Ana SayfaYazarlarSur, bostan, köprü

Sur, bostan, köprü

01020304_104_11İstanbul gibi antik denecek kadar eski, aynı zamanda metropol denecek kadar da büyük bir kent sözkonusu olunca, hele bir de Ayasofya’yı yazarken değindiğim gibi o aralığı da güngörmüş şekilde geçirmişse üzerine konuşacak konunun da ucu-bucağı olmuyor. Belediyelerin yapacak cazip ve faydalı iş ve proje üretme konusundaki tutukluklarının karşılığı  öfke değil hayret olabilir ancak… Bu konu zenginliğinden bu kadar eli boş çıkmak için özel bir umursamazlık gerekiyor herhalde. Şu web sitesinin kıyı-köşesinde neredeyse yönetim için eylem planı yapar halde buldum kendimi. Arkamda da bir fakültenin atölyelerinden ve akademik birikiminden öte bir kurumsal destek yok. Yerel ve merkezi tüm kurumlar ve imkânlar elinin altında olan belediye İstanbul Metropolitan Planlama (İMP) hamlesini de kısa düşürdüğünden beri milyonlarca nüfuslu koca metropole şöyle hem parçaları hem de bütününden bakıp soğukkanlı ve rasyonel kararlar alıp uygulayacak araçlardan ve perspektiften büsbütün mahrum kaldı. İrrasyonalite makinası gibi çalışıyor, öyle çalıştıkça da başta kendisininki kafaları karmakarışık ediyor. Birkaç makul muhalif sivil ses dışında kimin ne dediği, hatta birşeyin denip denmediği bile belli değil.0506070809İstanbul’un sınıflandırılması güç, kendine özgü yani görece özgün konularının birkaçına “torba yasa” misali birarada değineceğim bu kez. Başlıkta özetlenen konuları birleştiren bir şey varsa o da kentin sınırlarına dair olmaları. Bugün tarihi yarımada dediğimiz Bizans’ın tamamını, Osmanlı’nın da büyük bölümünü kapsayan Eminönü ve Fatih ilçeleri Marmara ve Haliç kıyıları da dahil, çepeçevre surla çevrilmiş. Bunlar Bizans zamanının sınırlarını da belirleyen savunma duvarları. Daha kentin etrafının yeterince geniş kısmını kontrol altında tutan Osmanlı zamanında işlevini yitirmiş bu surlar, çünkü ne kara ne de denizden kontrollü alanları aşıp hasmane niyetlerle yaklaşmak imkansızlaşmış. Sonra 50 yıl kadar önce suriçinin yeni omurgaları, Vatan ve Millet ile eskisi Fevzipaşa Caddesi, Topkapı ve Edirnekapı’dan dışa taşıp suru geçmeyi sıradanlaştırarak günlük hayatın parçası haline getirince artık kuşattığı kent parçasının sınırını belirleme işlevini de yitirmiş oldu. Surun aşılması bir kere vakayı adiyeden hale gelince bireysel geçişlerle sınırlanmayacağı da belliydi. Nitekim, Zeytinburnu Taşlıtarla gibi erken gecekondu bölgeleri bu sınır aşımlarının kitleselleşip kalıcılaşması anlamına geliyordu.232425Söz surlardan açılınca değinilmesi gereken ilginç bir yanları da içinde bulunulan Akdeniz coğrafyasında kentin surlarıyla ilişkisini karşılaştıracak örnek kalmamış olması. Ortaçağ kentlerini koruyup sınırını çeken bu fiziki yapılaşma türü, endüsütri devrimi ertesinde kentleri genişleten basınca dayanamayıp çoktan yıkılmışlardı. gommeİstanbul geç modernleşmenin işareti olarak hâlâ ayakta tutuyor uzayıp giden bu hacimli taş duvrlarını. Oysa Ortaçağ’ın ticaret kentlerinde eğer eskimeden dolayı yıkılmadılarsa bile kentin etrafını kuşatacak çevreyoluna yer açmak üzere kasten yıkılmış hatta enkazları çevreyolunun temel dolgusu olarak kullanılmıştı. Avrupa