Ana SayfaYazarlarRuhumuzdaki şeytan (3) hangi Avrupa-merkezcilik?

Ruhumuzdaki şeytan (3) hangi Avrupa-merkezcilik?

[6-7.6.2019] İnsanlık tarihinde çoktan aşılmış bazı şeyler var. Kimsenin ruhu ve kafasının içine giremeyiz. Girmeye kalkamayız, kalkmamalıyız. Çağdaş bir demokraside, gerçek bir hukuk ve kanun devletinde, kimse herhangi bir konudaki inanç ve düşüncelerini açıklamaya zorlanamaz. Açıklamıyor diye soruşturulamaz, yargılanamaz, mahkûm edilemez. Tersten söyleyecek olursak, insanları özel görüşlerini aleniyete dökmeye zorlama girişimi özü itibariyle hukuksuzdur ve ancak psikolojik terörden maddî, fiziksel işkenceye kadar uzanan “konuşturma” yöntemleriyle elele gidebilir.   

 

                                                                *          *          *

 

Bunlar çok basit, çok açık, çok evrensel bazı ilkeler. Lâkin “insanlık tarihinde aşılmış” olmaları, ilerlemenin keskin kenarının şahsında bütün insanlık adına büyük bir merhale katedilmiş olmasını ifade ediyor; yoksa, tek tek her ülkede, bilfiil aşılması anlamına gelmiyor. Evet, Batı’daki cadı avları ve yargılamaları 15. yüzyıl sonlarında tırmanışa geçip 18. yüzyılda söndü. Ama dünyanın diğer yerleri de aynı takvime uymadı. Tersine, bazı kişilerin doğaüstü güçlere sahip olduğu ve dolayısıyla büyü yapabildiği inancının içten içe sürdüğü birçok Asya, Afrika, Okyanusya ve Ortadoğu ülkesinde — genellikle üzerlerine oturtulan modern devlet kapağının altında klan ve kabile ilişkilerinin hayatiyetini koruduğu toplumlarda — cadı avları da kâh devlet hukuku çerçevesinde, kâh aşiretler kertesinde devam ediyor.

 

Sahra’nın güneyinde uzanan (siyah) Afrika’da, günümüzde de linç ve diri diri adam yakma olayları cereyan etmekte. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin konuya ilişkin raporlarında, özellikle Güney Afrika, Kamerun, Kenya, Sierra Leone, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Gana, Gambiya, Zambiya ve Tanzanya öne çıkıyor. Yoksulluk, kıtlık, salgın hastalıklar, albino’lar, “kırmızı gözlüler” veya HIV (AIDS) hastaları gibi toplumun sırtında “yük” kabul edilen kesimlerinin sürülüp atılmak, aç bırakılmak, ya da kendi ailelerince öldürülmek gibi yöntemlerle “sosyal temizliğe” maruz bırakılmalarını hızlandırabiliyor. Bu gibi özel durumların dışında, cadı avlarının kurbanı genellikle kadınlar ve çocuklar oluyor. Çoğu zaman cadı avını ya topluluğun önde gelenlerinden biri ve/ya “uzman” bir cadı avcısı başlatıyor. Sonuçta, zavallı insanlar çıldırmış güruhlarca katlediliyor. Mallarına mülklerine onları hedef göstermiş akrabaları el koyuyor. Başı çeken kişi ise cadılara karşı büyü ve muska satarak, hattâ bazı örneklerde mağdur ve maktullerin cesetlerini güya koruyucu hassaları nedeniyle parça parça satışa çıkararak para kazanıyor.  

 

Toplum içinde sivrilen, hali vakti iyice kişilere karşı duyulan ekonomik haset, güney ve güneydoğu Asya’nın cadı avlarında da önemli bir faktör. Papua Yeni Gine’de, 2013’te dört kadın “sağlam bir ahşap evde oturdukları ve hepsi lise öğrenimi gördüğü için” hedef olmuş. Hepsi işkence görmüş ve biri kafası kesilerek idam edilmiş. Hindistan’da, şu veya bu kadının cadılıkla suçlanmasının ardında muhtemelen ya topraklarına göz dikmek, ya intikam, ya da erkeğin cinsel yanaşma çabalarına sırt çevirmiş olması yatıyor. Ya yerinden yurdundan ediliyor, ya da intihara sürükleniyor. 2010 tahminlerine göre Hindistan’da yılda 150-200 kadın cadı niyetine öldürülmekte. Bugün ise Narendara Modi’nin Hindu milliyetçiliğinin yönetiminde, “inek öldürdü” veya “sığır eti yiyorlar” diye Müslüman avına çıkan silâhlı-külâhlı Hindu çeteleri, cadı avının bir başka türünü simgeliyor. (Ve tabii bütün bunlar insanın aklına, meselâ 1915’in ikinci tur, yerel ölçekteki Ermeni katliamlarında benzer faktörlerin ne kadar rol oynamış olabileceği sorusunu getiriyor.)

