Bakış, endam, yüzün aldığı haller, yüze vuran gölgeler, yüze uğrayan renkler… hepsi kendi dilince bir şeyler söyler. Yüzün her kıvrımı çok uzak yerlerden gelmiştir ve dikkatli bir gözü, cömert bir ruhu, sunduğu o derin varoluş çatlağından içeri girerek bir magma tabakası gibi kımıldayan ruhsal cevhere tanık olmaya çağırır. Ruhun ruha değmesi için önce bakışların ve yüzlerin karşılaşması gerekir. İnsani karşılaşma, ‘gözün rengini fark edemeyecek kadar’’ yüze meftun olabilmekle başlar. Yüzün anlattığı hikâyeye kendisini açan kişi o kapıdan içeri girmekle vaitkâr bir hazinenin onu beklediğinin farkındadır. Yüz bizi hikâyeye çağırır, yaşanmışlığın dehlizlerine, insan olmanın anlamına. Bugün sokaklarda, ofislerimizde, yüzümüze örten maskelerle dolaşıyoruz ve insani iletişimin en önemli veçhesi olan ‘yüz okuma sanatı’ndan mahrum bulunuyoruz. Yüz yüze gelmek dudağın bir kıvrımından çıkaracağımız anlamı sunmuyor bize, insan olmanın özünü sakatlayan bir durum bu. İnsan yüzün kapısından girebilmek için onu bütün insicamı içinde müşahede etmek mecburiyetindedir. Gerçi ‘gözler yalan söylemez’ ama yine de gözün söylediği yüzün içinde nasıl durduğu ve nasıl konumlandığı ile alakalı. Herkes kendi yüzünün ardında artık daha da yalnız .’Ötekiyle karşılaşmanın en iyi yolu onun yüzüne bile bakmamaktır’ diyor Levinas, şöyle anlıyorum : Yüzün çağrısına kulak vermek için onu kendi bütünlüğü içinde idrak etmek ve onun anlamı tarafından içerilmeye niyet etmek lazım. Yüzü oluşturan detaylara takılıp kalmamak, onun ifade ettiği manayı kovalamak. ‘Yüz insanın en insanca yeridir. Belki de kutsallık duygusunun doğduğu yerdir’ diye yazar Andre Breton. Bir insanın yüzüne bakarken ona kolay kolay kötülük edemeyiz. Orada dokunaklı bir şey vardır, bizi ahlaka, öldürmemeye, incitmemeye çağıran bir şey.
Yüz konuşur, seslenir, kendisini anlamaya davet eder. Yaşanmışlığın izlerini saklar, bir ağacın gövdesi gibi hayatın darbelerini ve açtığı oyukları faş eder. Hiç konuşmadan, bir yüz ifadesiyle meramımızı anlatabiliriz. Sizin de başınıza gelmiş midir, evlerin önünde, sokaklarda oynayan çocuklar bir seslenmeyle başlarını yukarı kaldırırlar hani, yüzlerinde endişeli, rüyadaymış gibi karmaşık, müphem bir ifadeyle camları, balkonları tarar gözleri. Sonra, orada birinin yüzünü bulurlar; annelerinin, kardeşlerinin, ya da belki komşu yüzlerini. Çocuğun yüzü de aydınlanır o zaman. Yüz aşinalık ve dolayısıyla emniyet vaat eder. Bebeğin yüzü annenin yüzünü gördüğünde aydınlanır. Sanki çocuğa, anlaşılır bir şeyler söyleyen sesler, kelimeler değil de yüzlerdir. Söz ancak yüzle üst üste hizalandığında bir anlama kavuşur, dünya böylece mana kazanır. “Ben yalnızca bir sözcüğüm” diyordu Edmond Jabes, “ve bir yüze ihtiyacım var”. Sözlerin işaret ettiği tüm manalar savrulup durur da, manayı yuvaya çağırmak için yüzün ilhamına ihtiyaç duyarız. Ne söylemekti muradın senin kuzum? Yüzüme bak da hemen işiteyim.
Yüzün bir çok metaforundan biri, hakikat yolcusunun pusulası, haritası, aynası yani göstereni olmaktır. Rimbaud aşkı hem ruhta hem de bedende bulunan bir hakikat arayışı olarak tanımlamıştı. İnsandaki muhabbet ve rikkatin gayesi, hem ruh hem de bedenin birlikte remzi olan yüze yönelir, ona teveccüh eder. Gizli bir yüzü ararız suretlerin arasında, bazen anıştıran benzerlere rast geliriz, kimin yüzünü ama? Kendi yüzümüzü mü, özlemlerimizi, yitiklerimizi hatırlatan bir yüzü mü, yahut baki olanın yüzünü mü? Ahmed Amiş Efendi “Dağı dağ, taşı taş gördüğün müddetçe mürşide muhtaçsın.” dermiş. Buna benzer bir Zen meselini de Günter Wohlfart aktarır: “Zen’i hiç bilmeyenler için, dağlar yalnızca dağ, ağaçlar yalnızca ağaç, insanlar yalnızca insandır. Kişi Zen’i anlamanın yarı yoluna gelince, bütün biçimlerin hiçliği belirir; dağlar artık dağ değil, ağaçlar artık ağaç değil, insanlar da artık insan değildir. Gene de, Zen’le ilgili tam bir anlayış kazanan kişi için, dağlar yeniden dağdan başka bir şey değil, ağaçlar yeniden ağaçtan başka bir şey değil, insanlar da yeniden insandan başka bir şey değildir.” Yüzler, yüzüne yeniden kavuşmadan, yani birisinin yüzü olarak bizim tarafımızdan benimsenmeden önce varlık (ya da hiçliğin) formu olarak bir kez daha tanınmalıdırlar. “Alem kamu, bir yüz dürür.” (Varlık, tümden bir yüzden ibarettir) diyor Niyazi Mısri. Yüz, gönlün aynasıdır. ‘Her şey unutuluyor’ der Tanpınar, ‘insan çehresinin ıstırabı ve bir de güzellik unutulmuyor’. Çehre nice ıstırapları saklar ve o hikâyeler sadece rikkat sahibi bir kalbe görünürler.
Yüzlere duyduğumuz ihtiyaç, çift yönlüdür; hemen her dilde “yüz- yüze” terkibinin olduğunu görüyoruz. Bir şahsı, gıyabında tanımak mümkün olsa da dostu ve onun taşan yüreğini rû be rû görürüz. Çünkü çehre, önce akıp sonra katılaşan bir yapı malzemesi değildir, bir heykel değildir, onu akarken seyretmek gerekir. Turgut Uyar, “biz bir parça acemi bir su yorumcusuyuz.” demişti, “ah büyük tarla, ah büyük deniz, ah büyük çalgı, bil!/senin en son alacağın biçimin sabırlı yontucusuyuz”. Yüz, bakışlarımızla da yaratılan bir şeydir bu yüzden. Beden ve ruhun mutlak ayrılığına dayanan tüm felsefeler, algı konusuna gelmeden çok daha önce, sevindirdiğimiz bir ruhun, örselediğimiz bir ruhun, yüze ne yaptığını gördüklerinde iflas etmeliydiler.
Yüz nesneler dünyasından herhangi bir nesne değildir, tüm yeryüzü mukaddestir muhakkak ancak, yeryüzündeki belki en kutsal şey bir insana ait yüzdür. Her ne kadar, Homo Faber’i, ‘üreten insanı’ yaratan bir tasavvur, insanın mümeyyiz vasfının başparmak olduğu söyleminde ısrarcı olsa da, bilinç sözden bile parlak şekilde yüzde ışıldar. İnsan, insanla yüzde mülaki olur. Schopenahauer’un “Aslında bir insanın çehresi kural olarak dilinden daha ilginç şeyler ele verir, çünkü bütün düşüncelerinin ve özlemlerinin kaydı yahut sicili olması nedeniyle onun yüzü, söyleyip söyleyebileceği her şeyin özetidir. Ayrıca dil bir insanın sadece düşüncelerini ele verir, oysa çehre tabiatın düşüncesini dışa vurur.” sözünde billurlaşan bir düşünce var; insanı bedeninden, biyolojik ve toplumsal yaşantısından sıyırıp da bir benlik tanımlaması yapamayız, yüz birçok durumda kendimizin bildiğinden daha fazlasını söyler muhataba. Buna ilaveten, yaşadığımız tüm diyarları ve tüm zamanları kaydetmekle kalmaz yüz, gelecek diyarlardan ve zamanlardan da kehanet taşır. Bunu umut ve arzu kipinde iletir.
Çehre dediğimiz ve hayvanlarda olmayıp sadece insanda olan şey, insandaki ahlaki bir öğeye işaret eder. Ancak Levinas’ın “Çıplak yüz, karşısındakini de soyar” sözü, yalnızca ahlakın kurucu unsurlarından birini (ihtiyaç duyduğumuzu belli ettiğimizde insan kardeşimizi yanımızda bulacağımız inancını) işaret etmekle kalmaz, yüzlerin çıplak olmayabileceğini, hatta ekseriyetle öyle olmadığını da ifade eder. Yüz, sadece kayıp ve müphem olmak manasında değil, bilinçli şekilde perdelenmiş olma manasında da “gizli” olabilir. Hakikatin ortaya çıkışı, yüzü örten peçenin, örtünün kaldırılması olarak tasvir edilmişti felsefede. İnsan yüzleri de, varlığın perdelenmesi gibi saklıdır çoğun. Yüz aşikâr ettiği kadar örter de. Kobo Abe, Virane Harita kitabında “kimseye göstermediği, kimsesiz bir yüz ifadesi.” demişti bir duygunun ifadesini tanımlarken. Yüzümüzü gizleriz, onu kendi sathına gömeriz; çünkü ruhumuzun yaraları, zaafları, heyecanları bilinsin istemeyiz. “Yüz vermek” çift anlamlı çok güzel bir deyiş; hem içtenlikle ve güvenerek birine ruhumuzu açık etmemize ilişkin samimi bir tavrı, hem de insana kendisi olması için, kendi yüzünü sergilemesi için o aşinalığı, emniyet ve muhabbeti sunmayı, kendi yüzünü ona bağışlamayı ifade ediyor.
Ama sadece bir savunma aracı olarak kullanılmıyor yüzün ifadesizliği veya müşterek ifadeleri. Aldatırken, manipüle ederken de sözlerimiz kadar ifadelerimizi de kullanıyoruz; “Beğenilmeyecek bir doğruyu söylerken takınılan ifadesizliği öne alan yüz ifadesi doğru ile araya konan mesafedir; kendini ondan ayrı tutma çabasıdır. Yalan söylerken ise sese, yüze bir sanat gelir.” diyordu Şule Gürbüz. Yüzler, çıplak sanıldığı zamanlarda kat kat örtülere de bürünmüş olabiliyor.
Maske’nin izlenimi zihinde daima nahoş bir tat bırakır. Sinsilik, art niyetlilik en hafifinden bize karşı beslenilen güvensizliğin getirdiği bir sır taşıyıcılığını çağrıştırır. Tarih boyunca maskelerin kullanımının biriktirdiği bir algı bu; Antik Yunan tiyatrosu, “persona” denilen maskeleri kullanan bir anlatım biçimine sahipti; oyuncunun personasına ilk bakışta, onun oyunda hangi stereotipi oynadığı, ondan ne beklenmesi gerektiği anlaşılabilirdi. Sadece antik Yunan tiyatrosunda değil, Uzakdoğu tiyatro geleneğinde de maskeler, karakterin davranış kalıplarını, onun büyük anlatı içindeki rolünü ifade ederdi. Bu kalıp karakterler, tipler bireyin özgünlüğünü ve biricikliğini kutsamış aydınlanma sonrası insanı için küçümsenecek bir tenzil olsa da, tiyatro geleneğinin hiç olmadığı kültürleri hatırlayalım. Borges’in, Averroes’in Arayışı isimli hikâyesi, Aristo’nun metinlerinde geçen tragedya, komedya ve tiyatro kelimelerini nasıl Arapça’ya çevireceğini düşünen İbn Rüşd hakkındadır. Hakkında hiçbir şey bilmediği, tahmin de yürütemediği bu tuhaf pratiğin ne olduğuna dair daha sonra katıldığı bir davette Ebulkasım’ın anlattığı bir seyahat hikayesinde, yüzlerinde maskeler olan, şarkılar söyleyip konuşan ama ortada anlattıklarına dair bir olayın olmadığı insanlardan bahsettiğinde bir fikir edinir. Konuklar hep beraber, bir hikâyenin bir sürü insan tarafından oynanıp söylenerek değil de tek kişi tarafından anlatıldığı Arapça’nın kudretine şükrederler. “Ariustu, kasidelere tragedya, taşlamalarla kargışlamalara da komedya adını veriyor. Gerek Kur’an’ın sayfaları, gerek tapınağın muallaka’ları yetkin tragedyalar ve komedyalarla doludur.” diye not düşer İbn Rüşd.
Maskenin yokluğu, rolün yokluğu anlamına gelmiyor. Sinema sanatının yakın plan bize gösterdiği insan yüzleri bile bir maskeyle malul. John Berger, “Fotoğraflar, videolar, filmler asla yüzü bulmaz; olsa olsa görüntülerin ve suretlerin anılarını bulabilirler. Halbuki yüz, daima yenidir: daha önce hiç görülmemiş ama tanıdık bir şey. (Tanıdıktır çünkü uyuduğumuzda, bütün dünyanın yüzünü görürüz belki rüyamızda, doğduğumuzda körlemesine içine fırlatıldığımız dünyanın.) Biz yüzü ancak bize bakıyorsa görürüz. (Vincent’in ayçiçeği gibi.) Profil asla yüz değildir ve kameralar her nasılsa çoğu yüzü profile dönüştürür.” diyordu Sanatla Direniş adlı eserinde. Dijital iletişimin, görsel medya üzerinden dile kavuştuğu çağımızda, her birimizin elindeki kameralar, yüzlerimizi profile dönüştürmenin yöntemi. Bunu arzu ediyoruz, pürüzsüz profilimizi seyre açan performans özneleriyiz. Yüzlerimiz, asla fotoğraflar kadar eski olmayacak belki bir daha.
Kemal Tahir, Esir Şehrin Mahpusu kitabında “Görüşmeye gittikleri günlerden birinde İhsan, cezaevleri için, “Burası çıplak adamlar ülkesi,” demişti. “Buradaki çıplaklık, üst başla ilgili değil, insanların içyüzleriyle ilgili… Dışarıda insanı insandan saklayan çeşitli perdeler, peçeler, maskeler, burada birkaç güne varmadan sıyrılıp düşüyor. Bir araya kapatılmış olmak hiçbirimizde, olduğumuzdan başka türlü görünebilmek gücü bırakmıyor. Kendilerini olduklarından başka türlü göstermeye çabalayanlar ancak bir iki hafta dayanabiliyorlar.” diye yazıyor. Ancak muvakkat bir süre ile taşıyabiliyoruz maskeleri. Uzun soluklu beraberlikler – dostluklar gibi – maskeleri aşındıran ve fesheden yakınlıkları gereksiniyor.
İçinden geçtiğimiz günlerde, bir kez daha yüz ve maske kavramlarının içimizde gömülü hafızanın hangi öğeleriyle ilişkili olduklarını hatırlamak gerekiyor. Albert Camus, büyük eseri Veba’dan yıllar önce kaleme aldığı Vebayla Boğuşan Hekimlere Tavsiyeler isimli metninde “Maskelerinize ve yanınızda taşıdığınız keselere, sirkeye ve muşambaya, cesaretinizin dinginliğine ve sıkı durma çabanıza rağmen gün gelecek, artık bu can çekişenler kentine, buram buram terlemiş tozlu sokaklarda dön baba dön dolanan bu kalabalıklara, çığlıklara, geleceği olmayan bu teyakkuza tahammül edemez hale geleceksiniz. Gün gelecek, herkesin korkusunun ve acısının sizde uyandırdığı tiksintiyi haykırmak isteyeceksiniz. İşte o gün, benim size önerebileceğim çareler de tükenmiş olacak, geriye bir tek merhamet kalacak, o ki cehaletin kız kardeşidir.” diyordu. Çok şükür biz, böyle büyük bir salgın badiresinin en azından ilk dalgasını iyi kötü atlatabilmiş görünüyoruz. Maske, halen daha güven telkin eden bir tedbir.
Önümüzdeki günlerde birkaç aylık bir karantina döneminin sonunda, şartlı salıverilme benzeri bir normalleşme sürecine gireceğiz. Mecburi olarak çalışan, ekonomik faaliyetlerini yürütmek zorunda kalanlar haricinde büyük şehirlerde pek çoğumuz evlerimizde, ailelerimizle kısıtlı bir insan etkileşimi içerisindeydik. Ben bir psikiyatristim, insanları yüzlerinden okumaya ve anlamaya çalışan, sözün söylediği kadar yüzün söylediğini de dikkate alan bir mesleğin mensubuyum. Bir süredir yüzümü kısmen örten bir maske ile yüzleri perdelenmiş insanları dinliyorum. Bunu çok tuhaf buluyorum ve bu yazıyı da bu tuhaflığı ifade etmek için yazıyorum. İnsan yüzü yokmuş gibi yaşar belki ama onsuz da olamaz. Onu kaybetmek insanın kendi kimliğini, kendisini biricik kılan bir şeyi kaybetmesi gibi acı verici. Öte yanda maske bize kısmi bir güvenlik vaat ediyor. Duygularımızı ve yüzümüzü gizlerken muhatabımızı bizim saçabileceğimiz damlacıklardan koruyor. Bir yıl önce havaalanlarında uzak doğulu turistlerin yersiz tedirginliği olarak küçümsenen maskeli hayat, bugün giderek bir norm haline geliyor. Hayat devasa bir maskeli balo artık, ne ki maskelerimiz birbirine çok benziyor ve bizi bir örnek kılıyor. Maskenin hem kendini esirgemek, sakınmak hem de başkalarının alanına, kişiler üstü bir söylem çerçevesinde dahil olmak “kendimizi başkasına yüklememek” manasındaki her iki işlevi, virüsün yayılımının önüne set çekmek amaçlı güncel fonksiyonunun çok da uzağına düşmüyor. Kalabalıklar içinde bulunduğumuz, yahut mesleki faaliyetimiz, toplumsal ritüellerimiz çerçevesinde -alış veriş, ibadet, eğlence vs- dahil olduğumuz her ortamda maske kullanımı, bir medeniyet göstergesi olduğu kadar kendimizi, sevdiklerimizi ve ailelerimizi korumanın da bir rüknü. Çünkü, onlara mesafesiz ve maskesiz bir yüzle dönmek zorundayız. “Dönünce bütün gövdesiyle döndü/ Bir bu anlaşılsaydı son yüzyılda/ Bir bilinebilseydi/ Nedir veche.” demişti büyük şarimiz İsmet Özel. Ben- Sen ilişkisinin içerisinde yöneldiğimiz ve kendimizde tamamıyla yönelttiğimiz şeyin adıdır veche. Her yüzde Dost dîdârını görmek gerek insanların hukukunu gözetirken. Ancak dost ve yaren, kendi hukukumuzdan ferağ etsek de selametini aziz bildiğimiz kişidir. Dosta döneceğiz yüzümüzü, maskenin eksik bıraktığı hatları onun ferasetiyle tamamlamasını isteyerek.
Siz unutsanız da, dost sizin yüzünüzü hatırlar. Yüzün haritası yüreğin belleğinde saklıdır.