Serbestiyet: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İbn Haldun Üniversitesi’nin yeni kampüsünün açılışında söylediği “Fikrî iktidarımızı hâlâ tesis edemedik” sözünü nasıl yorumluyorsunuz? Bu tespite katılıyor musunuz? Bu sözün muhatabı size göre kim? Uzunca bir zamandır devam eden ‘kültürel iktidar’ tartışmaları da dikkate alınırsa, bu söz sizce nasıl bir soruna işaret ediyor ve neyi amaçlıyor?
Karabaşoğlu: Açık konuşmak gerekirse, hem ilgili konuşmanın bütünü, hem de konuşmanın ana fikrini oluşturan bu cümle, içinde birçok müphemiyet, olgulara aykırılık ve çelişki barındırıyor.
En başta cümledeki gizli özne ‘biz’i alalım. Bir ‘biz’ var, ama bu ‘biz’in kimlerden oluştuğu konusunda bir müphemiyetle yüz yüze geliyoruz. Sonraki cümlelere baktığımızda bu ‘biz’den kasdın Batı dışındaki bütün dünya, özelde Müslüman dünya, daha da özelde Türkiye toplumu olduğu ve bu söz ile Batı’nın bilim, sanat, kültür ve düşünce alanında asırlardır kurduğu hegemonyaya atıfta bulunulduğu gibi bir kanaat oluşurken; öncesinde özellikle ‘medyamız’ üzerinden söylenenlere bakılırsa, bu ‘biz’ ile çok daha dar şekilde Türkiye içinden ‘muhafazakâr’ diye tanımlanan bir kesimin, hatta daha da dar olarak Erdoğan’ın zihniyet sözcüsü durumundakilerin kastedildiğini düşünmek de olası gözüküyor. Bana göre burada asıl vurgu bu ‘dar kesim’e, bu söz ile yapılan bunca ‘yatırım’a karşılık beklenen sonucun gerçekleşmeyişine dair bir hayal kırıklığı ifade veya ihsas ediliyor; ama cumhurbaşkanı adına metni yazanların bilhassa tercih ettikleri bir müphemiyetle bu adres belirsizleştirilmiş.
Ama bu ‘biz’den kasıt kimler olursa olsun, düşünce alanında konuşurken, ‘iktidar’ kelimesi ile ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımı üzerinden yol almak zaten başlı başına problemli bir yaklaşım olarak önümüzde duruyor.
Çünkü düşünce tarihine kuşbakışı bir nazarla bile görebileceğimiz basit bir gerçek var: Düşünce, katı ayrıştırmalar ve içe kapanmalarla oluşan ve gelişen bir şey değil. Bilakis, düşünce tarihine baktığımızda, kişiler, akımlar, kültürler, coğrafyalar ve medeniyetler arası sürekli bir etkileşim görüyoruz. Düşüncenin gelişimi sıkılan bir yumruk değil, tokalaşmaya açık bir el ile; kabul isteyen bir sloganla değil, müzakereye açılan bir söz ile mümkün oluyor. Kendinden menkul bir ‘biz’ tanımı içinde büzülmüş, kapanmış; bu ‘biz’in dışındaki her yere, herşeye ve herkese ‘tehdit’ algısıyla bakan ve meseleyi ‘muktedir olma-olamama’ denklemi üzerinden değerlendiren bir yaklaşımla bırakın ‘fikren muktedir’ olmayı, fikir üretmek dahi mümkün değil.
Bilim, sanat ve düşünce üretmek, kendine yettiği ve başkasına hükmetme yeteneğine sahip olduğu iddiası içeren bir anlayışla değil, evrensel bir bakışla, bilgi ve hikmet adına ortaya konan her birikimi insanlığın ortak değeri olarak gören bir anlayışla, ilk elde ‘dışta’ görünen unsurları dahi ‘içine alabilen’ ve böylece güç ve bereket kazanan bir mayalanma ve melezlikle mümkün. Düşünce üretmek, çeşitliliğe açık olabilmek, farklı olanı da içine alıp dönüştürerek kendisinin bir parçası kılabilmek, dolayısıyla etki etmeye dönük hegemonik bir yaklaşım yerine etkileşime açık müzakereci bir anlayışa sahip olabilmek ve farklılığı bir zenginlik olarak gördüğü için iradelerin de özgürlüğünü temin edebilmek ile mümkün. Siyasî iktidarlara düşen ise, bir de ‘fikrî iktidar’ diye yahut ‘kültürel iktidar’ diye bir hedef koyup; hayatın her alanını kendi rengiyle boyama, her alanda hegemonyasını kurma çabasına girmek değil; düşüncenin oluşumu ve gelişimi için bu özgürlüğü teminat altına alabilmek ve kendisinden düşünce ve hikmet üretilecek bilgiye ulaşmanın imkânlarını temin etmektir. Bu ise, farklılığı ve çeşitliliği tehdit gibi algılayan ve dolayısıyla ona karşı hegemonya kurma reflekslerini harekete geçiren bir tedirginliği değil, farklılığı imkân olarak gören bir çoğulcu anlayışı; dolayısıyla hem kendine dönük bir özgüveni hem de dışa dönük bir güveni beraberce gerektiriyor.
Sözün kısası düşünce alanına katı bir biz-onlar dikotomisi içinde bakmak ve ancak karşıtlık üzerinden kendini tarif ederek düşünce üretimi için bir hamiyet üretme çabası içinde olmak, bana göre, esasen hem ‘hakikat zâtında muktedirdir’ gerçeğinin gereğince farkında olamama, hem de ‘her insan fıtraten hakikatin talibidir’ gerçeğini dikkate almamış olma durumunu ihsas ediyor. Halbuki Kur’ân’ın mesajı açık: Doğu da, batı da Allah’ındır. Ve Allah bütün insanları hakikati arayan bir akılla ve ancak hakikatle huzur bulabilen bir kalble yaratmıştır. Öte yandan, yaratılıştaki bu çeşitlilik de Allah’ın bir muradıdır; mayalanma ve melezlik örneğinde görüldüğü gibi, bereket de bu çeşitliliğe açık olmak ve onunla uygun ve yararlı bir etkileşim içinde olabilmekle gerçekleşir. O halde, hâkim ve doğru tek ‘fikir’den ziyade, doğrunun farklı renk ve veçhelerine işaret eden ve böylece birbirini tamamlayan ‘fikirler’den söz etmek daha doğrudur; dolayısıyla da mesele ‘fikrî iktidar’ denilen nevzuhur kavramlaştırmada değil, tam aksine ‘çoğulcu bir müzakere’de düğümlenmektedir.
O halde bu alanda siyasî iktidarlara düşen, bir de ‘kültürel’ veya ‘fikrî’ iktidarların derdine düşmek değil, her alana nüfuz etme diye bir vazifesi ve mecburiyeti olmadığını, bilakis bu alanın siyasetin müdahalesinden olabildiğince masun kılınmakla gelişebileceğini görerek ve bilerek, gölge etmemektir.
Bu bakımdan, bence bu söz en temelde çoğulcu ve demokrat bir toplum tasavvuru noktasındaki zaafa işaret ediyor. Böyle bir zaafla çıkılan yolda varılacak yer ise, kabul görmeye lâyık ‘muktedir’ fikirler üretmek değil, aynı zamanda ‘fikirsizliğe’ de işaret eden bir olgu olarak slogan üretmek olacaktır.
Halbuki, derdimiz düşünce ise, refleksle değil, korteksle yol almamız gerekiyor…