“Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.”
Ölümün o karmaşık hissini bu basitlikte anlatan şair Cemal Süreya, sadece bu iki dizesiyle bile, Türkçenin en büyük şairlerinden biri olmayı hak eder. Üstelik, bu iki cümleyi çok manâlı bulmak için iyi bir şiir okuyucusu olmamız bile gerekmez. Ölüm hakkında birkaç saniye düşünüp, bir iç çekmek yeter…
Malûm, “trajik akıl” ile diğer canlılardan ayrılıyoruz. Ölümlü olduğumuzu bildiğimiz hâlde, bu bilgiyi her bir hücremizde her an taşıdığımız hâlde, hayata hâkim olmaya çalışan trajik insanlarız hepimiz. Bu trajik bilgi ya da bunu aşmaya çabalarken yaptıklarımız, ama, bizi insan kılan, diğer canlılardan ayıran belki de en önemli faktörler. Felsefenin bir “hakikat sevgisi” olarak ortaya çıkmasının yapı taşlarından biri bu acayip hakikati anlamlandırma çabası. Sadece felsefede değil, bütün dinlerde de cevap aranan en önemli sorular bunlar: Ölümle biten bir hayatı nasıl yaşamalıyız? Ölümü nasıl anlamalıyız? Sevdiklerimizin ölümüne nasıl dayanabiliriz? Ölümü aklımızdan çıkarmalı mıyız?
Bu sorulara cevap vermeye kalkışmak gibi bir iddiada bulunmak mümkün değil tabii. Ama bu cevaplara dair ipuçlarını birer fısıltı halinde aktaranlara kulak kesilmek mümkün. Bu büyük soruların nadiren sezebildiğimiz cevapları, bize ölümün hayatın içine nasıl yavaş yavaş yerleştiğini gösteriyor. Hayatın içinde ölüm varsa eğer, trajik aklımızın gürültüsünün bir nebze olsa azalması da ihtimal dahilinde.
Adalet Ağaoğlu’nun bu yıl Mayıs ayında İstanbul Life’a verdiği Çınar Oskay imzalı söyleşiyi ölümünden hemen sonra Serbestiyet’te okudum. Önce yaşına göre fiziken iyi olduğunu söylüyor, sonrasında canının ne kadar sıkıldığını anlatıyor ve bence ölüm/hayat çıkmazındaki esas konusuna götürüyor bizi:
“Bir yazar, bir mühendisle 64 yıl oturur mu? Halim’le oturulur. Biz onunla çok yakın dosttuk. Evlilik mekanizmasını alt üst ettik. Benim yarım gitti. Halim gittiğinden beri yarım insanım. Yarımım. Bütün değilim, bunu bilin. Onun için şimdi hem yarımım, o yok, hem de gördüğüm şeyler hep ölüm kıyım üstüne…”
“Yardımcım sürekli benimle. Ölemiyorum bile biliyor musun? Öyle bir şansım yok. Sürekli başımda. Bu kadar uzun yaşamak istemedim. Niye yaşayayım? Yaşadığımı yaşadım zaten…”
Bence, Adalet Hanım ölümün, ölüm anından çok önce başladığını anlatıyor bu sözlerle, eşini kaybettiğinde ölüm yolunun önemli bir kısmını yürüyüp geçtiğini anlıyoruz.
Aynı yolda yürürken kendi ölümünden bir yıl kadar önce esprili bir ölüm ilânı yazmıştı Halim Ağaoğlu. “Ben öldüm” diye başlayan, “Allah rahmet eylesin” diyeceklere, şimdiden “Eyvallah” deme tatlı cüretini gösteren, tabii en çok da, hayatın içinden ölüme göz kırpan bir ölüm ilânı…
Adalet Hanımın eşinin ölümünden sonraki hayatı büyük ölçüde değişmiş, hayat dediği şeylerden mecburen ya da bile isteye uzak kalmış. Günlük minik intiharlar… Gündelik hayatın içinde hayattan çok ölümün rol aldığı vakitler…
Bu düşüncelerin içinde gezinirken, birkaç gün sonra Huysuz Virjin’in ölüm haberi geldi. Zamane insanı ne yaparsa onu yaptım. Bu ölümün bendeki derin ama ne olduğunu anlamakta zorlandığım izlerini anlamak için hayattayken söylediklerine ve yaptıklarına bir kez daha göz attım. 2014 yılında Nazlı Ilıcak’a verdiği röportaj düştü önüme.
Bu söyleşide, Nazlı Ilıcak’ın “Birikiminizi acaba daha sonra birilerine bağışlayacak mısınız?” sorusuna şöyle cevap veriyor Huysuz Virjin:
“Bağışladım efendim. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine bankadaki paramı ve evimi bağışladım. Belki faydam olur diye söylüyorum. Öldüğüm zaman vücudumu toprağın altına koyacaklar, üstünü toprakla kapatacaklar. Hayır. Ben vücudumu… (birkaç saniyelik göz kaçırılan, uzaklara bakılan bir boşluktan, Nazlı Ilıcak’ın şefkatli bir temasından sonra) kadavra olarak kullanılmak üzere bağışladım. Ben öldükten sonra da tıp okuyan arkadaşlarıma, çocuklarıma bir faydam olsun diye vücudumu da bağışladım.”
Yukarıda parantez içinde bahsettiğim o birkaç saniye, tıpkı Adalet Hanımın, eşinin ardından hayatının yarım kalacak kadar eksildiğini ifade eden sözleri gibi, trajik aklın sustuğu, bize, ölüm hakkında pek bir bilgi vermese bile, hayat hakkında çok şey söyleyen mimiklerden oluşuyor. Suskun anlar… Ölümün varlığının kabullenildiği ve soğukkanlılıkla karşılandığı anlar… Yeniden Cemal Süreya’ya dönersek, hakkı verilerek yaşanmış bir ömrün ardından “Üstü kalsın” deme fiyakasının yapılabildiği anlar…
Bu sözler, bu mimikler sadece kitaplardan ya da ekrandan tanıdığımız bu kişilerin hayatımızda kapladığı yerin derinliğini fark etmemizi sağlıyor.
Biz hiç fark etmeden hayat ne kadar çok değişmiş! Eski hayat tasavvurları şimdi ne kadar uzakta! Adalet Hanımın kitaplarını okuduğumuz, televizyonda Huysuz Virjin’i seyrettiğimiz zamanların üstünden sanki yüz yıllar geçmiş!
Garip bir biçimde, tanımadığımız ama hayat algımızda yer etmiş bu iki kişinin ölümüyle “bir dönem”in çoktan kapandığını, artık hayatın başka bir şey olduğunu anlıyoruz. Sanki onlar ölene kadar o dönemin ruhu, can çekişse bile, bizlerle yaşamaya devam etmiş, sona ermek için o ölüm anlarını beklemiş. Ölümün yavaş varlığını hatırlıyoruz bir yandan, bir yandan da ölümün tek bir an olmadığını, hayatlarımızın içine açık yüreklilikle usulca sızdığını hissediyoruz.
Evet, mensubu olduğumuz kuşağa ve ilgi alanlarımızın kesişip kesişmediğine göre, küçük ya da büyük birer parçamız Adalet Hanım’la ve Huysuz Virjin’le birlikte göçüp gitti geçen hafta.
Aklımızda, yaşarlarken trajik aklın sesini kısıp, hayata ölümü dahil ettikleri o ifadeleri, o mimikleri kaldı.
Cemal Süreya’nın birkaç dizesi, Adalet Hanımın özellikle eşinin ölümünden sonra artık hayatın biraz fazla geldiğine dair ifadeleri, Halim Ağaoğlu’nun ölümünden önce hazırladığı neşeli ölüm ilânı, Huysuz Virjin’in vücudunu kadavra olarak “tıp okuyan genç arkadaşlarına” bırakacağını söylemeden hemen önce yüzünden geçen büyük gölge, bize ölüm ya da ölümden önce yaşadıklarımız hakkında nice felsefecinin söylediklerinden daha çok şey söylüyor.
Trajik aklın sesini kısmak herkesin harcı değil. Ama aynı aklı sezgilerimizle birleştirerek biraz daha diğerkâm, bir çoğumuz açısından lüks ya da gereksiz görünen şekilde gönülden bağlanabildiğimiz birer hayat yaşamak “hâlâ” elimizde. Şimdilerde gözden çok düşmüş olsa bile, “vefa” diye bir kelime var ve bu kelimenin yolu gündelik hayatın uçar kaçar kendinden menkul özgürlüklerinden geçmiyor. “Ahit” ile birleşip “ahde vefa” halini alınca ise, bir sevgili ya da bir amaç üzerinden, hayatı ölüme hiçbir zorlama olmadan bağlayıveriyor.