Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın, Tek Parti döneminin ünlü “halk plajlara hücum etti vatandaş denize giremedi” cümlesini akla getiren tvitini bir daha hatırlayalım:
“Bilelim ki, salgınla mücadele sürecinde, devletimiz, HALKININ SAĞLIĞI KADAR, ULUSAL ÇIKARLARINI DA korumaktadır. Çünkü salgın hayatın bütün alanlarını etkilemektedir. Mesuliyeti olmayan bazı kişilerin tenkitleri, fotoğrafın bir noktasına mercekle bakıp, leke aramaktan farksızdır.”
Tek Parti döneminde ‘halk’ın ihtiyaçları ile ‘vatandaş’ın ihtiyaçları arasında nasıl ayrım yapılıyorsa, şimdi de ‘halk’ın çıkarları ile ‘ulus’un çıkarları arasında bir ayrım yapılıyor! Can sıkıcı bir ayrım ama gerçeğe tekabül etmediği söylenemez.
Milyonlarca insana, hem de sağlık gibi bir konuda bükülmüş bilgi verdiği açığa çıkan bir bakanın, bunu dile getiren ‘mesuliyetsiz kişiler’e verdiği bu cevap, yönetici sınıfın, kendi yanlışlarının üstünü örtmede ‘ulusal çıkar’ söylemine ne kadar güvendiğini bir kez daha gösterdi. Bakan halka, “evet, sana yanlış bilgi verdim, bu nedenle belki sevdiklerini kaybettin, fakat sor bakalım neden yanlış bilgi verdim, tabii ki ulusal çıkar için” derken bile ‘ulusal çıkar’ özrünün kabul göreceğini düşünüyor ki çok da haksız sayılmaz.
Nomenklatura’nın rıza yaratma aracı
Yıldıray Oğur 3 Ekim tarihli “Nomenklatura’nın çıkarları” başlıklı yazısında “Sovyet yönetici sınıfı”nı kavramlaştırmada kullanılan bu ibareyle ilgili bazı bilgiler veriyor, ardından konuyu şimdiki “Türkiye yönetici sınıfı”na getiriyor ve iki sınıf arasındaki benzerliklere dikkat çekiyordu:
“Nomenklatura derken kastedilen Politbüro ya da Moskova’daki parti yöneticileri değildi. Onların da içinde olduğu, bürokrasiden orduya, medyadan iş ve sanat dünyasına kadar uzanan ve ülke nüfusunun yüzde 1.5’una, yani Sovyet nüfusuna göre 2 milyon insana tekabül bir elit yönetici kitleydi.
“Bunlar elitliklerini zenginliklerinden, soyluluklarından değil, komünist partisine sadakatten alıyorlardı. Buraya da parti yöneticileri tarafından bu sadakatleri nedeniyle seçilmişlerdi. Bu sadakati gösterdikçe de ülkenin imkânlarından, zenginliklerinden yararlanıyor, imtiyazlı bir hayat sürüyorlar, nomenklatura içinde yer almaya devam ediyorlardı.”
Ben bu paragrafları ve Oğur’un yazısının tamamını okurken, Türkiye’nin yeni ‘yönetici sınıf’ının dünyasını daha iyi anladım. Fakat okurken, yazının içinden bir soru kafasını uzatıp durmaksızın konuşuyordu: “Peki, bu yönetici sınıfı destekleyen insanlar, onlar neden itiraz etmiyorlar ‘lidere sadakatin halka, hakikate, ülkeye, değerlere sadakatin önüne geçmesine, hatta onların yerini almasına…’”
‘Soru’nun bıraktığı yerden ben devam ettim: Üstelik bunların tam tersini söyleye söyleye iktidara gelmiş bir kadrodan söz ediyorken? Onları iktidarı getiren sıradan insanlar neden bunda bir sorun yokmuş gibi davranmaya devam ediyorlar?
