[19-20 Ağustos 2019] Uzun dünya tahlillerimi sürdürmek içimden gelmedi bir Pazartesi sabahı. Gözümü açtım; oldukça planlı olduğu anlaşılan bir operasyonla Van, Mardin ve Diyarbakır belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyım atandığını öğrendim. Biraz internette dolaştım, ilk yorumlara baktım. Efendim, “bölgede HDP belediyeciliği değil PKK belediyeciliği var”mış. “HDP’li belediyelerdeki zulmün son bulmasına en çok şehit yakınları sevin”miş (ekranlarda alkışlayan “bölge halkı”nı görüyoruz). Bir başkasına göre, “o bölgede sandıktan çıkanı irade olarak görmemek gerekiyor”muş. “Oradaki cahil halkımız korkuyla oy ver”miş. Şu hale bakar mısınız: AK Parti iktidarının savunusu, “halk için halka rağmen”ci Tek Parti zihniyetinin ideolojisiyle çıkageliyor. Bir zamanlar “göbeğini kaşıyan adamlar [Türkler]” AKP’ye oy verdi dendiğinde, Beyaz Türk ırkçılığına hep birlikte kızıp köpürürdük. “Dağdaki çobanla benim oyum bir mi olacak” diyen şarkıcılarla dalga geçerdik. Döndük dolaştık; şimdi “oradaki cahil halkımız”ın [Kürtlerin] sandıktan çıkan iradesini irade saymamak gerektiğini öğreniyoruz.
Pazartesi sabahı mazoşist eğilimlerim bu kadarıyla tatmin olmadı anlaşılan; üzerine bir de Alper Görmüş’ü okudum – OYAK’ın British Steel’i satın alma girişimi vesilesiyle, TSK’de Kemalist komuta hiyerarşisinin tamamen yerli yerinde olduğu ve AKP’nin de bu yapıyla işbirliğini kabullendiğine dair. Nihayet bir de Yıldıray Oğur’un Bazıları devlet sever’ini okudum, bu sefer AK Parti’nin tarihi sürekli yeniden yazma ve tahrif etme çabalarını anlatan. Osman Paksüt, Serruh Kaleli, Serdar Özgüldür… kimmiş, biliyor musunuz? Geçmişte Sabih Kanadoğlu’nun icat ettiği 367 oy “nitelikli çoğunluk” maskaralığını desteklemiş, türban yasağının kaldırılmasına karşı çıkmış hattâ AKP’nin kapatılmasının bile lehinde tavır almış eski veya halen de aktif bazı AYM üyeleri. Peki, Metin Feyzioğlu’nu hatırlıyor musunuz? Hani şu, 2014 Adli Yılın Açılışı töreninde inanılmaz bir skandala imza atan; Atatürkçü devirmeciliğin müşahhas, müşekkel hali; Barolar Birliği Başkanı sıfatıyla çıktığı kürsüden bir türlü inmeyen, her türlü protokol ve nezaket sınırını aşıp uzattıkça uzatan ve hiç alâkası olmadığı halde doğrudan hükümete siyasî saldırıya geçen, sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’la karşılıklı bağrışmaya başlayan kişi. Peki bu dört zâtın arasındaki ortak nokta nedir? Halen hepsi, hak ve özgürlükleri sınırlama çabasında iktidarın gözde müttefiklerine dönüşmüş bulunuyor. Tesadüf sanmayasınız diye, bir de Haşim Kılıç’a reva görülen muameleyi anlatmış Yıldıray Oğur. AYM eski başkanı Kılıç, 2002, 2007 ve 2008 kararlarında hep demokrasinin yanında ve dolayısıyla vesayet rejiminin dayatmalarına karşı tavır almış. Hepsinde muhalefet şerhi var, kâh Erdoğan’ın siyasî hakları, kâh kadınların başlarını örtme özgürlüğü lehinde. Hele 2008’deki AKP’yi kapattırma dâvâsında, dâvânın esastan reddi yönünde oy kullanan ve görüş bildiren tek üye. Gelgelelim, AKP iktidarının bugünkü halinin yanında durmuyor — aynı demokratik ölçüt ve ilkeleri açısından. Dolayısıyla kötü kişi; AK Parti’nin 18. kuruluş yıldönümü videolarında, 2008’deki kapatma dâvâsından sorumluymuş gibi gösterilmek isteniyor.