kentlerinde surların yerine açılmış caddelerin isimlerinde genelde çukur anlamına gelen bir takı bulunur; örneğin eski Aachen’i çepeçevre kuşatan caddenin adı Graben (hendek)dir. Galata’daki Küçük ve Büyük Hendek sokaklar da eski sur izlerine işaret eder. Bu sürecin en kolay gözlenebileceği örnek surun yerini alan caddesi modern kentin de omurgasını oluşturduğundan Viyana’dır. Ortaçağ Viyanasını kuşatan surlar, Viyana’nın modernleşmesini kapsamlı bir projeye dönüştürmüş olan  imparator Franz Joseph tarafından 19.yüzyılın üçüncü çeyreğinde  yıkılarak, molozuyla Ringstraβe inşa edilmişti. 101112Ringstraβe, cadde olmaktan öte geniş bir bulvar olan bu çember, çevresindeki tiyatro, opera, müze, parlamento, adliye, üniversite gibi modernleşme sembolü kurumsal binalarla birlikte Paris’in bulvarlarından Viyana’ya taşınmış bir fragmandı adeta. Modern burjuva yaşamının ekseni olarak inşa edilmiş ve öyle de olmuş, eski kentle yenisi arasına keskin bir sınır da koymuştu. İstanbul’un ise merkezden çevreye doğru açılan halkalar halinde genleşmeye ihtiyacı yoktu. Doğu ve Batı yönündeki boş alanlara yayılarak ender rastlanan coğrafyasının da özellikleriyle Doğu-Batı ekseninde uzayan bir makroforma ulaştı. Ama özellikle de 1950’ler sonrasının küresel yeniliği hızlı oto trafiğinin çevreyolu olmaksızın işlemesi mümkün değildi. Merkezden çevreye halkalar halinde büyümenin ayrılmaz parçasıydı çevreyolu. Kentiçi yoğunluğunun sıkıştırdığı trafik, ancak çevreyoluna taşarak hızlanabiliyor ve rahatlayabiliyordu. Çevreyolu çeperleri birbirine ve merkeze bağlamanın kısa yoluydu. İstanbul ise leneer şekilde çemberle kuşatılıp birbirine bağlanacak ne merkeze ne de çevrelere sahipti; çözümü de kendi formuna uygun oldu.13_2k14_2Doğu-Batı yönünde uzayan parallel iki çevreyolu (E5 ve TEM) hem üç parçalı eski İstanbul’u, hem de Doğu’da ve Batı’da saçaklanarak yayılmış yeni gelişme alanlarını birbirine bağlayıp yaklaştırdı. Karayollarına yatırımın uluslararası kapitalizmin ulaşım senaryosunun parçası olduğu yanlış değildi gerçi ama çevreyolunun kaçınılmazlığı olgusunu ıskalamakla rasyonel çizginin dışına düşüyordu. Sadece muhalefeti değil, çevreyollarını yapan iktidarları da rasyonel çizginin dışına düşüren asıl mesele köprü idi. İktidarlar iftiharla köprü yaptıklarını söylüyor, muhalefetler de endişelerini köprüye karşı bir strateji olarak kuruyorlardı. Dolayısıyla yapılanın köprü değil, esasen çevreyolu olduğu, köprülerin ise bu yolları iki taraftan bağlayıp kapatan düğüm noktaları olduğunu telaffuz edecek kimse de kalmayınca tartışma yanlış mecralarda kitlenip kaldı. Formu çember değil lineer de olsa kente sınır çekme işlevini üstleniyordu bu İstanbul’a has otoyollar. Dolayısıyla tam da Ortaçağ sınırı surların sınır işlevlerini yitirdiği bir dönemin ertesinde büyümüş haliyle yeni kentin sınırları da çekilmiş oluyordu. Ama bu sınırlar tıpkı daire şeklindekinde de olduğu gibi, kenti sınırladıkları kadar dışa yaymaya da aracılık ediyordu. Bugün bu çevreyolu ve köprünün üçüncüsünün yapıldığı sırada konu hala kapanmış değil. İktidar muhalifleri, zaten diğerlerine de karşı çıkmışlardı diye boşa çıkarmaya çalışıyor. Muhalefet de köprü odağını hâlâ tam aşmış sayılmaz, bu seferkinin öncekilerden en önemli farkı Kuzey ormanlarının yerini alması ki, hiçbir siyasi angajman ve/ya teknik gerekçeyle meşru görülemeyecek bir tercih bu. Üstelik artık iki tane birden çevreyolu olan bir kent sözkonusuyken. Bu kez muhalefet de tongaya basmadı ve bu çevre kıyımı felaket potansiyelini başlıca vurgusu haline getirdi.  