[15 Temmuz 2019] Marksizm neredeyse 150 yıl direndi, sosyalizmin olamazlığına karşı. Başlangıç paradigmasında zamanla oluşan çatlaklara karşı, sürekli ek açıklamalar buldu.
1848’den 1870’ler ve 80’lere, Marx ve Engels salt düşünsel planda yaptılar bunu — devrim sonrasını ikiye bölmek ve ilk aşamanın ne kadar uzun olabileceğine işaret etmek suretiyle. Daha sonra uygulama alanı batıdan doğuya taşındı. Bu sefer, ilk muzaffer “işçi devrimi”nin (daha doğrusu, işçi sınıfını temsil ettiği iddiasındaki bir parti tarafından gerçekleştirilen ilk devrimin), kapitalizmin ileriliği ve dolayısıyla (tabii hep tarihin o yönde aktığı varsayımıyla) sosyalizme en fazla yaklaşmışlık koşullarında değil, geri bir tarım ve köylü ülkesinde patlak vermesinin teoriye yedirilmesi gerekti.
Bir sonraki adım, söz konusu gerilik zemininde sosyalist bir ekonominin nasıl kurulabileceği oldu. Marx’ın faraza İngiltere ve Almanya’nın gelişmiş kapitalizm koşullarında bile sırf “sosyalizmin birinci aşaması” için düşündüğü başlangıç noktası dahi 1920’lerin başında İç Savaştan yeni çıkan Sovyetler Birliği’nin çok ilerisindeydi. Bir, oraya nasıl gelinecekti (yetişilecekti)? İki, iş Rusya’yla da bitmiyordu ki. 1917’den sonra komünist partilerinin önderlik ettiği devrimler hep daha doğuya ve güneye, giderek tümüyle Avrupa dışına, daha ve daha yoksul, daha ve daha zalim, daha ve daha despotik ülkelere kaymaya devam etti. Bu “cebir ve şiddet toplumları” sosyalizm yoluna Ekim Devrimi’nden de geri bir noktada dahil oluyordu. Bu habire büyüyen ara nasıl kapatılabilecekti?
Lenin, sonra Stalin, sonra Mao bu sorulara hep volontarist (iradeci) cevaplar verdi. Marx ve Engels’in 1848’de yazıp yayınladıkları Komünist Manifesto’da, Avrupa hâkim sınıflarını korkutan bir “komünizm hayaleti”nden söz etmeleri tam bir mübalağaydı. O sırada sosyalist hareketler henüz çok cılız ve güçsüzdü; ortanın sağını monarşik-aristokratik rejimlerin koruyucusu kesilen Muhafazakârlık domine ederken, ortanın solunu büyük ölçüde Liberalizm kaplıyor ve demokrasi mücadelesinin başını çekiyordu. Bu koşullarda Marx, daha 1848-50 çalkantıları içinde görmüştü, sosyalist devrimin sahnesinin en önünde yer almadığını. Bu da onu “aşamalı devrim” fikrinin ilk formülasyonuna götürmüştü. Önce burjuvazi, 1789 ve 1830’da olduğu gibi bütün halka önderlik edecek ve bu “demokratik devrim” aşamasında sosyalistler/komünistler burjuvaziyi destekleyecekti. Zamanla sıra sosyalist devrimin kendisine gelecekti.
Burada durup bir noktanın altını çizmek isterim. Marx’ta bu tasavvur henüz sadece “aşamalı devrim”biçimindeydi; “aşamalı ve kesintisiz devrim”biçimine bürünmemişti. Bu diğer sıçramayı 20. yüzyıl başlarında Lenin gerçekleştirdi. 1905 devriminin ilk sarsıntıları içinde yazdığı ve kısaca İki Taktikdiye bilinen kitabında (tam başlığıyla, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği), Marksist bir partinin (= Menşeviklerden hızla ayrışma sürecindeki Bolşeviklerin) demokratik devrim aşamasında sadece burjuvaziyi (= burjuvaziyi temsil eden liberalleri) desteklemekle yetinmemesini; burjuvazinin/liberalizmin devrimi daha ileri götürmekten cayıp geri çekildiği anda atak davranıp ileri fırlayarak önderliği ele geçirmesini savundu. “İki taktik” bu anlama geliyordu: hem desteklemek, hem icabında devirmek ve ele geçirmek. Lenin’e göre, komünistler korkmamalıydı (klasik Marksizmin öngörmediği) bu yeni tarihsel misyondan. Başardıkları takdirde, hep “işçi sınıfı”nın önderliğinde demokratik devrimden sosyalist devrime (= sosyalizmin kuruluşuna) kesintisiz bir ilerleyiş mümkün olacaktı.
