Sosyal medyayı hayatın aynası olarak görenlerdenim. Gerçek hayat ile sosyal medya arasındaki farktan söz ederek “Biz aslında böyle değiliz” diyenler de var gerçi. Ama şahsen, onun ‘biz’i en güzel şekilde yansıttığı; kişiler, topluluklar, toplumlar için bir nevi ‘tahlil laboratuvarı’ işlevi gördüğü kanaatindeyim. Nitekim bu mecra daha önce iletişim içinde olmadığım kimi çevrelerle iletişim kurmamı, tanımadığım birçok kişiyi tanımamı sağladı; evvelce ‘tanıdığımı’ sandığım bazılarını ise aslında ‘tanımadığımı’ da yine bu mecra üzerinden öğrenmiş oldum. Burada yazılanlar, çizilenler; özellikle de etkileşimler bu açıdan çok öğretici… Kişilerin yüz yüze olmayan, dahası anonimleşebilen bir iletişim ortamında ‘olduğundan farklı’ davranabildiğini söyleyenler olsa da, ben durumu tersinden almanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Burası, gerçek hayatta ‘olduğundan farklı’ davranabilenlerin ‘olduğu haliyle’ arz-ı endam ettiği bir diyar. Meselâ bazı kişi ve zümrelerce burada kullanılan dilin gerçek hayatta görünenden daha kaba olması, gerçek hayatta kullanılan bazı perdelerin burada kalkmış olmasından. Yoksa burası olmayana baktırıyor değil, bilakis derinlerde saklı olanın da gün yüzü görmesini ve böylece görülmesini sağlıyor.
Nitekim, içinde yaşadığımız ülkede kollektif kimliklerin kişileri ve kişilikleri, fertleri ve ferdiyetleri baskılayacak kadar güçlü, hatta pervasız olduğunu; ve siyasî, itikadî, ideolojik, etnik, sınıfsal vs. farklılık, hatta zıtlıklara karşılık, her bir kollektif kimlikte bir vesayet damarının saklı bulunduğunu bu mecra sayesinde daha açık bir şekilde farkettim… Ve bunu, en çok da, bir kollektif kimlik üzerinden başkalarına ne söylemesi, ne yapması, nerede ve kimlerle beraber olması gerektiğini ‘buyuran’ etkileşimler sayesinde görmüş oldum.
Aynı anne babanın evladı olup aynı ortamda büyümüş ve aynı terbiyeyi görmüş kardeşlerin bile birbirinin aynısı olmayışı, şu âlemde her insanın biricik olduğunu öğretiyor bize. Hepsi ayrı bir kişilik ve karaktere sahip her bir insan, öte yandan, kendi ferdiyeti içinde varlığını derinleşerek ve zenginleşerek sürdürmek için birbiriyle hemhal olmaya da muhtaç. Dolayısıyla, birarada olmak adına aynılaşmadan ve birarada olamaz şekilde ayrışmadan ‘farklılık içinde beraberliğin’ yolunun bulunması gerekiyor. Lâkin, işte bu zeminde beliren sosyalleşme ihtiyacına karşılık gelen toplulukların bundan da fazlasına talip olduklarını görüyoruz maalesef. Yalnız olamayan insanın bir topluluk içinde kendini gerçekleştirme çabası, kolayca topluluğun, daha doğrusu topluluk içindeki daha baskın karakterlerin kişiye kendini dayatması gibi bir yola sapabiliyor. Yolda olmanın ve yoldan sapmanın ipuçlarını ise, iletişimde kurulan dilin niteliği üzerinden çözümlemek mümkün: Kişileri eşitler olarak görüp, en iyiyi bulmada özgür iradelerle ortak bir çabayı mümkün kılan müzakere dili mi; yoksa ‘üstün’lerce zaten bulunmuş ‘en iyi’yi dayatan iktidar ve vesayet dili mi?