 

Bazı ülkelerde devlet de işe en olumsuz tarafından karışıyor. Gene Papua Yeni Gine’de, “beyaz büyü”nün (iman hekimliğinin) yasal olmasına karşılık, 1976-2013 arasında yürürlükte olan Büyücülük Yasası “kara büyü” yapanları iki yıla kadar hapisle cezalandırıyordu. 2009’da Gambiya’da 1000 kadar insanın doğrudan doğruya devlet tarafından görevlendirilmiş cadı avcıları tarafından teşhis edilerek kaçırılıp gözaltına alınması, muhtemelen zamanın cumhurbaşkanı Yahya Jammeh’in emriyle gerçekleşti. Kamerun 1967’de bağımsızlığına kavuştuğunda mahkemelerde cadılık dâvâları yeniden görülmeye başladı.  Suudi Arabistan’da ise cadılık-büyücülük diye bir suç kategorisi resmen mevcut; üstelik tanımı hayli bulanık; üstelik cezası idam. Uygulanıyor da. Tabii bu acayip ülkenin içinde ne olup bittiğini hiçbir zaman tam bilemiyoruz (çok eksik biliyoruz diyelim), ama dışarıya yansıyan vakalrdan bazıları şöyle: 2006’da Fawza Falih adında Suudi tebası, okuma yazması olmayan bir kadın, kısırlık büyüleri dahil cadılık yaptığı gerekçesiyle, kafası kesilmek suretiyle idama mahkûm edilmiş. İfadesi dayakla alındığı ve sonra kendine okunmadan parmak bastırıldığı için, üst mahkeme kararı bozmuş ama bidayet mahkemesi kararında ısrar etmiş. 2007’de Mustafa İbrahim diye bir Mısır vatandaşı, Kuran’a saygısızlık ve zina iddialarının yanısıra evli bir çifti büyü yoluyla ayırma teşebbüsünden idam edilmiş. Gene 2007’de, Sudan vatandaşı Abdül Hamid bin Hüseyin bin Mustafa al-Fakki’nin idam cezasına çaptırılmasını gerekçesi ise tam tersi: boşanmış bir çifti barıştırmak için büyü yapması olmuş.

 

Lübnanlı televizyon sunucusu Ali Sibat, yıllar yılı bir Arap uydu kanalında fal bakmışmış. 2009’da hakkındaki hazırlıklardan habersiz Suudi Arabistan’a hacca geldiğinde, bunun cadılık-büyücülük demek olduğu gerekçesiyle tutuklanmış ve ilk mahkemede idama mahkûm edilmiş. İkinci mahkeme bu kararı bozmuş, üçüncü mahkeme ise “milyonlarca seyircinin önünde” büyücülük yaptığı gerekçesiyle kararda ısrar etmiş. Nihayet Kasım 2010’da Yüksek Mahkeme, Ali Sibat’ın falcılığının başkalarına zarar verdiği konusunda “delil yetersizliği” gerekçesiyle idamı reddetmiş. Buna karşılık 12 Aralık 2011’de Amina bint Abdülhalim Nassar’ın ve 19 Haziran 2012’de Muree bin Ali bin İssa al-Asiri’nin kafalarının kesilme gerekçesi hep cadılık ve büyücülük olmuş.

 

                                                        *          *          *

 

Tabii bütün bunlar, günümüzde en azından bazı sosyal bilimler çevrelerinde “nâzik” sayılan, dolayısıyla epistemolojik ve metodolojik açıdan da tartışılan konular. Bu alana girersem, acaba Avrupa-merkezciliğe ve Oryantalizme sürüklenir miyim, sürüklenmez miyim? Ya da acaba hangisi daha Avrupa-merkezci bir tavır — bu tür olayları uzun uzadıya anlatırsam, bir, Şarkı ve belki İslâm ülkelerini “kötülediğim” için mi Oryantalist olurum, yoksa anlatmazsam, iki, sırf Batı’dan ibaret bir veritabanına yaslandığım ve Şarkı tümüyle “görmezden geldiğim” için mi metodolojik açıdan Oryantalist olacağım?

 

Siyasî doğruculuk (political correctness) dışına düşmenin üçüncü bir yolu da doğrudan “emperyalizm işbirlikçiliği.” Zira eski sömürgelerin pek çoğunda, cadı avlarını da, kabile toplumlarının kan ve şiddet üzerine kurulu diğer bazı âdetlerini de Avrupalı sömürge yönetimleri yasakladı. Şimdi bu olguyu da hatırlatırsam, acaba Batının “uygarlaştırma misyonu” üzerinden, meselâ Hindistan halkına karşı Britanya İmparatorluğu’nun yanında mı yer alacağım? Hatırlatmazsam, ki dördüncü olasılık, illâ anti-emperyalizm diye diye, “herkese kendi yerli ve millî kültürü” anlayışı doğrultusunda “antropolojik görelilik” (anthropological relativism) denizinin bulanık sularında mı boğulacağım?   

 

İşte görüyorsunuz, insan ve toplum bilimleri her zaman bir mayın tarlasıydı ve bugün de öyle. Fakat korkarım şimdi ben bu tuzaklardan daha çok ilki ve üçüncüsüne tosladım, tosluyorum. Çünkü sonuçta, bilginin mutlaka olabildiğince bütünsel olması, bütünselliği araması, hiçbir şeyi kasten eksik bırakmaması zaruretine inanıyorum (completeness, complete solutions ihtiyacı). Onun için bütün bilip öğrendiklerimi elimden geldiğince sayıp döküyor; dolayısıyla hem sadece Batıyı değil Batının “öteki”sini, the Rest’ini, yani Şarkı da “kötülemiş,” hem de Şarkın (veya geleneğin?!) o “kötülük”lerine karşı ister istemez Batının (veya modernitenin?!) bazı “iyilik”lerine değinmiş oluyorum. 

 

Fakat demek ki gelenek, ya da millî ve yerli olmak, her durumda iyiliğin garantisi değil. Buradan ana konuma dönecek; bazı şeylerin insanlık tarihinde çoktan aşılmış olmasına rağmen bir ülkede aşılamamasının başka bir örneğiyle — 2015 Sonbaharının hendek ve barikat savaşları sırasında imzaladıkları bir dilekçeyle devleti eleştirdikleri, ama PKK’yı eleştirmedikleri için, söyledikleri değil söylemedikleri üzerinden suçlu ve giderek mahkûm konumuna düşürülmekte olan bin küsur öğretim elemanı mevcut olduğu Türkiye’yle devam edeceğim.  

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -