İnsan bir zamanlar sık söylediği, söylerken nağmesine, manasına bayıldığı vecizeleri bazen dilinden ayıklamak zorunda kalıyor.
Bu vaz geçiş, öyle cümlelerin temelinde, kuytusunda yatan örtülü anlamı –sonunda- idrak etmesiyle de olabilir. Hayatının, duruşunun, vaatlerinin, iktidarının artık o vecizenin içini dolduramamasından da kaynaklanabilir. Onu yine, öylece söylese, nafiledir, içi boştur yaşanan koşullarda.
Lâkin yerini, kendini, dilini değiştirmeye istekli olmayan, tabiatı buna elvermeyen insanların hayatî tekerlemelerini, durma kaşıkladığı temcit pilavının -el altındaki- baharatlarını değiştirmesi zordur. Tek yol pek sevdiği vecizelerini ayıklamaktır o pilavdan. Onu rafına kaldırıp, yerine uygun gördüğü başka şeyleri katmaktır.
Siyasette bilhassa böyledir. Bir zamanlar kulağımda “kapı zili melodisi” gibi yer eden “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısı misal. O yol da, yoldaşlar da, yağmur da değişmiş… Sen o yolda, onlarla beraberken senin yoluna lanet okuyanlar, neredeyse “gidişin olsun da gelişin olmasın” diyenler gelişine omuz vermiş, yanına yerleşmiş… İşte o zaman, şarkının güftesindeki gibi hatıralar dört bir yanını sardığında, baktığın her yerde yüzünü bile görmek istemediğin izlerle karşılaştığında, onu bir daha asla düşünmek, düşündürtmek istemediğinde, sana her şeyin hâlâ onu/onları hatırlatması… Yaman mesele tabi. Pek duymaz /duyurmazsın o zaman.
Ama ben “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadis-i şerifine dikkat çekmek istiyorum. Eskiden Ramazan Bayramı’nda sık yinelenen, komşu ülkelere yardımların, halk iftarlarının açılış kurdelesine kutsallığıyla renk veren bu deyiş artık eskisi gibi gündeme getirilmiyor. En azından benim yaptığım internet taramalarında öyle görünüyor. Kurban Bayramı sürecinde bile, dolaşımı pek makbul olan bu deyiş güncel koşullarda işlerliğini, siyasi fonksiyonunu, kullanışlılığını kaybetmiş sanki. Büyükşehir Belediyeleri’nin el değiştirmesiyle toplu iftarların sevap primlerinin yitirilmesi, korona yardımlarının devletin, hükümetin değil halkın bağışları inayetinde seyretmesi, ekonomik darboğazlar, artan yaygın işsizlik, hayat pahalılığı bu vecizeyi -en azından bir süre için- dolaşımdan kaldırdı sanıyorum.
Neyse… Bayram arifesinde bana Ömer Seyfettinvari çağrışımlar yaratan bir hikâye anlatmak istiyorum.
Yıllar yıllar önceydi, bayramdı… O günlerde beş yaşındaydı çocuk. O hikâyenin ölçülerinde, daha da küçük, küçücüktü.
Bir akşamüstü alt katındaki “misafirlik”ten hüzünlü döndü biraz. Ağlayan değil gülen, en dar anda gülümseyen bir bebekti hep. Yüzünde, o çocuk resimlerindeki kulağına kadar gülümseyen güneş vardı. (Hâlâ da öyle gelir tanıyanlara…)
Yüzünü dökmüştü… Merak etti ailesi tabi, sordular.
“İşkence çorbası içtiler ama bana vermediler…” dedi, usulca. Mahcuptu.
Şikâyet eden ve şikâyetinin sonucunu hevesle bekleyen bir iştiyak değildi onu konuşturan. Hüzünlüydü gerçekten. Acıkmıştı da…
Israrla sordular, ıkına sıkına söyledi. Çocuklar konuşur, bilhassa merak, hayret ettiklerinde. Ağız tadına, ama bilhassa kendi tadına/kendi hayatına fena halde düşkün bir aile büyüğünün davetiyle, o evde, onların torunuyla oynuyorlardı.
Eşiyle kendine işkembe çorbası koymuş, tadını çıkara çıkara yudumlamış anlaşılan.
Çocuk da -ailesinin mahir sorularla anladıkları kadarıyla- hem onları, hem çorbayı seyretmiş…
Ötesi, onlara “Ne çorbası?” diye sormuş belli. Yoksa nereden bilecek “işkence çorbası”nı. Ailesine göre çocuğun ana sorunlardan birisi “iştahsızlık” da olsa, “Top oynamış, acıkmış” demek.
Ama ikram etmemişler, içememiş “işkence çorbası”nı… O da isteyememiş herhal. Yani umarım; istemiş de vermemişlerse hikâye daha da sıkıntılı yerlere gider. Yok istememiştir… “İsteme”nin ayıp olduğunu usulca ama mütemadi hissettiren ana-baba, nine-dede ekolü etkiliydi o dönemde. Ayıbın kapsama alanında, önce çocuklar, sonra gençler vardı.
Yıllar önce yaşanan o olay, iki önemli başlık da bırakmış zihnimde.
İlki, “Verseler, içer miydi?” sorusu…
Çünkü işkembe çorbası çocuk için zor bir yemek olabilir. Bir çok insanın kırmızı çizgilerinin epey dışında kalır. Hani ya sever, ya reddedersin, kabilinden. Hatta bir çok seveni bile, yalnızca gece “içkiden sonra” uğrar semtine.
Ama “Acıkmıştı, özenmişti, içerdi…” kanısındayım.
Zira çocuklar deplasmanda olmadık şeyler yapabilir, olmadık (görmedikleri) şeylere özenebilirler. Misafirlikte “Teyzesi o bamya yemez” dersin… Evladın ikinci tabağını bitirirken, -sen de böyle müsabakalara yatkınsan- yüzünün ifadesini-rengini, muzaffer tebessümlü komşu teyzeye belli etmemeye çalışırsın. Çünkü teyzede “Benim yaptığım bamyayı yer” böbürlenmesi arz-ı endam eder böyle masallarda. Ki öyle masallardaki mahcubiyet, alınganlık, devleri bile alaşağı edebilir.
Eğer “ev sahibi” ve “büyük” olarak işkembe çorbasını içemeyeceğini düşünüyorsan yahut o çorbayı çocuk ya da ailesinin beslenme ilkeleri açısından sakıncalı buluyorsan, başka bir şeyler ayarlarsın değil mi? Üstelik uzun yıllar önce yaşanan bu olayda henüz öyle pedagojiler, beslenme-diyetetikler, hassasiyetler keşfedilmemiş. Ayrıca çocuk da, ailesi de yakından tanıdığın insanlar. Yani “Çocuğuma ne(ler) yedirdiniz?” kıyameti de ihtimal dâhilinde değil. İçine sinmiyorsa, yukarı çıkar annesine sorarsın meselâ.
Yok, başka bir ikram, bir küçük kurabiye, ekmek-peynir filan da olmamış.
İkinci vahim başlık ise, “Küçücük bir çocuğun yanında ona teklif etmeden (hatta hafiften ısrar etmeden) nasıl yemek yenir?” sorusuydu elbette.
Yaman soruydu, ama olayın aktörlerini düşününce bana olağan gelmişti.
Olsun… Onca yıl sonra, ömürlük bir siteme gerek yok böyle hikâyelerde. Sitemini besler-büyütürsen, varacağı yer senin de hoşuna gitmez.
“Belki dokunur, yemez filan gerekçesiyle vermemişlerdir” diye geçiştirmiştim kendimce. Yerine bir tabak başka yemek verilmemesini, ayarlanmamasını da pas geçmiştim.
Başkasının günahını azaltmayı dert edinen “beyaz yanılsamalar”la kendini -yalancıktan- kandırmak, bünyeyi korur bazen.
Bu hikâyeyi benim için unutulmaz kılan “ayrıntı”lardan en önemlisi de, o çocuğun işkembe çorbasını, lisanına “işkence” çorbası olarak tercüme etmesiydi. Bu ülkede çocuklar işkembeyi belli bir yaşa kadar duymamış /içselleştirmemiş olabilirdi ama “işkence” her kuşağın çocukluk menziline ulaşan bir kelimeydi. Aktardığım hikâyedeki algı sürçmesine de, anca böyle bir yanılsamayla –üzerine şıp diye oturan- kaftan biçilirdi.
Birisinin önünde, onun da istediğini, ihtiyaç duyduğunu göre göre onu o temel gereksinmeden mahrum bırakarak bir şeyler yemek/içmek -hadi “İşkencedir!” demeyeyim de- belli bir canlı türüne has işkembeden bir tavırdır.
Ben severim işkembe çorbasını ama eskisi kadar denk gelmiyor epeydir. Demek yeterince istemiyorum. Yahut o ritüelin hayatımızdaki sıralaması, yolumuzu oraya götüren basamaklar değişti.
Ama ne zaman işkembe çorbası içsem…
Aklımda kâseye bakan mahcup bir çocuk.
Kıssadan hisse: Bir zamanların marşı olan “Beraber yürüdük biz bu yollarda”lardan, Hadis-i Şerif’lerden nerelere geldim. “Söylesem tesiri yok, sussam gönlüm razı değil” diyerekten meramım şudur ki… “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”in artık dile pelesenk olmaması, yerindedir. Mevzu “biri yer, biri bakar” meseli /meselesiyse, var olan koşullarda kimse öyle “kültürel-geleneksel” hamâsetle, kürsülerden öylesine yuvarlanan mukaddes deyişlerle maval okumasın. Ama “bayramlık ağız” açısından Tevfik Fikret’in “Han-ı Yağma” şiiri kabulümdür. Nihayetinde bu bir bayram yazısıdır.
KAPAK RESMİ: “Çorbasını Yiyen Çocuk”, Armand Guillaumin.