Anayasa Mahkemesi (AYM), bir idare mahkemesinin başvurusu üzerine, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 22. maddesinde yer alan “Şehirlerarası karayollarında gösteri yürüyüşleri düzenlenemez” hükmünü iptal etti. 12 Eylül döneminden kalma bu hükmün iptali, iktidarın tepkisini çekti.
Elbette demokratik toplumlarda, her karar gibi mahkeme kararları da eleştirilebilir. Zira bu kararlar, her bir vatandaşın hem şahsi hem de içtimai hayatına doğrudan tesir eden, hak ve özgürlüklere yön veren bir ağırlığa sahiptir. Kararlar hak ve özgürlüklerimizi tahkim edebilir, ama onları tahrip de edebilir. Bireyleri devlet karşısında daha güçlü kılabilir ama zayıf da bırakabilir. Adaleti tesis edip toplumsal barışa katkıda bulunabilir ama güvensizliğin büyümesine ve sosyal dokuların hasar görmesine de neden olabilir.
Ne hâkimler yanılmaz insanlardır, ne de mahkemeler her daim doğrunun ve hakkın teslim edildiği yerlerdir. Dolayısıyla kararlar farklı açılardan ele alınabilir ve bunların hukuki olmadığını düşünenler itirazlarını dillendirebilir. İtirazların içeriği farklılaşabilir; salt hukuki ya da siyasi itirazlar sunulabileceği gibi her iki yönü kapsayan itirazlar da geliştirilebilir.
Adap dairesi
AYM’nin karayollarında yürüyüş yapılmasını yasaklayan hükmü iptal eden kararının eleştirilere konu olması, bu bağlamda tabiidir. Konunun doğrudan kendisinin görev alanına girmesi hasebiyle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da bu karara dair eleştirel bir pozisyon alabilir. Lâkin her şeyin bir adabı vardır. Ve mesele bu adap dairesinin içinde kalıp kalmamaktır.
İçişleri Bakanı, güvenlik-özgürlük dengesinde güvenlik aleyhine bir boşluk yaratabileceğinden bahisle karara dair eleştirilerini ileri sürebilirdi. O vakit kimi buna katılır, kimi buna katılmazdı. Karar ve itirazlar masaya konur, her bir taraf iddiasını kanıtlamak için argümanlarını ve delillerini ileri sürerdi. Demokratik, medeni ve sonuç alıcı bir tartışmanın yolu buydu.
Fakat Soylu’nun, ne yazık ki medeni ve demokratik bir ilişkiden hazzetmeyen bir tarzı var. O, kararın hukuki açıdan hangi eksikler/hatalarla malûl olduğunu ve siyasi açıdan hangi zaafları taşıdığını ortaya koymak yerine, direkt AYM Başkanına yöneldi ve onu topa tuttu.
Saldırgan üslup
“AYM Başkanı’na buradan söylüyorum. Madem özgür bir ülkeyiz, ana caddelerde, sokaklarda özgürce yürüyüş hakkının ortadan kaldırılmasını onayladınız. Polis korumasını almana gerek yok. Bisikletinle işe git gel bakalım. AYM Başkanına söylüyorum, kendi arabamla tek başına gitmeye ben varım sen var mısın?”
İşin şirazesinden çıktığı yer burası; her tarafı tel tel dökülen bir tavır ve açıklama bu. Evvela, karar başkanın kişisel kararı değil, AYM’nin kararı; kurumsal olarak mahkemenin değil de şahıs olarak başkanın hedef tahtasına oturtulması, ayrıca izaha muhtaç bir hal. Zira devasa bir güvenlik bürokrasisine hükmeden Soylu’nun hemen her mevzuu şahsileştirmeye meyyal tarzı, herhangi bir meseleden ötürü onunla karşı karşıya gelen her şahsın güvenliğini tehdit ediyor.
Ülkenin en yüksek mahkemesinin başkanına racon kesen, kendisini eleştiren bir gazeteciye “namussuz” diyen, muhalif bir milletvekiline “tecavüzcü” diye seslenmekte beis görmeyen bir bakanın yönetiminde, sıradan insanların güvenlik içinde olması mümkün olabilir mi? Olmaz, olamaz. Zaten olmadığı, bir dönem sıfırlanan kötü muamele ve işkence vakalarının şimdilerde her geçen gün artmasından belli.
Korku duvarı
Soylu, korku duvarını sürekli yükseltmeye çalışıyor. Var olan tehlikeleri büyütüyor. Olmayan tehditleri yaratıyor. Böylelikle güvenlik adına yaptığı her işin, aldığı her kararın sorgusuz sualsiz kabul edilmesini sağlamaya çalışıyor. Onun lügatinde güvenlik, toplumu ve siyaseti esaret altına almaya yarayan bir anahtar işlevi görüyor. Güvenlik dediğinde, akan suların durmasını, herkesin sus-pus olmasını ve aykırı tek bir sesin çıkmamasını istiyor. Herkesten, önünü arkasını kurcalamadan, kararlarına ve eylemlerine boyun eğmelerini talep ediyor.
Ezcümle Soylu, toplumu bütünüyle esir almaya kilitlenmiş bir siyaset yürütüyor. Surda gedik açılmaması, bu siyasetin iş görmesinin ilk şartı; çünkü bir gedik açıldığında oradan başkaları da geçebilir. Gedik büyüdükçe de bunun önünü almak, herkesi belli bir hattın arkasında tutmak zorlaşabilir.
O nedenle Soylu’nun talebi, bir nevi biat içeriyor; herhangi bir kişi ya da kurum buna karşı çıktığında Soyu bütün hışmı ve gücüyle onun üzerine gidiyor. Mümkün olan en kısa sürede bu sesi kısmaya çalışıyor. Böylece hem mevcut itirazcılara haddini bildirmeyi, hem de gelecekte itiraz etmeyi akıllarından geçirecek olanlara gözdağı vermeyi amaçlıyor.
Yan etkiler
İktidarın küçük ortağı Bahçeli’nin Türk Tabipleri Birliği’ne ateş püskürmesi de bu çerçevede düşünülmeli. Salgınla mücadelede cansiperane mücadele veren ve toplumun da takdirini kazanan sağlık çalışanlarının bazı uyarı ve haklı eleştirilerinin bile “ihanet” ile eşleştirilmesinin; yöneticilerine “hain” muamelesi yapılıp cezalandırılmak istenmesinin ardında bu akıl yatıyor. Hülasa tek bir çatlağın olmasına dahi tahammülü yok iktidarın; hiçbir konuda kendi sözünün üzerinde tek bir söz söylenmesin, söylemeye cüret edenler de en ağırından cezaya çarptırılsın!
Soylu’suyla, Bahçeli’siyle iktidarın yürüttüğü toplumu esir alma siyasetinin birçok öldürücü yan etkisi var. Misal, güvenliğin sınırlarını muğlaklaştırıp hukuk devletinin altına kibrit suyu eker. Yeni vesayet odakları üretir. Siyaseti devre dışı bırakır. Muhalefetin elini kolunu bağlar. Ülkeyi dış dünyaya kapatır.
Yani sözümona güvenlik adına başvurulan bu siyaset güvenliği de özgürlüğü de zehirler.
Dolayısıyla hem güvenlik hem de özgürlük için elzem olan, güvenlik korkusuyla toplumu esaret altına alma siyasetine karşı durmaktır.
(*) Kurdistan 24, 19.09.2020