[5 Kasım 2020] Kafam hâlâ ABD seçimlerinin gerilimiyle uğulduyor. Şu Perşembe sabahı, ancak Biden’ın kazandığı, daha doğrusu Trump’ın kaybettiği biraz olsun netleştiğinde, tekrar yazmaya başlayabiliyorum.
Sıra sosyal bilimlerde. Burada durum Biyolojiden de karmaşık, çünkü doğa bilimlerine göre hayli büyük bir sübjektivite payı devreye giriyor. Zira doğrudan doğruya toplum ve insan, inceleme konusu. Öte yandan, inceleyenler de insan. Doğa bilimlerinde olduğu gibi, tamamen insan dışı olay ve süreçlere bakmıyorlar. Bir bakıma, kendi kendilerine bakıyorlar. Bu, bilim yapanların kişisel tercihleri ve zihniyet yapıları, inançları ve düşünüş tarzları üzerinden, her türlü ideolojinin bilim alanına girmesine olanak sağlıyor. Ve tabii dinin de bilim alanına girip, din ile bilim arasındaki sınırı bulandırmasını mümkün kılıyor.
Tek tek bakalım. Ekonomi (İktisat). Bütün sosyal bilimlerin en nesnelcisi ve en matematikleşmişi. Asıl teorik söylemi mikroekonomide yatıyor. Çekirdeğinde bir değer ve bölüşüm teorisi var. Klasik, neo-klasik veya neo-neo-klasik teori dediğimiz oluyor. Marjinalci teori diye anıldığı da oluyor. Kıt kaynakların rasyonel dağılımı ve kullanımı için bir yöntem, bir model sunuyor. Piyasa kendi işleyişi içinde kaynak dağılımını böyle gerçekleştirir; emek ve sermayenin bir sektörden diğerine ya da bir işletmeden diğerine akışını böyle gerçekleştirir; öte yandan tüketiciler de tercihlerini, hangi mal ve hizmetten ne kadar alacaklarını aynı rasyonellikle gerçekleştirir… diyor. (Bu çerçevede, “marjda düşünme”yi (thinking on the margin) öğretiyor ki, bu çok önemli bir kazanım. Hayatın hangi alanında olsun herkesin tradeoff yani takas kavramını, yani ancak herhangi bir “şey”den feragat ederek başka bir “şey”den daha fazla edinebileceğini, mutlaka özümlemesi gerekiyor.)
Tüketici ve üretici davranışlarının analizi zemininden, bir şekilde makroekonomi yükseliyor. Aradaki bağlantı çok net olmasa da, tüketicilerin bütün gelirlerini harcamayıp bir kısmını (gene kendilerine marjinal faydası üzerinden) tasarruf edebilecekleri halkasıyla kuruluyor. Sayısız tüketicinin irili ufaklı tasarrufları birleşip ekonomideki toplam tasarruf hacmini oluşturuyor. (Neo-klasik teori bu konuda sınıfsız, sınıf-nötr veya sınıf-körü; işçilerin, küçük üreticilerin ve büyük kapitalistlerin çok farklı hacimdeki tasarruflarını bir tutuyor.) Öyle veya böyle, bu tasarrufların bir kısmı yatırıma, vergi yoluyla çekilip alınan bir kısmı da kamu (devlet) sektörüne kanalize ediliyor. Böylece (kapalı bir ekonomide) toplam üretimin toplam gelir karşılığı, Tüketim + Yatırım + Hükümet harcamalarını (C + I + G) besliyor. Makroekonomi dalı gerek para politikası (monetary policy), gerekse malî politika (fiscal policy) yoluyla bu dengelerin nasıl korunabileceği; istihdamın nasıl yüksek tutulabileceği (işsizliğin nasıl azaltılabileceği) ve büyümenin nasıl gerçekleştirilebileceği ile ilgileniyor.
Marksizm. Böyle bir bina ve konstrüksiyon, muazzam bir bütünlük, bir edifice söz konusu. Farklı bir iktisat arayışları bunun neresine, ne kadar dokunabiliyor? Bir zamanlar Marksizm, “burjuva” dediği klasik veya marjinalci değer ve bölüşüm teorisinin yerine, emek-değer ve artı-değer teorisini ortaya attı. Çok önemli bir sınıfsal gerçeği açıkladı. Tarihteki bütün ekonomik sistemlerin (üretim tarzlarının) temelinde hep insan emeği var. Ama bundan, piyasaya alternatif bir kaynak dağılımı mekanizması türetemedi. Sosyalist ülkelerin uygulaması somutunda, piyasanın yerine sadece merkezî planlama denen emir-kumanda yöntemlerini koyabildi. Onlar da zaman içinde, ancak “piyasa sosyalizmi” veya “gölge fiyatlar” (Lange-Taylor) gibi adlar altında marjinalci teorinin icaplarını çaktırmadan devreye sokabildikleri ölçüde, bir nebze rasyonellik kazanabildi (ama temel deformasyonlarından kurtulamadı).
