var. Onların değil, aslında onlara bu eleştirileri getirenlerin (bizlerin) savrulduğunu iddia ederse birisi, cevabınız ne olur?Bakın, bu aydınların bir kısmı, ilkeler adına, demokrasiyi savunmak adına resmen ucu derinliği belirsiz, kapalı, karanlık bir örgütün istihbarat teknikleriyle kalkıştığı bir darbeyi desteklediler. Devletin en kritik katları öyle ya da böyle işgal edilmiş, olağanüstü yöntemlerle iktidar düşürülmek isteniyor ve bu aydınlar bırakın bir imdat çığlığını tümüyle bunu görmezden geliyorlar. Erdoğan gitsin de siyaset Pennsylvania’nın kucağında mı kalır, neo-con’ların borusu mu öter umurlarında olmadı.Büyük resim şudur: Bu ülkeyi kim yönetecek? Otoriter modernlik tarihimizin aşılamamış sorusu budur. Demokrasiyse bütün mesele, bunun ilk ve hayati adımı toplumun iradesini hâkim kılmaktır. Seçilmişlerin egemenliği sorununu çözmektir. Etyen Mahçupyan bunu halk ihtilali olarak niteliyor. Çok haklı. Bu süreç devam ediyor. Derin bir anlama çabası içindeyiz. Bazı aydınların çok çarpıcı, parlak çabaları var. Mahçupyan bunların başında geliyor bence. “Nasıl yönetileceğiz sorusuna gelemedik, demokrasinin eksiklerini konuşamıyoruz çünkü kim yönetecek sorusunun sert kavgasını veriyoruz” diyor. Sorunuzun anahtarı buradadır. Ülkeyi kim yönetecek kavgası sürmektedir ve AKP iradenin topluma geçmesi tarafında durmaya devam etmektedir. Bu çatışmalarda temel soruya toplum yanında durarak cevap veren bizim gibi insanlar da tutum değiştirmiş değildir. Tutum değiştirenler bu soru aşılmış gibi davrananlardır. Değişim, muhafazakâr siyasetin kendi bildiği çözüm yollarından ilerliyor ve Batıcı aydınları iktidarsızlaştırıyor. O nedenle değişimin temel sorusu ile bu aydınlar ilişkilerini kestiler.Sizden bir alıntı yapacağım “Hayatı polemik olarak görmek ile diyalog olarak görmek arasındaki derin fark”… Bu fark solun bu gününü anlamak için de işe yarar mı?Bu solun dününü de bu gününü de anlamamıza yardımcı olur. Siyasette çatışma her zaman vardır. İşin tabiatı gereğidir. Fakat bu çatışmayı mutlaklaştırmak, her türlü uzlaşmayı ilkesel olarak reddetmek, hatta aşağılamak farklı bir siyaset kültürüdür. Özellikle sosyalist sol ideolojik varoluşu itibarıyla devrimcidir. Rejim içi çözümler onun kitabında “yoldan sapma”dır. Her türlü uzlaşma rejimi toptan yıkmak için geçici, araçsal bir değerden ötesini ifade etmez. Sistem içi güçler sınıf düşmanlarıdır. Buradaki düşman nitelemesi solun bakışını, diyalog ve uzlaşma kültürüne olan mesafesini yeterince anlatır zaten. Devrim nedir derseniz, bu gün bu sorunun içeriği kalmadı. Sosyalizm denemelerinin çöküşünden sonra kimse bir devrimle neyi nasıl düzelteceğini anlatamaz artık. Devletleştirme mi yapacaksınız? Mülkiyet hakkına nasıl bakıyorsunuz? Çok partili, serbest seçimli bir siyasal rejim mi öneriyorsunuz? Her türlü görüş serbestçe savunulacak, medya çok sesli olacak, bağımsız sivil yapılar güçlenecek mi diyorsunuz? Nedir