Komünist Enternasyonal’in kurulmasından, yani 1920-21 eşiğinden başlayarak bu yaklaşım Komintern’in resmî doktrini haline geldi. Stalin bunu Millî Demokratik Devrim, Mao ise Yeni Demokratik Devrim başlığı altında işledi. Böylece, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde (hep “işçi sınıfı” adına) komünist partilerinin çok erken bir safhadan itibaren “kesintisiz devrim”de hegemonya aramalarının programatik temelleri atıldı. Peki, asıl iktidar ele geçirildikten sonra ne olacaktı? Tarihsel evrimde “gecikmiş” (1960’lardaki moda deyimiyle, “geri bıraktırılmış”) bir toplum, ancak yukarıdan aşağı muazzam bir cebir uygulamasıyla, moderniteyi bir an evvel yakalamayı amaçlayan “yetişmeci” bir cebrî yürüyüşe sokulabilir, bunun rejim ve siyaset açısından karşılığı ise ancak koyu bir tek parti diktatörlüğü olabilirdi.
Bu diktatörlüğün hem pratik nedenleri vardı, hem de Marksist teoriye uyduruluş tarzı. Pratik neden, bu kadar (meselâ Sovyetler Birliği’nin Stalin döneminde, 1924-1939 arasında yaşadığı kadar) hızlandırılmış bir ulusal kalkınmacılığın (national developmentalism) emekçi halka ancak devlet terörü yoluyla dayatılabilir olmasıydı. Örneğin Gulag, yani Sibirya boyunca yayılan zorunlu çalışma kampları sistemi, Sovyet vatandaşlarına ait oldukları sosyalist “cennet”ten, partiye mutlak itaat göstermedikleri takdirde hangi “cehennem”e düşebileceklerini hatırlatmak için vardı. Teoride ise mevcut kılıf “proletarya diktatörlüğü”ydü. 1840’ların ve 50’lerin Marx’ında bu, geçmiş yazılarımda defalarca işaret ettiğim gibi, sırf devrim ânı için geçerliydi. Buna karşılık Gotha Programı’nın Eleştirisi(1875) “proletarya diktatörlüğü”nün artık “sosyalizmin birinci aşaması”nın tamamı için geçerli olabileceğini imâ ediyordu.
Lenin bunu da aldı, biraz daha geliştirdi ve belirtikleştirdi; henüz demokratik devrim sırasında “işçi sınıfı”nın (partisinin) iktidarı ele geçirmesinden başlayıp, sosyalist ekonominin kurulması ve kurumlaşmasına kadar uzanan dönem boyunca “kapitalizme geri dönüş” tehlikesinin hâlâ mevcut ve dolayısıyla (devrimin kanununu bütün kanunların fevkinde gören, yani kendisini kanunlarla ve bir hukuk devletiyle bağlı saymayan) işbu “proletarya diktatörlüğü” rejiminin hep gerekli olduğu noktasına getirdi. Stalin oradan aldı; “üretim araçları üzerindeki mülkiyetin sosyalist dönüşümü” (yani sosyalist ekonominin kurumlaşması: devlet ve kolhoz mülkiyeti sektörlerinin tesisi) tamamlandıktan sonra dahi “sınıf mücadelesi”nin hattâ büsbütün keskinleşerek devam ettiği, dolayısıyla “restorasyon”un gene de mümkün ve dolayısıyla “proletarya diktatörlüğü”nün Lenin’in öngördüğünden de daha uzun bir süre gerekli olduğu noktasına getirdi.
Gelgelelim, Stalin’de bu, “sosyalizm tarihî aşaması”nda bile devam eden “sınıf mücadelesi” daha ziyade dışsal bir olaydı: yeryüzündeki ilk ve tek sosyalist ülke olarak Sovyetler Birliği sürekli kapitalist-emperyalist kuşatma altındaydı ve yabancı istihbarat servisleri kendilerine parti içinden bile sadık hizmetkârlar, satılmış ajanlar, “Beyaz cüceler” vb bulup “anti-Parti” ve “anti-Sovyet” şebekeler kurabiliyordu. Moskova Duruşmaları’nda Zinovyev, Kamenev ve arkadaşlarına (1936), Pyatakov, Radek ve arkadaşlarına (1937), nihayet Buharin, Rykov ve arkadaşlarına (1938) yöneltilen suçlamalar hep bu merkezdeydi (insana ister istemez, SETA’nın son “dış basının içerdeki uzantıları” araştırmasını, daha doğrusu fişlemesini hatırlatıyor).
İşin püf noktası şu ki, Stalin’de genel bir “düşman” kategorisi olarak revizyonizm mevcut değildi henüz. Lenin’de revizyonizm kavramı vardı tabii, ama doğru Marksist yorum ve çizgiden “sapma” anlamıyla sınırlıydı. Yanlıştı, zararlıydı, ama “yanılgı içindeki dostlarımız” ile “iflâh olmaz düşmanlarımız” arasında nerede durduğu her zaman çok açık değildi. Bu bağlamda, Lenin’in tam da “proletarya diktatörlüğü” vurgusunu yoğunlaştırdıkça meselâ Kautsky’yi “dönek”leştirmesi ilginç geliyor. Kaldı ki, bu tür sıfatların ağırlığına karşın, henüz “revizyonizm” doğrudan “burjuvazi”yle özdeşleşmiş değil Lenin’de. “Burjuva ideolojisi”nden etkilenmek başka; doğrudan “burjuva” yani “sınıf düşmanı” sayılmak gene başka. “Sınıf düşmanı” dendiği anda, sadece teorik bir hedef değil, aynı zamanda hukukî bir hedef oluyorsun. Sırf düşüncelerin nedeniyle kriminalize ediliyor ve “proletarya diktatörlüğü”ne kurban ediliyorsun.