Ama yarım asırlık sürekliliği olan bir konu o tarihsel perspektif içinde gündeme taşınmadığından, yeniliklere karşı olmuş bir geleneğin bugünkü uzantısı gibi gözükmekten kurtaramadı kendini. Oysa bugünün iki çevreyolu da işleyen İstanbulu’nun çevreyolsuz İstanbul’la kıyaslanmasının mantık hatasına orman kıyımıyla birlikte dikkat çekilmesi iktidarın kozunu elinden almaya yardım edebilirdi. Ama konu bundan ibaret de değildi. Özgün Boğaz peyzajını bitireceğini düşünenlerle “inci gerdanlık” olacağını umanlar arasında da bir karşıtlık vardı. Artık aşıldı, çünkü alışıldı. Zaman geçtikçe ne gerdanlık ne de gudubet, tersine kentlerdeki birçok endüstriyel üründen biri olduğunun farkına varıldı. Hatta böyle olduğu için ışıklı-renkli gece süslemelerini de saymazsak, farkına varılan nesneler olmaktan da çıktılar. İstanbul’un semalarından süzülen uçaklar ya da Boğaz’dan geçen şilepler neyse bunlar da günümüzün o türden gereken her yere benzerlerinin konduğu endüstriyel nesnelerindendi işte. Ne daha fazla ne de az. Nitekim Haliç köprüsünde bununla yetinilmeyip bir de yaratıcılık hevesine kapılınınca koptu kıyamet. Olduğundan başka şeye benzemeye çalıştıkça sakarlık olarak batıyordu göze. Bu boynuz yakıştırmasının bir Calatrava yaratıcılığı ya da zerafeti olmadığını görmek için profesyonel ya da uzman olmaya da gerek yoktu. Endüstri dünyasının ürünleriyle terbiye olmuş birkaç da onlara eşik atlatmış örneğe tanık olmuş bir göz aradaki farkı ayırdetmeye yetiyordu. Bütün değişen koşullara ragmen üçüncünün yapılmasında ısrarlı olunmasa mesele yoktu. İlk ikisini kullanarak geçinip-gidiyorduk. Ama o da yetmezmiş ve her çevreyoluna bir de havalimanı gerekirmiş gibi bir de yeni havalimanı çıktı başımıza, üstelik Karadeniz kıyısının henüz el değmemiş nefes kesici Britanya benzeri peyzajının içine. Diğerleri gibi bu hesap da yalnış. O havalimanları çevreyollarının değil, ayrı yakaların malı ve Yeşilköy ile Sabiha Gökçen’in üç çevreyoluna birden hizmet etmemesi için hiçbir neden yok. Son dönemde iktidar tarafından yaratılmış yapay sorunlardan biri de bostanlar. Kara surlarının içine ve dışına bitişmiş bu bostanların tarihi çok eski. Tabii ki İstanbul’un tüketim ihtiyacını karşılayacak kapasiteleri yok ama kaliteli doğal kaynaklar olarak kentin özgüllüklerinden birini oluşturuyorlar. 15313226Bu kadim zamanlardan kalma bostanlar; 20.yüzyıldan önce tarihi yarımadanın suriçinin Batı yarısındaki iskân edilmemiş alanların büyük bölümü bostanmış. 50’lerde Vatan ve Millet Caddeleri açılırken bu alanlar büyük oranda istimlak edilip yola dönüşmüş, dönüşmeyenler de apartman parselleri olmuş. Kalanlar surlara yapışık olduklarından kaderleri ister istemez surlarla birlikte çizilecek. Surlar, değindiğim gibi bütünlüklü olarak kalmış dünyada da ender örneklerden olduğu için müzelik, yani arkeolojik hazine olarak da kıymetli. Tam da bu nedenle Unesco’nun dünya kültür mirası listesine giriyor, bitişiğindeki bostanlarla birlikte. Dolayısıyla tam da işlevlerini tamamen yitirip kentin yapılı çevre stoku içinde işlevsizce ayakta durmaya devam ettikleri bir sırada dünyanın seçilmiş sayılı kültür varlıkları arasına da girmiş oluyorlar. Saraçhanebaşı, Fener ve demiryolu hattındaki tek-tük parçaları saymazsak kuşkusuz ki bunların en önemli özellikleri bütünlükleri, yani kesintisiz devam etmeleri. Ayasofya’dan sözederken de o ve onun gibi anıtların bugünkü sosyal yaşam açısından kullanışlılıklarıyla işlevselliğe yatkınlıklarıyla değerlendirilemeyeceğini söylemiştim. Ama, surların statüleri bakımından değilse de Ayasofya gibi yapılardan temel bir farkı varsa o da zamanında da adı üzerinde insan ve toplumun dolaysız kullanımı için gösterilen seviyede bir özenin ürünü olmayan bir altyapı tesisinin kaba-sabalığı içinde yapılmış olmasıdır. Tıpkı günümüz tesisat sistemlerinde de olduğu gibi, insanların gündelik yaşamında görünür olmadan hizmet vermek üzere yapılmış olmanın kabalığını taşırlar. Bu, kıymetlerinden birşey kaybettirmez. Hatta zamanın maddi yaşam konforu ve ortalama teknik gelişkinlik düzeyi bakımından zamanın o olağandışı anıtlarından çok daha fazla şey söylerler. Zaten bin yıl civarında ayakta durmuş olmanın kendisi herhangi bir yapılı çevre ürününe başlıbaşına bir hazine değeri katar herhangi bir yapılı çevre bileşenine, bu değindiğim nedenle bir de nadidelik sıfatı taşımaktadır bu surlar. Evet, elde kalmış ne yapılacağı bilinemeyen, kullanışsız bir cevherle karşı karşıyayız. En tehlikelisi de bu özelliklerini hesaba katmadan alelacele onarmaya çalışmak. Nitekim, kara surlarının bir kısmı bina restorasyonu tecrübesi ve anlayışıyla üstelik binalardada bile geçerliliği tartışmalı şekilde eksikleri tamamlanmaya çalışılarak müdahale edilince koyduğum fotoğraflardan da anlaşılacağı gibi o bölümlerden elimizde acemi tiyatro dekorundan başka şey kalmamış oldu.Yeri gelmişken değinmek istediğim bir konu da şu: Toplumun gündelik dil alışkanlık ve kıvraklığının genellikle devletin ve resmi söylemlerinkilerden çok daha gelişmişoluyor. Pratik ve sosyal yaşamla uyumlu olmasına alışmış olsak da iş, koruma pratiği konusuna gelince bu tersyüz oluyor. Kuşkusuz bazı ileri görüşlü  uzman ve yetkililerin müdahalesi ve mücadelesi sonucunda devletin yetkili kurumu adındaki “anıt” sözcüğünden kurtulup daha geniş alanı kapsayan “kültür varlığı” kavramını kullanır hale gelmişse de kimi zaman profesyonelleri de dahil  “anıtlar kurulu” denmeye devam edilmektedir. Hatta kestirmeden “Anıtlar” denip geçilmektedir. Kültür varlığı stoku içindeki ayrımcı bir tutumu baştan kabullenerek konuyu açmakla çağın resmi kurum ve söylemlerinin de çok uzağına düşmüş bu vurguda ısrar karşısında koruma geleneği olmayan bir toplumda bu sürçmenin anlaşılır olduğu gibi kestirme açıklamalara tenezzül etmeyeceğim ama edenlerin de devletin başka alanlarda göstermediği bir esnekliği burada nasıl gösterdiğini açıklayabileceklerini sanmıyorum. Zaten parantezdi geçelim…  “Ne olacak bu surların hali?” Artık alıştırdım, bizim master atölyesinde bu konu