sosyalist modelinizin yaşadığımız kapitalizmden farkları ve varsa eğer böyle bir modeliniz neden ancak devrimle gerçekleşecek? Bu soruların cevabı yok. Ama düşman kültürü dipdiri ayakta.AK Parti ile yolları ayrılan çevrelerin hızla Kürt siyasi hareketinin hamisi pozisyonu almasının nedeni, gereği, hedefi nedir?Bunun cevabı çok açık. Kürt hareketini hükümeti devirmeci cepheye çekmeye çalışıyorlar. Değişim ile ilişkilerini kestiler ve politik akıl öldü dediğim şey bu işte. Odaklandıkları tek mesele bu hükümetten ve Erdoğan’dan kurtulmak. Çözüm sürecinin ve Kürt siyasetinin bunu zorlaştırdığını görüyorlar. Kendilerini Erdoğan’ın diktatör olduğuna ve hızla faşizme sürüklendiğimize öylesine inandırdılar ki, her türlü seçenek Erdoğan iktidarından iyidir diye düşünmeye başladılar. Çözüm sürecinin de demokrasiye değil faşizme hizmet ettiğine inanır hale geldiler. Gerçekten olacak iş değil ama iş buralara kadar geldi.Olaylar başlıklar üzerinden konuşursak, çözüm süreciyle başlayan, Gezi ve 17 Aralık’ta keskinleşen bir kopuş var. Sorunların çözümünde ideal olanla reel olan arasındaki farktan ve öncelik sıralamasından mı kaynaklanıyor; sorunu tanımlama ve çözümü belirlemedeki hiyerarşiden mi?Bana sorarsanız çözümü belirleme iradesinden dışlanmış hissetmeleri çok etkili bu savrulmada. İslami siyasetin ummadıkları kadar güçlenmesi, öz güven kazanması ve liberallere ihtiyacımız yok söylemleri bu aydınları aşırı uyardı. Dışlanmaktan da öteye, girdikleri tartışmalarda AKP’nin etkili sözcülerinden -Erdoğan dâhil- sert cevaplar almaya başladılar. Üstelik bu tartışmalar başlarda muhafazakâr söylemler etrafında şekillendi. Heykel, operaya mescit, alkol, kürtaj, dindar nesiller konularını hatırlayın. Bunlar laik aydınların endişe konularıdır. Asıl kopuş o zaman başladı. Başkanlık, tek adamlık, yolsuzluk konuları falan sonraları geldi. Yani, misyon kaybı duygusu ile İslamofobik endişeler üst üste bindi. Bu çok kuvvetli bir öfke üretti. Politik akıl böylece öldü. Yani, bu insanlar reel politikanın sorunları çözmede yaşadığı zorlukları, ideal olanla gerçekleşebilir olanın arasındaki farkı görmeyecek insanlar değiller. İmralı ile göstere göstere masaya oturmanın ne demek olduğunu anlamayacak ya da cemaatin eline geçmiş bir güvenlik bürokrasisine, yargı gücüne karşı şimdi eleştirdikleri önlemleri almadan hükümetin yoluna devam edemeyeceğini de görmeyecek insanlar değiller.Ben bu derin kopuşta muhafazakâr siyasetin ve onun tartışılmaz otoritesi olarak Erdoğan’ın da sorumluluğunun olduğunu düşünüyorum. Evet, Erdoğan bu tartışmalardaki sert ve net tutumuyla muhafazakâr dünyanın öz güvenini büyüttü. Lider olarak onların gözündeki güvenilirliğini pekiştirdi. Buralardan devşirdiği güçle de açıkçası çok zorlu bir devrimi yönetiyor. Bunun farkındayım. Ama mesela çok kritik bir eşik olarak Gezi’nin ilk günlerindeki tutumu yanlıştı. Gezi’nin son günlerinde izlediği yöntemi ilk günlerde