İşte bu son adımı Mao attı, Marksizm tarihinde. Daha doğrusu, Marksist teorinin sosyalist toplum ve ekonomiye uygulanması bahsinde. Lenin ve Stalin’de ancak hafiften uç verdiği söylenebilecek bir ilâvede bulundu: “Düşman” esas olarak dışarıda değil içeride, üretim araçları sosyalist mülkiyete geçirildikten sonra dahi bir sınıf olaraktoplumun ve partinin içindedir, dedi. Çünkü revizyonizm ihtimali hep mevcuttur ve revizyonizm de burjuvazi demektir, burjuvazinin ideolojik varlığı demektir. Nitekim Moskova Duruşmaları’yla tasfiye edilen Eski Bolşeviklere hayat veren de asıl bu fidelikti. Ne ki, Stalin göremedi bu “asıl tehlike”yi. Parti içinde saklanan “kapitalist yolcu”lara karşı, periyodik tasfiye ve mahkemelerden daha kapsamlı mücadele yöntemlerini bulamadı. Bu sayede, Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev ve çevresi iktidarı ele geçirebildi, Marksizmden saptı ve revizyonist bir çizgi izlemeye koyuldu. Bu, Sovyetlerde “revizyonist burjuvazi”nin iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizm adı altında kapitalizmi geri getirmesi demekti. Esasen Sovyetler bu yüzden (1968’de Çekoslovakya’nın işgalinde görüldüğü gibi) “sosyal emperyalist” kesildi. Çin bundan “ders” çıkardı. Parti içindeki (Mao’ya muhalif Liu Şaoşi ve Deng Şiaoping gibi) “kapitalist yolcu”lara karşı mücadelede, Stalin bürokratizminin bulamadığı genel, kitlesel yöntem, Mao’nun ekstremist popülizminin icat ettiği Büyük Proleter Kültür Devrimi’yle bulunmuş oldu. Kapitalizmin yeniden canlanmasının fideliği sayılabilecek bütün koşullar: küçük üretim, kır-kent ayırımı, geçmiş tarihin mirası ve nihayet insanların ruhundaki bencillikortadan kalkıncaya kadar, dendi, revizyonizm, dolayısıyla burjuvazi, dolayısıyla geri dönüş tehlikesi hep mevcuttur. Kızıl Muhafızlar bu çerçevede yaygın cadı avlarına ve şeytan taşlamaya, “ruhumuzdaki şeytanı” bulup çıkarmaya yönelik kamusal linç eylemlerine seferber edildi.
Özetle, “burjuvazi” devletinden ve sermayesinden yoksun bırakılmış olabilirdi, ama revizyonizm kılığına bürünmüş olarak “ruhumuzda” halen mevcuttu. Bizi ayartan ve baştan çıkaran “içimizdeki şeytan”ın yeni ifadesiydi “revizyonizm.” Türkiye’deki Maocu Aydınlıkhareketi olarak bizler de, olanca teorik saflık ve tertemizlik umudumuz, mükemmel bir Marksizm umudumuz içinde, bunu bir “matah” zannettik, bulunmaz Hint kumaşı zannettik bir zamanlar. Oysa tam tersiydi. Marksizm ve sosyalizm alanında belki olabilecek en yanlış, en kötü fikirdi. Mao’nun insanlık gerçeğine karşı sosyalizmin sarsılmaz temelini ekonomide değil, politikada da değil, hayalî bir “mükemmel insan”da arayışının; başka bir deyişle, o “mükemmel insan” uğruna insanın kendisine savaş açmasınınifadesiydi.
1980’lerin sonlarında, Bir Dönem Kapanırken’de yazmıştım bütün bunları. Otuz yıl sonra burada bir kere daha toparlamış oldum. Şu ilâveyle: Günümüzün episodik bekacılıklarından türeyen cadı avları, asla bu kadar veya bundan daha aşırı noktalara varamaz. İçinde yaşarken, meselâ 1128’ler hakkındaki mahkûmiyet kararlarını ne kadar haksız bulursak bulalım, sanıkların objektif eylemlerini değil söylemedikleri üzerinden ruhlarındaki şeytanı yargılama çabaları (Adalet Bakanlığı’nın Anayasa Mahkemesi’ne yolladığı son “o koşullarda gerekliydi” yollu Jakobenimsi savunma denemesi dahil), büyük tarihsel tabloda biraz hafif kalır, Mao’nun mutlak mutlakçılığı karşısında.