Hayır, doğrusu çok şaşarak değil, çünkü artık alıştım, hazırlıklıyım, ama gene de irkilerek bakıyorum. Burada (a) bir tarih sorunu var, (b) bir de AYM. Tarihin tahrifi derseniz… zaten her yanımızda. Tek ölçüt, tek değişmez var: Cumhurbaşkanı Erdoğan her zaman doğru ve sadece o doğru olmuş olacak (aynen Mustafa Kemal gibi Nutuk’ta). Başka herkes yanılabilir, bocalayabilir, dâvâyı terkedebilir. Yalnız Erdoğan kaya gibi sağlam duracak; hattâ tarihin farklı dönemlerinde yaşamış, sağ-muhafazakâr kesim açısından makbul başka kişiler de kendi çağlarında aynen Erdoğan gibi davranmış olacak. Kendi tarihselliklerinden arındırılıp üzerlerine birer Erdoğan kişiliği giydirilecek. Âşikâr ki burada bir güncel siyaset öznesi olarak Erdoğan’ı değil, ondan üretilmek istenen tarih malzemesini tartışıyorum. Ve şimdi farkediyorum ki, aslında bu da bir tür “temize çekme” işlemi. Geçen hafta Haber Global’de Emre Dorman’ın bir Bayram Özel programında söyledim: tarihsel eserleri çoğu zaman otantikliğine harfiyyen riayet ederek korumak yerine, o hallerini beğenmeyip (yeterince turistik bulmayıp?) “temizliyor” veya “temize çekiyoruz” nedense. Sanki önümüzde kargacık burgacık, kenarları yer yer yırtık bir öğrenci ödevi var da, yeni bir hattata yazdırıyor ve sonra kenarlarına da ilkokul tarzı çiçek böcek resimleri yapıyoruz.
İktidar medyasının tarihsel kişi ve olaylara bakışı da buna benziyor. Lâfta ne kadar yüceltseler de, her yere portrelerini assalar da, kâh gerçek Abdülhamid’i, kâh gerçek Adnan Menderes’i çok yeterli bulmuyorlar aslında. İdeal, hattâ fantastik kahramanlar arıyor; daha büyük ve daha cesur ve daha azametli ve daha mücadeleci… olmuş olsun istiyorlar. Çare basit: Menderes’i de Erdoğanlaştırıyorlar, II. Abdülhamid’i de. Meselâ bundan iki küsur yıl önce, aHaber 27 Mayıs 2016’da bir Menderes ve 27 Mayıs sözde-belgeseli yayınladı. Tipik örneğiydi bu yaklaşımın. Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün Amerika’ya direniyor ve dış baskılara boyun eğmiyor ya. 1950’lerde de güya Adnan Menderes ve diğer DP liderleri aynı çizgideydi, bu kurguya göre. İnönü güya Amerikancıydı (Celâl Bayar’ın ABD gezisi dönüşü sarfettiği “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” lâfını bile İnönü’ye söyletebilmişti yapımcılar) ama Menderes ve sair Demokrat Partililer aynen Erdoğan’ınki gibi bir anti-emperyalizmi temsil ediyordu. Tıpkı yukarıda yazdığım gibi, “temize çekilmiş” bir Menderes’ti bu. Vakti zamanında peşpeşe on yazı yazıp etraflıca eleştirdim, o bir saate dakikada 3 hatâ üzerinden sığdırılmış bu ve benzeri bütün çarpıtmaları (bkz Serbestiyet, 28 Mayıs – 1 Temmuz 2016). Sonucu kolayca tahmin edebilirsiniz: hiçbir şeyi düzeltmedikleri gibi, doğruyu söyleyen ben kara listeye alındım; o gün bugündür Turkuvaz Medya’da, hattâ Tercih Dönemi üniversite tanıtımlarına bile çıkarılmıyorum. Tastamam böyle; üniversitem paralı yayına beni yollamak istediğinde dahi kabul etmiyor, başkasını istiyorlar. Kesinlikle şikâyetçi değilim, sadece hayli komik buluyorum.