izleseydi biz o üç ayı öyle yaşamayabilirdik. Hatta bu gün üzerine konuştuğumuz aydın dünyası da tam böyle olmayabilirdi. Yani bu kopuş; çok nedenli, çok etkenli karmaşık bir süreç.Aydın karamsarlığı diyorsunuz, seçim sonrasındaki bir yazınızda. Bunu, duygu durumunu açalım. Bu kronik karamsarlık mı yoksa son dönemde gelişmiş bir akut depresyon mu? Tedavisi mümkün mü? Değil ise, bu karamsar depresif “looser” aydınlarla yaşayacak olanlar için toplumun sağlığı için öneriniz nedir?Laik aydınlar, sol- sosyalist- liberal düşüncelerin sözcüleri hep şunu hissetmişlerdir: Bu toplum farklı, bu ülke Batı gibi değil, bizim güçlü bir sosyolojik karşılığımız yok. Bu tabii zor bir duygu. Fakat hep bir umut oldu. Bu toplumun da modernleştikçe bu fikirlere itibar edeceği, sosyolojik evrimin önünde sonunda toplumla laik aydını buluşturacağına dair bir umut. Fakat şimdi bence durum farklı. Toplum kendi modernleşmesini inşa ediyor. Büyük bir siyasi dönüşüm yaşanıyor. Fakat bu süreç muhafazakârların inisiyatifinde yürüyor. Durum değişeceğe de benzemiyor. Bunun yarattığı karamsarlığın eskisinden farklı ve epeyce kalıcı olduğunu zannediyorum.Ne öngörüyorsunuz, bir dönem çok yaygın okunan, dikkate alınan bu isimlerin çevrelerin durumu hakkında? Marjinalleşecekler mi? Daha zehirli bir hal alır mı eleştirileri, tutumları?Muhafazakâr sosyolojiye dokunan, onu anlayan, ona ulaşan bir dil kuramadıkları sürece bence bu etkisizleşme sürer. Bu da sizin deyiminizle daha zehirli bir hal yaratabilir. Nitekim faşizm tahlillerine, felaket senaryolarına sıkça rastlıyoruz.Bence “yetmez ama evet” çizgisine dönmeleri gerekir. Sol dünyanın, tarihinde bulduğu en filozofça, en yaratıcı slogandır bence bu. Çok sevdiğim bir arkadaşımın söylediği gibi bu adeta maksadını da aşan, siyaseti de aşan bir hayat ilkesidir. Bu, içi durmadan kanayan, neredeyse nefret etmeyi seven bazılarının iddia ettiği gibi “polyannacılık” değildir. İyimserlikle el ele giden bir gerçekçilikten söz ediyorum. Gitmek istediğimiz yeri düşlerken nereden geldiğimizi unutmamak gerektiğini söylüyorum. Yoksa gözünüz öyle bir kararır ki, Kürtler ölmediği için hükümeti deviremiyoruz diye üzülürken bulursunuz kendinizi. Ve durup kendinize şaşıracak zamanınız bile olmaz.30 Mart’a kadar emin oldukları bir durum vardı. Türkiye hızla karanlığa gömülüyordu, bir diktatör tarafından yönetiliyordu, halk cahildi, tutucuydu vs. Ama sonra 23 Nisan günü 1915 Ermeni tehciri dolayısıyla Başbakan’ın resmi taziyesi geldi. Neler oldu o cephede?Evet tabii, zor durumda kaldılar. Değersizleştirmeye, önemsizleştirmeye çalıştılar. Samimiyet, zamanlama üzerine malum sözler edildi. Yeterli bulunmadı falan. Ben yine o kavrama döneceğim: Politik aklın ölümü… Bu ülkenin siyasal tarihini bilen, devlet tabularının taşlaşmışlığının farkında olan ve Başbakanlık metnini objektif bir gözle okuyan hiç kimse bunun olağanüstü önemi karşısında heyecanını gizleyemez. Onu