da çalışıldı. Hem de diplerindeki bostanlarla birlikte. Bostan konusu diğerleri kadar kolay değil. Sorunla ilk karşılaştığımda “Kentte tarımın işi ne?” sorusu benim de aklıma takılmıştı doğrusu. “İmar şart” yazımda da vurguladığım gibi, kent imar demektir ve özel olarak planlanıp boş bırakılmadıysa boşluk tanımaz. Tanıdığında da o boşluğun sahipleri bu kez spekülatif değerlere dayanamayıp kendileri doldururlar. İngiliz sinema yönetmeni Ken Loach’ın kentsel tasarruf konusunda, ekonomik alışveriş ve değişim değeri dışındaki he türlü değeri ve motivasyonu anlamsızlaştıran eğilimin küresel öncüsü “demir lady” M.Teatcher’in ölümü sonrası yaptığı veciz teklif hatırlanıyor ister-istemez: Cenaze ihaleye çıkarılıp en ucuz teklif verene kaldırtılsın. Evet surun dibi bostanlar hâlâ boş. Sahipleri kışkırtacak değer artışları da yok ortada. Onlar da yüzyıllardır sürdürülen işlerinden zaten memnun. Sanki başka işleri olamazmış gibi Teatcher’in ardcısı kamu yöneticileri giriyor o zaman devreye, mukadder zannettiklerini sabırsızca erkene almayı kamusal vazife belleyip girişiyorlar site yapmaya. Turfanda yemişin, bu devirde hâlâ domates gibi tadıp, kokan domatesin ne önemi olur yaratılan değeri ödeyip buraya taşınmaya gönüllü hali-vakti yerinde (A) gruplarının yanında. Devamı malum; yine sivil toplum, yine dayanışma, bizde master atölyesi sahibi Aslıhan Demirtaş, Sinan Omacan gibi konuyu akademik ortamlara taşıyıp tutunacak makul fikir, senaryo ve projelerin peşine düşen düşünce ve proje insanları. Boşa çıkmıyor çabaları. Ben de zaten geniş katılımlı atölye sunuşu tartışmalarından aldığım ilhamla açtım bu konuları. Bostanların bir bölümü de zaman içerisinde, sözkonusu boşluğu ile zaten otopark, site gibi dönüşümlerle kısmen de olsa spekülatif değere çevrilmiş durumda ve tam da yukarıda sözünü ettiğim, belediyeler Gezi’den ders almayı sıkışınca park yaparak işin içinden çıkma diye anladıklarından: “Park” yapmak üzere. İlk müdahalede, bostan alanı kısmen moloz ve toprak ile dolduruldu, herhangi bir başka müdahale yapılmayıp tam bir artık alana döndü.Bu müdahale olmamış olsa bostanların en iyi korunma şekli belki de işleyen makinayı bozmamak. Ancak, bugün geldiği noktada belediye hâlâ park yapmak da ısrarcı olunca ve olay da unutulunca, “Mimari ve peyzaj araçlarıyla nasıl bir strateji geliştirilebilir ?” ve “Hem park hem bostan nasıl olur?” sorularıyla işe koyuldular.Parça parça birbirine eşlik eden birçok nüanslı fikrin sonucunu şöyle özetlemek yanlış olmazdı sanırım: Bostanlarla eşleşmiş kara surlarının öncelikli problemi gözden ıraklık ya da ulaşılabilirlik, dolayısıyla ilk adımı proje taslağının ulaşım.3033Tamam da peki nereye? Önce hangi noktasına ulaşılmalı uzayıp giden duvarların? Uzayıp giden kara surlarının Marmara’yla buluştuğu noktada sur çokgen bir çember  çizip yine kendi üzerine kapanıyor ve deniz surlarıyla birlikte yarımadayı saran büyüğünün modeli küçük bir suriçi avlusu çıkıyor ortaya. Yedikule zindanları diye anılan bu  duvarla sarılı alanı bir istasyon gibi, insan terminali gibi kullanmak ulaşımdan sonraki adımı  fikrin.16İnsanlar, hemşehri veya turist, toplu veya tekil, önce rehberlik ve enformasyon servisi