Öte yandan, TRT’nin Abdülhamid dizisine de aynı yaklaşım hâkim. II. Abdülhamid kuşkuculuğuyla, ufak tefekliğiyle, ihtiyatlılığıyla, hiçbir bakımdan radikal olmaması ve davranmamasıyla, sadece dünya görüşü değil kişisel davranışları itibariyle de kelimenin tam anlamıyla “muhafazakâr” olmasıyla ünlüydü. Büyük Devletlerle asla cepheden kavga etmiyor, Sefaretleri birbirleriyle dengelemeye çalışıyordu. Başka şansı yoktu imparatorluğun. Gelgelelim TRT’nin dizisinde bu ölçülü, ağırbaşlı ve müdebbir şahsiyetten eser kalmamış. Gerçek, tarihsel Abdülhamid gitmiş; yerine heybetli, boylu poslu, hayli kavgacı, yerine göre kızıp bağıran bambaşka biri gelmiş. Yani işte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kitleler nezdinde de sempatik ve popüler kılan “Kasımpaşalı” özellikleri giydirilmiş, Abdülhamid’in üzerine. Bir episodda sultan tokat bile atıyor İngiliz elçisine. Diplomaside böyle şeylerin yeri olmadığını da geçtim, bunu önce uydurup sonra “örnek” diye sunmanın yakışıksızlığını da. Sırf tarihsel gerçekçilik açısından bir düşünün, 19. yüzyıl sonları veya 20. yüzyıl başlarında Büyük Britanya büyükelçisi böyle bir muameleye maruz kalsa, ne olurdu karşılığı? Rus Çarlığı dahi önleyebilir miydi Londra’nın reaksiyonunu? Çocuklarımıza böyle mi öğreteceğiz, bilimsel bir araştırma alanı olarak tarihi ve tarihçiliği? Fakat geçtim; bu dizide tarihin “güncellenmesi” ve Abdülhamid’in “Erdoğanlaştırılması,” son haftalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AKP’den ayrılan güncel rakip ve hasımlarına düşmanca referansların dahi oraya buraya serpiştirilmesine yansıyor.
İşin AYM faslına gelince… bunun, son haftaların başka bazı olaylarıyla birleşmemesi imkânsız. 1128’ler dilekçesini imzaladıkları için yargılananların ifade hak ve özgürlüğünün ihlâl edildiğine dair AYM kararı, iktidar medyasında öfkeyle karşılandı. 8-8 beraberliği bozan tâyin edici oyu kullandı diye, özellikle Başkan Zühtü Arslan şiddetli hücumlara hedef oldu. Mahkeme kararı terörü desteklemekle bir tutuldu. Başlı başına bu, çok net bir çarpıtmaydı. Ama alternatif bir “1071 veya 1069 veya 1066 öğretim üyesi” bildirisinde bile ısrarla tekrarlandı. Onunla da kalmadı; üniversiteler peşpeşe AYM’yi kınama bildirileri yayınlamaya başladı. Sevkedildi, diyelim. Türkiye’de bu işler asla işaretsiz olmaz. Ne hazin. 2002’den sonra, AK Parti ne zaman ileri ve demokratik bir adım atacak olsa — dönemin YÖK başkanlarını hatırlayalım: Kemal Gürüz 1995-2003, Erdoğan Teziç 2003-2007 — o zaman vesayetin tam emrindeki ÜAK (Üniversiteler Arası Kurul) alelacele toplanır ve kâh Kürt açılımına karşı çıkar, kâh Ermeni konferansını kınar, kâh Kıbrıs’ta çözüm olmasın diye Denktaş’a arka çıkardı. Şimdi ise AKP iktidarına şu veya bu şekilde destek verme yükümlülüğü üniversitelere yıkılıyor. Kimse de durun demiyor, üniversiteleri araçsallaştırmayın bu şekilde. Güncel politikaya âlet etmeyin. Sonra saygınlıkları kalmaz. Bunlar nötr ve özgür kalması gereken bilim yuvalarıdır. Böyle olması hepimizin, toplumun, Türkiye’nin uzun vâdeli çıkarınadır. Uzun vâde mi dediniz? Nedir o, gelecek hafta mı? Özgürlük mü dediniz? Yok canım. Aslolan devlete sadakattir. Bu devlete sadakat ibaresi, AYM’de karar aleyhine oy kullanan bazı yargıçların muhalefet şerhlerinden, üniversitelerin AYM’yi kınama deklarasyonlarına uzanıyor. Tabii geriye, devlete sadakat şiarının gölgesinde nasıl özgür bilim yapılacağı kalıyor.
Bunları hep içime atmıştım; yazacaktım önümüzdeki haftalarda. Şu belediye başkanları ve AKP’nin 18. yıl kutlama videoları olmasaydı. Tuhaf zamanlar. Bir şeyin içinde yaşıyoruz ama neyin içinde yaşıyoruz; bu içinde yaşadığımıza ne denir, bilemiyorum doğrusu.