değersizleştirmeye çalışanlar korkarım kendilerini değersizleştirecekler. Aydını ayakta tutan vicdanıdır. Onun için ben vicdanın ölümü demiyorum, politik aklın ölümü diyorum. Vicdanın hepimizde yaşadığına inanıyorum. Umarım yanılmıyorum.Anti-kapitalist Müslümanlar var bir de bütün muhalif kanada eklenen ve bilhassa el üstünde ve görünür yerde tutulan?Ben bunu ciddiye almıyorum. Ne medyanın bu marjinalizmi kullanma gücü kaldı ne de bu gençlerin sola hayat öpücüğü verebilecek düşünsel zeminleri var.Geçen yıl Gezi olaylarında, bu yıl 1 Mayıs Taksim performansında gördüğümüz bir sol var. Bu “sol”un sınıfsal yeriyle ilgili bir tartışma var, bu kesimler işçi sınıfına değil küçük burjuvaya ait şeklinde. Ne dersiniz? Küçük burjuva hegemonyası mıdır bu?Fakat sol Türkiye tarihinde zaten hep kentli orta sınıfların ideolojisi oldu. Bu yeni değil ki. İki parantez var: Birincisi Ecevit solculuğu, ikincisi 80 öncesinde TKP’nin kontrolüne girmesiyle DİSK üzerinden sağlanan etkinlik. Bunların dışında solu küçük burjuvazinin -ki buna ben kentli laik orta sınıflar demeyi tercih ederim- dışına taşıyabilen belirgin sosyoloji Aleviliktir. Bu gün hakikaten yoksul, alt sınıflardan ben solcuyum diyen birisine rastlarsanız büyük ihtimalle o bir alevidir. Bunun da çok anlaşılır tarihi nedenleri var. Kendi içinde pek çok fraksiyona ayrılmış olan solun, liberallerin, aydınların bu gün bir arada ve birlik olmasını sağlayan nedir?Muhafazakâr toplumla, gelenekle olan doku uyuşmazlıklarıdır. Tek kelimeyle AKP karşıtlığıdır. Fakat şu düzeltmeyi yapmama da izin verin: bu saydığınız sol, liberal, aydın kategorilerinin tamamında da bölünme mevcut. Bir kısmı AKP karşıtlığını paylaşmıyor.AK Parti ve Erdoğan nefretinin duracağı bir çizgi var mı? Mesela İlhan Selçuk vaktiyle AK Parti’den kurtulmak için seçenekleri söylemişti: “İki şey var. Bir AK Parti’ye kapatma davası açılırsa, bir de üstüne ekonomik kriz çıkarsa, Türkiye biraz karışırsa o zaman biraz umut doğabilir”. Bu Erdoğan gitsin de sonrası varsın tufan olsun hali yaygın mı hakikaten hafazanallah?Evet bence bu çok yaygın. Çünkü bu karşıtlığın altında derinlere işlemiş kültürel kodlar var. Bu karşıtlık beraber yaşamayı kabul etmiş, temel prensiplerde anlaşmış bir toplumun kendi içinde yaşadığı bir rekabet ya da iktidar kavgası değil. Adeta düşmanla bir arada yaşamak, ona boyun eğmek gibi bir şey. Bakın çıktığı ilk günden beri tek bir şey yapan, sadece Erdoğan’a hakaret eden, onu şiddetli biçimde düşmanlaştıran, onun dışında hiçbir entelektüel talebi karşılama iddiası taşımayan, habercilik falan yapmayan bir gazete, Sözcü gazetesi neredeyse Hürriyet’i tahtından indirecek. Bu sosyolojinin ne Kürt savaşı umurunda, ne ekonomik kalkınma, ne yoksulluk ve hatta ne de yolsuzluklar falan. Düşmandan kurtulmak için her şey mubahtır. Muhalif aydınlarımız umarım buralarla aralarına görünür mesafe koymayı önemserler. Yeni İlhan Selçuk’lar görmek