Otel deyince benim aklıma, ikametgâh ilmühaberi olarak “ah o otel odaları” ve dörtduvar yalnızlık geliyor.
Tatil, iş seyahati, “Boğaziçi şıngır mıngır” kaçamaklar filan gelmiyor, zira aklımı öyle değil böyle gelmesine alıştırdım. Artık ne (hisse)dersem onu yapıyor.
Tatil zaten gelmezdi, onlar otel değil tatil köyceğizi. Yalnızlığı ekstra “her şey dâhil”, sosyal/asosyal, yatay/dikey, oda/konut dizini. Orada yalnızlığı başarsan bile, o “otel” ve yalnızlık benim ulvî tanımıma uymadığı için tasnif dışı. Kalabalık yalnızlıklar başka “hotel”lerin lobisi/hobisi/fobisi.
Evvet yalnızlık hobi de olabiliyor, fobi de… Ne şirin, ne kullanışlı.
Niyetim, Edip Cansever’in Oteller Kenti kitabının ilk bölümüne başlık olarak yerleştirdiği “Otel Oteli”ne uğramak.
Öyle yalnız, öyle metrûk ki o otel, adı bile yok yalnızlığından diyebilirim. Yahut bir şeyin ne’sine, nasılına, tarifine zorlandığında verdiğin o absürd cevap gibi: “Otel oteli işte…” Caddeden otobüs, kamyon geçince camları tıngırdayan Anayurt Oteli’nin adını her titremede yitirmişi. Bir nevi manasının hükmü kalmadığı için, adı da kütükten/tabeladan düşen İtimat Oteli.
Van Gogh’un odasının mahallîsi
Olsun… Otel otelleri daha hikâyeli, daha filmatik. Komodinin üstündeki sararmış, kalın camlı sürahinin ağzına içe dönük kapanan Paşabahçe Palaks… Karyolanın başucunda takvimden çerçevelenmiş eski bir manzara, yanındaki çividen sallanan havlu… Duvarda bir askılık… Titrek iki iskemle, bir de masa. Hâlâ “Bi göreyim” diyorsanız, Van Gogh’un odasının mahallîsi.
Necip Fazıl’ın dizeleriyle detaylandırırsak, “Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış, /Küflü aynalarında, küflü aynalarında. /Atılan elbiseler, boğazlanmış bir adam, /Kırık masalarında, kırık masalarında. /Bir sırrı sürüklüyor, terlikler tıpır tıpır, /İzbe sofalarında, izbe sofalarında. /Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere, /Otel odalarında, otel odalarında.”
Tüm var’lığı bir valize, oradan bir otel odasına, yalnızlığın koridorlarına sığ(ın)an insanlar onlar. Otel insanları…
Müzmin bekâr Yahya Kemal de öyle gibi ama ikametgâhı Ayazpaşa’daki Park Otel, denize nazır tefrişatı, yıldızlı geceleriyle yalnızlığa rütbe takıyor. Ama onun da ölünce ardında bıraktığı “hususi eşya”ları iki bavul. Valizde taşınan hayat, otel insanlarını tanımanın ilk adımıdır.
Benim muhayyilemdeki otellerin dili olup da konuşanını, yazılarımda üç haftadır kıyısından ayrılamadığım Edip Cansever’de buluyorum. Onun otellerine yalpalarken, Murathan Mungan’ın sözlerini sesiyle hissiyatıma uygun “acıklandıran” Gülden Karaböcek’le selamlaşmazsam olmaz: “Ah otel odaları, otel odaları /Yalnızlığın mezarları /Sürgünlerin, gurbetlerin diyarı”.
Salâh Birsel ise “Kediler”de, Edip Cansever’in 1985’de yayınlanan “Oteller Kenti” kitabındaki “Sera Oteli” şiirinin, şairin kendi portresi olduğu düşüncesinde. “Edip’e göre dünya koskoca, uçsuz bucaksız, aynak oynak bir oteldir. İnsanlar da oteldir. Bir otel odasında, odanın soluk alıp verişine yüreklerini uydurmuşlardır. İki kişiyseler karşılıklı oturuyorlardır. Çünkü herkes, herkes gibi karşılıklıdır. Şairimiz de bu otelin terasındadır.”
Bir oteldik hepimiz öylece kaldık
Girelim içeri… Yalnızlığın çift hâlini de görmek lazım. Sürekli kar yağan “karışık bir akşamüstü”, bir otel odasında karşılıklı oturuyorlar. Sera Oteli’nde… “Karşımda oturuyordun, hemen karşımda. Çok uzun bir yolculuktan yeni dönmüştün. Yani kendinin bir o kadar uzağına düşmekten… Merdivenden bir iniş gibiydi yüzün. Ama sevgiyle doluydun her zamanki gibi, beni de aşan bir sevgiyle. Oysa sevmek belirsizlikti benim için. (…) Çok gerekli bir şeyi ararken, ararken dalıp gittiğimiz olur ya bazen bir buluta, duvardaki bir çatlağa, ne bileyim işte, bir güvercinin boşluğu bir cennet gibi oymasına. Tam böyle mi bulurdum seni? Bulamaz mıydım yoksa? Çok sevmek sevmemenin içgüdüsel bir çılgınlığı mıydı acaba? ”
Çıkıp yürüyor, pastaneyi, bir iki bahçe duvarını, mezarlığı, Terzi Abidin gibi bir şeyleri, geçiyor. Giriyor, kıyıdaki kapısı çıngıraklı lokantaya… İçeriye, babasının kırık masasını, annesinin sırları dökülmüş aynasını hatırlatan tefrişata bakıyor… Camın önündeki masaya oturuyor. Ortalığı toplayan yaşlı garsondan votka istiyor. Bir şey söyleyecek gibi garson ama vaz geçiyor. Yürüyor, yürüyor… Dönüyor az sonra: “Votka mı?”… “Evet, limonlu, sodalı”… “Limonlu, sodalı…” diye tekrarlıyor garson, gidiyor, biraz bakınıyor, dönüyor: “Votka kalmamış, cin var”. Lokanta lokantasında niyet öyle olmasa da kısmet öyle işte.