Şöyle sormak belki daha açıklayıcı olacak: Bu nevzuhur yeni sınıf neden halkın hatırı sayılır bir kesiminden tepki almıyor? Bu sınıf (nomenklatura) ne yapıyor da, bariz bir şekilde tefessüh etmiş ahlâkına rağmen halkta kendisi için rıza yaratabiliyor?
Hislerin gücü
İnsanların tercihte bulunurken esasen somut-maddi çıkar ve beklentileriyle hareket ettikleri değerlendirmesinin eski hegemonik pozisyonunun yerinde artık yeller esiyor. Birçok araştırma, insanların bilinçdışı tarafından yönetilen hislerinin bilinçli rasyonel davranışlarından daha belirleyici olabileceğini ortaya koyuyor. Bu anlamda siyaset de bir yönüyle hislerin yönetilmesi ve yönlendirilmesi mesaisi olarak tanımlanıyor.
Hisler, bireylerden kitlelere geçildiğinde çok daha etkili bir âmil olarak ortaya çıkıyor. Büyük hedefler, büyük idealler, büyük haklılık duyguları bireylerin ve kitlelerin somut maddi-güncel ihtiyaçlarının ve beklentilerinin önüne geçebiliyor. Bireyler ve kitleler, bu tutumlarını yıllar, bazen on yıllar boyunca sürdürebiliyorlar.
Yıldıray Oğur Türkiye’de lidere bağlı yeni elit sınıfın dünyasını açıklamaya çalışırken, Sovyetler Birliği’nde partiye bağlı elit sınıfının dünyasından yola çıkıyordu. Bu karşılaştırma, Türkiye’nin ‘yeni sınıf’ını anlamada o kadar işlevsel ki, doğrusu daha önce neden benim aklıma gelmedi diye biraz kıskandım! Fakat bu aklıma, yukarıda sorduğum soruyu yine Sovyetler Birliği – Türkiye karşılaştırması üzerinden cevaplama gibi bir fikir getirdi.
Soru şuydu, hatırlayalım: “Peki, bu yönetici sınıfı destekleyen insanlar, onlar neden itiraz etmiyorlar ‘lidere sadakatin halka, hakikate, ülkeye, değerlere sadakatin önüne geçmesine, hatta onların yerini almasına?’”
‘Hislerin gücü’ ve bunun farkında olan yönetici sınıflar
Hislerin, büyük ideallerin, büyük haklılık duygularının bireyler, özellikle de kitleler üzerinde nasıl bir rol oynadığını bilen yönetici sınıfların, sıradan insanların bu duygularını iktidarlarını sürdürmede nasıl maddi bir güce dönüştürebildiklerinin en açıklayıcı örneklerinden biri, hiç kuşkusuz Sovyetler Birliği nomenklaturası ile sıradan Sovyet vatandaşları arasındaki ilişki…
Sovyetler Birliği’nin ve Belarus’un önde gelen gazetecilerinden Svetlana Aleksiyeviç’e 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’ni kazandıran “İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu” kitabı, Aleksiyeviç’in, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin başladığı 1980’lerin sonundan 2012’ye kadar geçen dönemde, olan bitene fiilen tanıklık etmiş sıradan ‘Sovyet insanları’yla gerçekleştirdiği söyleşilere dayanıyor.
Kitapta anlatılan bütün gerçek hayat hikâyeleri, sıradan insanların büyük bir ideale bağlanma, inandıkları bir otoritenin vaat ettiği yüksek hedeflere ulaşma ihtiyaçlarının, ‘işini bilen’ bir yönetici sınıf tarafından nasıl yıllar, on yıllar boyunca manipüle edilebildiğini gösteriyor.
Sonraki yazıda önce bu örnekleri anlatacak, ardından da Türkiye’nin yeni yönetici sınıfının bu ideal ve maneviyat manipülasyonu alanındaki şapka çıkartılacak başarısını ele alacağım.