Türkiye bugüne kadar bütün eksikliklerine rağmen Suriyeli sığınmacılar konusundaki temel insani sınavı yüz akıyla geçti ve bunun üzerinden dünyaya söyleyeceği bir söz var. Suriyeli sığınmacıların varlığı, bugün Türkiye’nin Avrupa’daki Türkiye kökenli bireylerin haklarını savunmak için üstüne yaslanabileceği en güçlü ahlaki argümanı oluşturuyor.
Ve bugün Türkiye, “Arapça Tabela Sınırlaması” gibi akıl dışı uygulamalarla tam da bu zemini eritiyor; Yarın Avrupa’yı ve orada daralmakta olan özgürlük atmosferini eleştirmek için kendisine basacak yer bırakmıyor. Türkiye’de Suriyelilerin yaşam alanlarına yönelik her daraltma ve sınırlamanın, yakın gelecekte Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerinde Türkiye kökenlilere yönelik benzer uygulama ve politikalar için mazeret olarak kullanılabileceğini öngöremiyor.
İnsanların kendilerini anadillerinde ifade etmeleri bir hak. Bunu işyeri tabelası şeklinde kamusal olarak görünür kılmaları da saygı duyulması gereken bir insani talep ve çoğu kez ekonomik bakımdan da bir gereklilik. Londra’da Türk bir manavın veya Sri Lankalı bakkalın kendi dillerindeki kocaman tabelaları, aynı kökenden insanlar arasında bir iletişim zemini oluşturduğu kadar, o insanların yaşadıkları ülkeye sevgi ve aidiyet duymalarını da beraberinde getiriyor. Onlara “ben bu ülkede kendi dilimle, kültürümle birlikte var olabiliyorum” duygusunu veriyor.
O ülkeye dışarıdan bakanlar da bu renkliliğe şahit olduklarında, geldikleri ülkenin özgür ve medeni bir ülke olduğunu, o ülkede farklılıkların meşru görüldüğünü, orada yaşayan insanların da çeşitliliğe ve çoğulculuğa açık olduğunu görüyorlar.
Türkiye bugün sığınmacıya denize girmeyi yasaklayan veya kağıt topladığı çekçeğine el koymaya varan küstah ve şımarık yasakçılığa göz yummanın neleri kaybettirdiğini görmüyor.
Adaletsizliğe taviz çözüm olmaz. Ayrımcı uygulamaların veya “haber duyduk, tahrik olduk, saldırdık” türünden linç girişimlerinin önüne geçmenin en etkili yolu da azıcık bile mazur görme veya zayıflık belirtisi göstermeksizin, hukuku etkili biçimde uygulamaktan başkası değil. Yapılması gereken ayrımcılık yasağını uygulamaktan ibaret.
Arapça tabela sınırlaması, bu adaletsizliğin sonuçlarının serinkanlı bir değerlendirmesinin yapılmadığını gösteriyor. Eğer yapılmış olsaydı, bu uygulamanın öngörülmemiş olumsuz sonuçları görülür, tabela yasağı üzerinden adalet, özgürlük, çeşitlilik ve çoğulculukta açılacak aşil topuğunun giyim kuşamdan ifade hürriyetine, sivil ve siyasi haklara kadar pek çok alanda sosyal barışı tahrip edecek keyfi müdahale taleplerine kapı araladığı da anlaşılabilirdi.
Oysa bu kapıyı kapatmak ve “ben senin şeklinden, şemalinden, dilinden, dininden, cinsiyetinden rahatsız oluyorum, kamusal görünürlüğün olmasın” küstahlığına taviz vermemek, bunu tartışma konusu bile yapmamak gerekirdi.
Sığınmacılarla birlikte Arap vatandaşlarımızı da rencide eden, esnafın işini zorlaştıran ve farklılıklarımızla beraber barış içinde yaşamanın zeminini tahrip eden uygulamalardan bir an önce vazgeçilmeli. Sığınmacı düşmanlığıyla zehirlenmiş olanlar için yapılması gereken daha fazla zehir değil önyargıyı giderecek çalışmalar olmalı; sığınmacının canını acıtacak uygulamalarla onların içini soğutmaya çalışmak ne ahlaki, ne de makul.
Ben de çeşitlilik ve çoğulculuk temelinde, farklıkları meşru görerek barış içinde bir arada yaşamak istiyorum ve birilerinin tahammülsüzlüğünden dolayı bunun engellenmesini istemiyorum. Arapça, Kürtçe veya başka dildeki tabelaların kaldırılması da beni rahatsız ediyor.
Türkiye, birilerinin kendi dilinde tabelasını bile asamadığı, bunların tartışıldığı ve özgürlük için Avrupa’dan örnekler getirildiği bir ülke olmamalı. Çünkü bir zamanlar vardı ve meşruydu çeşitlilik bu topraklarda. Hem de yüzyıllar boyu. Resmi gazete olan “Takvim-i Vekayi”nin altı dilde, Türkçe, Ermenice, Arapça, Rumca, Farsça ve Fransızca yayınlandığı bir ülkeydi burası (N. Yazıcı). Lady Montagu’nun 1725’te kaleme aldığı anılarındaki İstanbul’u bir okuyun, neyi kaybettiğimizi anlayacaksınız; Türkçe, Rumca, Arapça, İbranice, Rusça, Ermenice, Macarca ve Almancanın aynı ortamda konuşulduğu ve bunun yadırganmadığı bir ortamın bize yabancı olmadığını göreceksiniz.
Bize yabancı olması gereken bir şey var aslında: O da bir etnik kimliğe, dine, mezhebe, ayrımcılığın gözüyle bakmak olmalı. Asıl yabancı görmemiz gereken bu zihniyet olmalı; herhangi bir insan grubu değil.