Sonra dönüyor otele: “Bayraklar, bayraklar, bayraklar /(…) Her durumun bir bayrağı vardı /Sözgelimi unutulmanın bayrağı /Sevişmelerin bayrağı /Bayrakların bile bayrağı vardı”.
Bir bayrak da ona veriyorlar. “Dışarı çıkmadık, çünkü hep dışardaydık /İçeri girmedik, çünkü hep içerdeydik /Bir oteldik ki hepimiz /Öylece otel kaldık.”
Öylece otel kalıyor; “girmeler, çıkmalar, uzanıp yatmalar büyüyordu odalarda / otelci duruyordu, karısı duruyordu, çocuklar durmuştular”… Otel kâtibi desen zaten “eskiyim, renksizim, kimsesizim”… Gelip geçenlerin de, gelip geçen yahut hiç gelmeyip de geçen hayatın da imgesi o oteller. Uzanıyor otel oteline insan, sonra da yatıyor.
Cenaze kaldırıcısı Adem diyor ya: “Ve otel müşterileri, onlar /En inandırıcı ölülerimdir benim /Her biri ölümü her gün yeniden yaşar /Camlara yapıştırılmış yüzler gibi. /Ne de olsa herkes biraz ölüdür / Otel müşterileri en önde gelir / Kendileri soyar kendilerini kendileri giydirir / Büyük kentlerin büyük tabutlarıdır oteller”.
Antonioni’nin tenis topu nerede?
Duruyor zaman, duruyor duvara asılı tüm manzaralar, hava bile odada asılı kalıyor. “Otel Oteli”ndeki, “Tenis Topu” –şiirindeki- gibi.
Birkaç dizesiyle anlatmaya çalışayım… Bir otelin arka bahçesindeki “bir tenis kortunun yaşlı yorgun anısı”… Otlar bürümüş üstünü… O silinmiş, bomboş kortta anılardan duyulan “bir yengi, bir yenilgi çığlığı”. Ve “Boşluğa takılmış bir tenis topu /(…) Takılmış boşluğa ve zamansızlığa /Öylece kalmış. ” Otel otelinde her şey durmuş, anılardan gelip de öylece asılı kalan tenis topu bile. Durmuş…
Hadi filmini çekelim bu olağanüstü sahnenin diyeceğim ama Cansever’in anlattığı “seyircili tenis maçı”nın çekilmişi var. Yabancılaşmanın, iletişimsizliğin de yönetmeni Michelangelo Antonioni’nin 1966 yapımı “Blow Up” filminin final sahnesi; Bir cipe balık istifi doluşan 15-20 pantomim sanatçısı yolun kenarındaki boş tenis kortunu görünce durur, aşağı iner. İkisi topsuz-raketsiz tenis oynamaya başlar. Ama her vuruşta top sesi duyulur. (Öyle bir “gerçekliği” vardır ki kulak öyle duyar) Diğer –seyirci- pantomim sanatçıları da heyecanla, “bir yengi, bir yenilgi çığlıkları”yla tenis maçındaki arkadaşlarını izler. Filmin kahramanı da ilgiyle seyreder onları. Bakar, bakar, o “gerçekliğe” girer, tenisçilerin varolmayan topları kortun tel çitini aşınca, “top”u bulur, fiyakalı hareketlerle onlara atar… O gerçekliğin içindedir artık.
Doğrudan bir kaynağa ulaşamadım ama yeminle(n) söylemeliyim… Cansever o filmi mutlaka seyretmiş ve tenis sahnesini yaklaşık 20 yıl sonra yayınlanan “Tenis Topu” şiirine harikulâde tarzıyla almış olmalı. Aslında elimde bence başka kaynak gerektirmeyen, esaslı bir ipucu da var: Tomris Uyar’ın en sevdiği rejisör Michelangelo Antonioni… (Gül Ersoy söyleşisi, 1999) İpucunun yanına da bir peçeteye yazdığı rivayet edilen o yalnız mısrayı koyayım: “Tomris rakıyı çok severdi, bense onu…” Keşke filmi birlikte seyretmiş olsalar; solda Turgut, ortada Tomris, sağda Edip. Çıkışta lokanta lokantası; votka yok ama cin var.
Otel Oteli kendi gerçekliğine alıyor insanı… Sır gerçekliğine. Ayrılıyoruz otelden… Anahtarı Zebercet’e teslim ederken onun ağır, pirinç tokmağı, yaşadığımız “an terazisi”nin şâkulü gibi sallanıyor elimizde. Tam ayakların yerden kesilip hafifçe yükselecekken, anahtar ağır geliyor.
Ne desem, ne söylesem şimdi.
“Bir otel de sizin adınız.”
YAZI FOTOĞRAFI: Yahya Kemal Beyatlı, Park Otel.