Makroekonomiye ise Marksizm çok daha büyük bir katkıda bulundu. Emek-değer ve artı-değer teorisinden hareketle, işçilerin kendi yarattıkları artı-değer hacmini geri satın alamayacaklarını gösterdi. Dolayısıyla klasik iktisadın “genel denge” öngörüsünde bir sakatlık vardı. Piyasa her durumda kendi kendisini otomatik olarak düzeltemezdi. Kapitalizm daima makroekonomik dengesizliklere ve aşırı-üretim krizlerine gebeydi. Bunlar, ancak o artı-değer hacminin başka yollarla massedilmesi sayesinde, belki kısmen önlenebilir veya yumuşatılabilirdi. Böylece Marksizm, kapitalizmin çok önemli ve bugün de geçerli bir zaafına parmak bastı. Ama kapitalizmi daha iyi yönetmekle değil de yıkıp yerine sosyalizmi kurmakla uğraştığından, bu taşların üzerine kendisi başka taşlar koyamadı. Bu zemini ve teorik malzemeyi, borcunu kabul etmese de Keynes değerlendirdi. Marx olmasaydı Keynes de olamazdı.
İslâmcılık. Var mı, teorik düzeyde herhangi bir itirazı, gerek mikroekonominin, gerekse makroekonominin temel prensiplerine? Örneğin marjinalci değer ve bölüşüm teorisinin yerine farklı bir değer ve bölüşüm teorisi koyabiliyor mu “İslâmî bilim”? Piyasasız, “marjda düşünme” rasyonalitesinin olmadığı bir İslâm toplumu (ümmeti) inşa edebiliyor mu? Ya da makro dengeleri, temel Keynesçi teoriye dayanmadan kurmaya kalkabiliyor mu?
Pardon, yer yer böyle işlere kalkılabiliyor tabii. İslâmcı anlayış teorik bir değişiklik getirmek açısından Marksizmin de çok gerisinde. Buna karşılık, iktisat politikası alanında (sosyalizm kadar bölüşümcü olmasa da) genellikle kapitalizmin olağan işleyişinden daha bölüşümcü. Çoğu zaman söylem (discourse) düzeyiyle sınırlı da kalsa, İslâmiyetin doğuşunu çevreleyen eşitlikçi ümmet (Marx’taki ilkel komünizm) anlayışına daha sadık. Bu, enikonu bir Müslüman burjuvazinin oluşmasını, büyük Müslüman zenginlerin ve hattâ çok zengin politikacıların yükselmesini kuşkusuz engellemiyor. Öte yandan, faraza İslâmî zekât uygulamasını yaygınlaştırıp modern bir kurumsal biçime kavuşturmak gibi, toplumdan alınan hiç olmazsa bir kısmını topluma geri vermeye yönelik, daha çok lâfzî ama kısmen de fiilî denemelerle elele gidebiliyor.
Buna karşılık faiz sorunu çok daha ciddî. Çünkü doğrudan doğruya teoriye bir müdahale gibi duruyor. Kuran’ın bu konudaki öğretisi (veya yorumu), günümüz İslâmcılarında güçlü bir faiz karşıtlığında ifade buluyor. Gerçi İslâmcı bankaların bunun yerine önerdiği “kâr payı” uygulaması hiçbir şeyi değiştirmiyor aslında. Sadece bir kelime oyunu. Zaman tercihi (time preference) gene orada. Parayı kullanma ve kullandırtmanın bedeli gene orada. Her halükârda, paranın da bir fiyatı var ve bunun adı ister faiz, ister kâr payı olsun, oyun kapitalist kurallara göre oynanıyor. Shakespeare’in dediği gibi, adına gül dediğimiz çiçek başka hangi adla da olsa aynı derecede güzel kokmaya devam ediyor. Veya, faiz fikrini sevmiyorsanız, adına faiz dediğiniz pislik başka hangi adla da olsa aynı derecede kötü kokmaya devam ediyor.
Ancak bunun da ötesinde, faize tepkinizi sadece adını farklı koymaya değil, bir de üstelik piyasada belirlenen faiz oranlarını zorla baskı altına almaya vardırırsanız; üstelik bunu gerekçelendirmek için enflasyon ile (bir para politikası aracı olarak) faiz oranı arasındaki ilişkiyi tersine çevirmeye yeltenirseniz ve ülkenin merkez bankasının kararlarına bu doğrultuda müdahale ederseniz… işte o hiç ama hiç yürümüyor. Sonu, şimdi Türkiye’de görüldüğü gibi, felâket oluyor.