de alınabilen oraya ulaşacaklar sur ve bostan keşfine başlamak için. O boşluğun halesini zedelemeyecek hafiflikte bir binaya (grupta makul örneklerini üretmişler) Bizans araştırmaları merkezi yerleşecek. Kuleleriyle birlikte surları da kullanan sergiler, konferanslar, kütüphane olanakları vs. Altın Kapı ile birlikte düşünüldüğünde sadece surlarla bostanlara değil ideal bir İstanbul tarihi gezisine başlama noktası da  olacak bu avlu. Bir tür İstanbul’u keşfetmeye hazırlık yeri, kentin antresi gibi olacak. Miras listesi içindeki bu bölgeden beklentileri olanlar sadece kültür turlarına çoktan bu surboyunu da katmış Murat Belge misali İstanbul’un ve kürenin gezginleri, kaşifleri  değil, komşu mahallelerin de beklentisi var, rant da değil üstelik. Marmara kıyı bandını erişilmez bulup park istiyorlar çoluk-çocuklarına, oysa surun dibi bostanlarla dolu. Gezinti ve ufak duraklama alanları ile mevcut bostanları, bir üretken peyzaj olarak kendi yeşiline bakan, buradan ürün ve gelir üreten ve kaynağını boşa harcamayıp, kendini döndüren bir büyük bostan/park alanına dönüştürmek mümkün. O zaman çözüm bostan peyzajıyla rekreatif yeşili paralel iki hat gibi düşünüp sur boyu sürdürmek; bir diğer olasılık da bostanlarla rekreatif yeşili içiçe geçmiş bir  desen şeklinde tasarlamak. Bu önerilerden birinde bostanlararası hatlar, aralarında yürünen çukur gezi yollarına dönüştürülmüştü. Yeşil bant mahalleli kadar sur ve bostan keşfine çıkmış gezgine de hizmet edecek, surun kapılarından girilip çıkılacak, üzerinden yürünecek, kalınlığının içine sıkışmış hacimler keşfedilecek. Hatta toplamı 24 adet olan sur kapılarını da bostanlarla parklar arasında dolanılırken girip –çıkılan birer deneyim alanına dönüştüren bu zikzak güzergâhı sur derinliği ve üzeriyle birlikte bir rota olarak yorumlayan bir çözüm de vardı.342718281735363738Belgrad Ormanı yeşilinin Pazar sabahı çekiciliğine rakip olmaz mı? Koca metropolde ve koskoca kürede yeterince ehli keyif olduğunu varsaymak kaf dağı ardının işi olmasa gerek. Üretimi/yapımı ve tüketimi/kullanımıyla da pekâlâ da gerçekçi bir proje. Kapalı site kadar demir ve çimento bile istemez hem de. Ucuzuna proje… Gezi’ye cansiperane sahip çıkan binler, varolanı savunurken bir de bu türden olmayanı isteseler fena mı olur? Siyaset denen şey AKP ya da XYP karşıtlığı yerine böyle bir somutluğun özlenmesi ve dile gelmesi olsa kim kaybeder? Tweetter’da Halil Berktay’a avlanan ırkçılık sınırı bile kesmemiş Nazi artıkları dışında bu siyasi taraf yerine mecra değişiminden kim kaybeder? Üstelik bu bostandan imarlı arsa türetmenin kent kültürüne malolmuş örneği de yok değil, çok uzaklara ve eskilere gitmek gerekiyor: Ta Londra’ya ve 1600’lere kadar ve hatta günümüz Londra’sının hala en enerjik ve otantik kamu alanı sayacağım Covent Garden’a odaklanmak da  gerekiyor. 1666 yangınıyla kül oluyor, Roma kolonisini temel yapmış Ortaçağ Londra’sı. Beklenenin aksine sınıfsal güçler dengesinin de cilvesiyle Wren’in zamane planınyla inşa edilemeyince yeniden başa dönülüyor ve ortaçağ usulü teker-teker ve yavaş-yavaş başlanıyor yapılmaya o zaman da meydana yer kalmamış, ama yeniden inşa edilmekte olan kentin göbeğinde saray mülkü bir bostan kalmış. Sarayın turfanda lüksü için kullanıyorlardı herhalde. Londra o zamanlar canlı Akdeniz medeniyetinin tersinde kalmış, sanayi kapitalizmiyle mallar gidip gelmiş ama rönesans, kültür vs.   