hiçbirimizi sevindirmez. Türkiye solu Türkiye’deki sosyolojik değişimi ne kadar görüyor?Vallahi Türkiye solu Halil Berktay’ın dediği gibi düşünmeyi çoktan bıraktı. Çok dar bir çevre Birikim çevresinde bence hakikaten değerli tartışmalar yürütüyorlardı. Ancak onlar da cılız kaldılar. En son Ömer Laçiner’in söylediklerini okuyunca büyük hayal kırıklığına uğradım. Doğrusu şunu da eklemek gerekir: Türk solu eskiden de çok fazla düşünmezdi. Gerçekten sorgulayan, süreçleri anlamaya çalışan parlak isimler vardı fakat sayıca az ve etkisizdiler. Türk solu dünya solunun merkezlerini hiza alır, kurucu liderlerinin kitaplarını okur, o kaynaklardan beslenirdi. Eylem öncelikliydi Türk solu. Entelektüel çabaya pek değer verilmezdi. Şimdi ise kendi kutsallarını yaratarak, tarihleriyle övünerek yaşayan içe kapalı cemaatlere dönüştüler bir kısmı. Gezi bu çevrelerde olağanüstü bir heyecan yarattı. Fakat AKP’nin örneğin askeri vesayeti tasfiye yönünde yaptıkları, yoksulların refahtan aldığı payın artışı falan asla heyecan yaratmadı. Hep öfkeli oldular AKP’ye karşı. Ağzıyla kuş tutsa AKP gericiydi. İstanbul sermayesiyle de çatışsa, IMF’ye posta da atsa, Ortadoğu’da büyük güçlerle rekabete de soyunsa o gericilikten; halk düşmanlığından kurtulamadı solun gözünde. Neden mi? Çünkü muhafazakâr ve İslam referanslıydı. Demokrat olmamasını geçiniz. Türk solu ne zaman burjuva demokrasisini savundu ki?CHP’nin geçen sene bir kez daha görünür olan bu toplumsal muhalefeti karşılayamadığı, temsil edemediği ortada. Ama bu kadar aktif ve agresif olan kitleden neden anlamlı ve etkili bir siyaset gelmiyor, neden “umut” doğmuyor?Aslında bu kitlenin aktif ve agresif olduğu da, temsil edilmediği de tartışılır. Bence Gezi kalıcı bir ruh halini temsil etmiyor. O bir katarsisdi. Boşalınca sönen bir enerji. Yeniden zamanla birikir mi bu enerji? Olabilir de olmayabilir de bilmiyoruz. Temsile gelince bence kendi özel damgasını vuramıyor ve tatmin olmuyor ama pekâlâ eksik de olsa temsil ediliyor. CHP bence vazgeçemedikleri bir adres. Baksanıza Sırrı Süreyya’nın aldığı oy sayısına. Onu bile CHP’ye tercih etmediler. Ayrı bir siyasal yapı oluşturabilecek anlamlı bir varlıkları da, siyasal bütünlükleri de yok bence. Kızgınlıkla sokaklara çıkmak başka şey, üzerine düşünülmüş bir siyasal program, mücadele içinde inşa edilmiş bir siyaset yapma tarzında anlaşmış olmak çok başka… Anlamlı siyasi yapılar kızgınlıkla barikatlara çıkarak üç ayda beş ayda sokaklarda oluşmuyor. Ciddi tarihsel sosyolojik köklere ihtiyaç var. O nedenle CHP’ye katlanmaya devam edecekler. Bu tarih ne keskinlikler ne büyük iddialar gördü. Sonunda çoğunu CHP yuttu. Ana akımların dışında kalmak kolay iş değil.* Star gazetesinden Fadime Özkan’ın sorularına verdiğim cevapların tam metni. Bu röportaj kısaltılarak 05-05-2014 tarihinde gazetede yayımlanmıştır.
Muhalif aydınlar ve sol: Bir savrulmayı anlama çabası*
- Advertisment -
Sonraki İçerik