[29 Temmuz 2019] Bir zamanlar zırhlı trenler (armored trains) vardı. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarını kastediyorum. Deniz savaşlarında Sanayi Devrimi, ilk ağızda ahşap teknelerin demir levhalarla kaplanmasına yol açmıştı (ironclads, yani kelime anlamıyla “zırh giydirilmişler”; teknoloji değiştiğinde, artık tamamen demir ve çelikten yapılan gemiler için de kullanmaya devam ettiğimiz “zırhlı” deyimi buradan geliyor).
Aynı ilke daha Amerikan İç Savaşı (1861-65) yıllarında trenlere uygulandı ve Philadelphia-Wilmington-Baltimore demiryolunu Güney ordularının saldırılarından korumak amacıyla tek bir zırhlı vagon yapıldı. Daha sonra 5-20 mm çelikle kaplanan vagon sayısı çoğaldı; üzerlerine top ve makinalı tüfekler monte edildi. Böylece trenler sadece cepheden cepheye asker nakletmenin ötesine geçti. Büyük bir ateş gücünü raylar üzerinde hızla oradan oraya kaydırmak mümkün oldu. Bu tür çelik devler 1870 Fransız-Alman Savaşında; Birinci (1880-1881) ve İkinci (1899-1902) Boer Savaşlarında; 1905 Rus-Japon Savaşında; (tepedeki Panzerzug 61 BP42 Alman treninin gösterdiği gibi) 1914-18 Birinci Dünya Savaşında; 1910-1920 Meksika Devriminde; Rusya’da Bolşevik Devrimini izleyen 1917-1922 İç Savaşında; hattâ 1936-39 İspanya İç Savaşı kadar geç tarihlerde bile, yerine göre şehirleri kuşatmaya, ön hatları delip geçmeye, yüksek platformlardan piyade taarruzlarına yoğun ve hareketli ateş desteği sağlamaya yaradı.
Madalyonun diğer yüzünde, trenlerin sadece geri hatlarda değil, zırh kaplanmak suretiyle savaş meydanlarında da iş görebilmesi, rakipleri, alternatifleri veya kontralarının henüz gelişmemiş (veya çok ağır kış ve kar gibi özel koşullar nedeniyle kullanılamaz) olmasına bağlıydı. Raylara bağımlılığın büyük dezavantajı, manevra esnekliğinin kaybı nedeniyle kolay hedef olabilmekti. Havadan da bombalanabilirlerdi, geçtikleri demiryolunun iki tarafındaki arazide mevzilenen tanklar tarafından da. Ne ki, Birinci Dünya Savaşında bu iki silâh sistemi henüz zayıf ve geriydi. Daha sonra gösterdikleri gelişme ise, komando veya partizan birimlerinin sabotaj eylemleriyle de birleştiğinde, en azından Avrupa’da zırhlı trenlerin sonunu getirdi. Buna karşılık Çin gibi hem çok geniş, hem uçak-tank kullanımı bakımından çok daha geri yarı-sömürgelik koşullarında, zırhlı savaş treni kendine yeni bir hayat alanı bulabildi.
Bunun tipik bir örneği, André Malraux’nun La Condition Humaine (1933; İnsanlık Durumu) romanında geçer. Çin Cumhuriyeti’in kurucusu Sun Yatsen’in 1925 başlarında ölmesi, artık Çan Kayşek’in önderliğine geçen Milliyetçi Parti (Guomindang) ile Komünist Partisi (Gungcandang) arasındaki “burjuva devrimi” ittifakı için sonun başlangıcı demek oldu. 1925-27 arasında ipler adım adım gerildi ve sonunda koptu. Malraux iki savaş arası dönemin bu devâsâ olaylarına iki ayrı romanla eğildi. 1927’de yayınlanan Les Conquérants’da, Şanghay, Kanton ve Hong Kong’daki Mayıs-Ağustos 1925 grevlerine, anarşist eğilimli profesyonel devrimci Pierre Garine’in (yanıbaşındaki birinin) gözüyle eğildi. Öyküsünü, iplerin Komintern temsilcisi Borodin’in eline geçmesi ve Garine’in Avrupa’ya postalanmasıyla noktaladı. 1934’teki La Condition Humaine’de ise çok daha geniş ve dramatik bir kanevayı renklendirdi. Çan Kayşek’in iktidarını pekiştirmekte olduğu 1926-27 yıllarına, daha spesifik olarak 21-22 Mart 1927 Şanghay ayaklanmasına odaklandı. Komintern’in Çin Komünistlerini nasıl Sovyet dış politikasının realpolitik’ine feda ettiğini gösterdi (bunu daha sonra İspanya İç Savaşı örneğinde Ernest Hemingway, For Whom the Bell Tolls’unda [Çanlar Kimin İçin Çalıyor] tekrarlayacak ve tabii o da Stalinistlerin hoşnutsuzluğuna hedef olacak). Geleceğin Mao Zedong, Liu Şaoçi ve Çu Enlay gibi liderleri, çok zor kurtuldular Şanghay ve benzeri katliamlardan. Çoğu caddelerde diz çöktürülüp kafalarının kesilmesi dahil en vahşi yöntemlerle katledildi. Malraux da Şanghay anlatımını son derece gerçekçi biçimde, ÇKP Merkez Komitesi’nin ayaklanmayı yönetmekle görevlendirdiği fiktif (yarı-Fransız, yarı-Japon) Kyo Gisors tipinin, Guomindang’a esir düştükten sonra işkencede siyanür içip intihar etmesiyle sonlandırdı.
Ama arada bir zırhlı tren olayı var ki, konumuz açısından asıl orası ilginç. Guomindang bir zırhlı tren yollamıştır Şanghay’a, ayaklanmayı bastırmak için. İsyancılar demiryolunu sabote edip kuşatırlar zırhlı treni. Sonra tren panik içinde can çekişmeye başlar. Hem Fransızca orijinalinden, hem kendi çevirimle aktarıyorum:
“Le train même entrait dans une transe furieuse. Tirant toujours de partout, ébranlé par sa frénésie même, il semblait vouloir s'arracher de ses rails, comme si la rage désespérée des hommes qu'il abritait eût passé dans cette armure prisonnière et qui se débattait elle aussi… c'était le frémissement des rails qui maintenaient tous ces hurlements ainsi qu'une camisole de force…. Trente secondes, le fracas cessa. Au-dessus de l'ébranlement sourd des pas et du tic-tac de toutes leshorloges de la boutique, s'établit un grondement de lourde ferraille: l'artillerie de l'armée révolutionnaire.”
[Sanki trenin kendisi çıldırmış gibiydi. Her delikten ateş ediyor, kudurmuşçasına sarsılıyor, barındırdığı insanların umutsuz öfkesi içine hapsoldukları zırha da sirayet etmişçesine, kendisini raylardan kurtarmaya çalışıyor… ama o zangırdayan raylar zavallıların çığlıklarını bir deli gömleği gibi zaptediyordu… Otuz saniye geçti ve patırtı sona erdi. Yerin yaklaşan birliklerin adımlarıyla belli belirsiz sarsılmasının ve dükkândaki bütün saatlerin tiktaklarının üzerinde, ağır bir demir gıcırtısı daha derinden duyulmaya başladı: devrimci ordunun topçusu geliyordu.]
Nereden nereye? Öyle aklıma geliverdi.