öyle onları hemen izlemeyebiliyor. Bu planı uygulayamamış olmak öte yandan da Londra’nın şansı olmuş; uygulasa zamanın barok düzenli kentlerinden biri olacakken yeniden-inşayı ve yoğunluğu, yangın tehlikesine karşı imar normları ile sürdürürken koydukları ve sonra da uydukları kurallar kıta Avrupası üzerinden bize  gelmiş ve hâlâ geçerli olacak denli yaygın ve dayanıklı olmuşlardır. Böylelikle Londra kent planlamanın değil, para ve siyasi güçten ziyade istikrarla gerçekleşebilecek imar disiplininin öncüsü olmuştur.İnigo Jones spekülasyon kadar Akdeniz kültürünün de mucidi, misyoneri oluyor ve inşa edilmekte olan kentin ortasındaki bu kraliyet bostanına modern tarihin bilinen ilk spekülatif site projesini yapıp gerçekleştiriyor. Proje her bakımdan şimdikilerin öncüsü; hâlâ revaçta olan iki koz kullanıyor, birincisi “marka” yaratıp herkesin gözüne gomme2sokmak, öbürü de moda olacak stilistik hamle yapmak, yani içerik yeniliği biçimle de pekiştirmek. İçerik “farkını” iki şeyle birden yakalıyor bu ilk spekülatör, kiralayacağı binaları boşluğun çeperlerine yaslayıp ortayı boş bırakıyor. Böylece speküle edeceği binalar bu boşluksuz kentin yegane meydanı olacağı besbelli bir boşluğun kıyısında olma avantajıyla başlıyorlar yaşamlarına. İşte alfabe yalınlığıyla “rant budur!”, yoksa irili- ufaklı her türlü avantaj/menfaat kırıntısı değil. Bununla yetinmeyip bir de anıtsal kilise konduruyor ortasına yerleşmenin, böylece binaları sadece kentin ana meydanının değil, özenle yapılmış son kilisesinin de dibinde oluyor. İçerik yetmez demiştim, biçimle de pekişmeli, ki onu da İtalyan rönesansından ithal ediyor. Sadece Hıristiyanlığın politeizm çağrışımı nedeniyle uzağında tuttuğu Roma, Grek referanslı anıtsal kilisenin stilistik kurgusu ile değil, sıradan kenar binalarının da neoklasisizmi kadar Londra’nın güneşe hasret kültürüne yabancı zemin kat gölgeliği arkadlar zincirleme dizilişleriyle de yepyeni ithal bir şekil bu Londra için. “Marka”nın ikinci şiarı moda da artık kapısında işin. Adet olacağı üzere sosyal statüsü en yukardakilerden aşağı doğru yayılacak bu yeni zevkin grameri ve dağarcığına angajman. Altın vuruş bu olsa gerek, tek hamleyle mali ve kültürel boyutlarıyla birkaç yüzyılın modernleşme fitilini ateşleyiverdi.192022

Ama heveslenilmesin, buradan surdibinin bostanları yerine site yapmaya kalkanların lehine bir tarihsel meşruiyet çıkmaz. Onlar gelişmiş biz geri olduğumuz için de değil, bugün bizi yönetenlerin yaptıklarıyla o zaman olup bitenleri kıyaslayacaksak  o kıyaslanacaklar Covent Garden ile Yedikule’nin sitesi değil, parkıyla birlikte kentin başlıca meydanı iken şehirlerarası otoyol kavşağına çevrilmiş Taksim ile son dönemde içinde yer aldığı Ortaçağ çekirdeği City’i de ciddi tahribata uğratmış ikon bina tasallutunu da savuşturmanın güveniyle de donanmış olarak yüzyıllardır sapasağlam ayakta duran Covent Garden boşluğu olurdu herhalde.

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik