AK Parti iktidarının ilk dönemi bir arayış dönemidir: Çoğunluğu İslami ve/veya muhafazakar orijinli siyasetçilerden oluşan ekip; militarist, devletçi egemen söyleme karşı çevrenin sesi olma iddiasıyla ortaya çıktı. “Laik”, “sol”, “demokrat” ve “liberal” olarak tanımlanan bir grup aydın da toplumda yeni bir uzlaşmanın oluşması ihtimalini önemsiyordu. Üniversitelerin kapısında başörtülü öğrenciler desteklendi.
Askerin, bürokrasinin yasakçı, dışlayıcı, üstten bakan söylemiyle mücadele edildi. Hem toplumun yarısı hem de bir kesim aydın, bütün bunların arkasında durdu. 2002’de başlayan değişim, 2010’ların başlarına kadar, iniş-çıkışlarla da olsa devam edebildi. Ancak 17-25 Aralık (2013) operasyonları ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi siyasetin kimyasını bozdu.
2010 referandumunda kabul edilen HSYK yapısı tamamen değişti. “Sorunları uzlaşı ve demokrasi temelinde çözme” arayışının yerine, “güvenlikçi kültür” öne çıktı. Güvenlikçi kültür, özellikle medyaya damga vurdu. Yani bir anlamda başladığımız yere geri döndük: Devletçi, milliyetçi, hatta militarist denilebilecek fabrika ayarlarına…
Ne kazandık ne kaybettik?
Türkiye’nin bu uzun yolculukta kazanım ve kayıpları oldu: Dindar muhafazakar kesim sahneye çıktı. Çevredekiler merkeze geldi. Eskiden devletle çok barışık olmayan kesimler, hayatın faal unsuruna dönüştü.
Ama laiklerle dindarlar arasında, umulan oranda uzlaşma gerçekleşmedi, iletişim kanalları umulan oranda açılmadı. Kimlikler üstünden kutuplaşma arttı. Bununla birlikte, şu anki ana eğilim, laik-dindar çekişmesinin tırmanmasından yana değil. Son dönemde, bir yandan kimlik siyaseti pompalanırken, tam tersini savunan kişilerin de ilgi gördüğü, hatta yükselişe geçtiği söylenebilir.
Köklü bir demokrasiye ulaşamamanın belki de en büyük sebebi, siyasi kültürümüz. Siyasetçiler kimi zaman kutuplaştırmayı bir yönetim tarzı olarak görebiliyor. Ancak her gerilim, her iç çatışma, ekonomiyi sarstığı gibi demokratik değerlerden de uzaklaşmaya neden oluyor. Ve böylece ilerleme şansını yakalayamıyoruz.