‘Vesayetçi dil’ veya ‘iktidar dili’ derken kasdım, kendisini biçimlendirici özne, başkalarını ise biçimlenecek nesneler olarak kurgulayan; düşüncesini ve tercihini mutlaklaştırdığı gibi, başka düşünce ve tercihleri değersiz ve aşağı gören, hatta düşmanlaştıran ve şeytanlaştıran bir dil. ‘Müzakereci’ dilden muradım ise, mutlaklaştırmadan görüş, düşünce ve tercih ifade eden, bu ifadeyi de bir dayatma üslubuyla değil bir öneri biçiminde arzeden; ‘Doğru yalnızca budur’ demek yerine ‘Bana göre daha doğrusu budur’ diyebilen ve ‘en doğru’ için müzakereye açık olan, bu sebeple de soruya ve sorgulamaya, eleştiriye ve takdire eşit derecede açık olabilen bir dil.
Ve işte sosyal medyaya baktığımızda, her iki dilin taşıyıcıları da en berrak biçimde beliriyor karşımızda. Kimileri kendisi ve aidiyeti dünyanın merkezi imiş gibi kesin ve keskin konuşuyor; kimileri de şu yer kürede kendisi ve aidiyeti dahil hiç kimsenin ve hiçbir yerin ‘merkez’ olmadığını bilmenin getirdiği itidal ile… İlki, ikincisinde olmayan özelliklere sahip: mutlakçı, buyurgan, ayrıştırıcı, tehditkâr ve küstah. Biri herhangi bir kollektif kimliğe dahil olsun olmasın, iletişime açık; diğeri ise yalnızca ‘iletim’e. Biri bildiğini paylaşmaya da, bilmediğini öğrenmeye de açık; diğeri zaten bilinmesi gereken herşeyi bilen olarak öğrenmeye kapalı, sadece ve hep öğretiyor! Biri başkalarının görüşü ile kendi görüş açısını genişlettiğinin farkında; diğerine göre gerçek sadece kendisinin durduğu yerden ve açıdan görülüyor…
Bu manzara içerisinde sosyal medya tecrübesiyle farkına vardığım belki en garip olgu ise, kişilerin bir kollektif kimlik üzerinden kendilerinde başkaları üzerinde buyurganlık hakkı görmeleri. Açarsak; kişi kendisini a, b veya c kollektif kimliğine mensup olarak tanımlıyor; ardından, aidiyet ifade ettiği kollektif kimliğe dair kodları tanımlıyor veya belirliyor; sonraki adımda, karşısındaki kişiyi o kimlik dışında görerek ayrıştırma yahut o kimlik dahilinde görerek aynılaştırma tutumu geliştiriyor ve bunun üzerinden, aynılaştırdığı kişi için vasî tayin edilmiş gibi bir tavır ve davranış içerisine giriyor.
Yakınlarda manidar bir örneği ile karşılaştım bunun. Bir sosyal medya mecraında gerçek ismiyle var olmamayı tercih eden bir kişi, o mecrada adıyla sanıyla mevcut bir başka kişiyi kendisiyle aynı kollektif kimlik üzerinden tanımlıyor, ardından bu kollektif kimliğe göre ‘şurada durulur, şunlarla konuşulur ve şöyle konuşulur’ diye bir kod belirleyerek, aynı aidiyetten görme lutfunda bulunduğu diğer kişiden, belirlediği bu koda göre ‘kötü’ ve ‘düşman’ kategorisine yerleştirdiği bir mecrada yaptığı söyleşinin hesabını soruyordu.
Ne demiştik ‘iktidar ve vesayet dili’ ile ‘müzakereci dil’ arasındaki fark üzerine konuşurken: “İlki, ikincisinde olmayan özelliklere sahip: mutlakçı, buyurgan, ayrıştırıcı, tehditkâr ve küstah.”
Bunun harika bir örneğiydi ortadaki… Kendisi olarak, adıyla sanıyla var olamadığı bir mecrada, aidiyet atfettiği bir kollektif kimlik üzerinden başkalarına ‘ne olmaları, ne konuşmaları ve kiminle konuşmamaları gerektiği’ni söyleme iktidarını kendinde görmek.
Bu bir istisna mıydı peki? Gerçek hayatta pek de mevcut olmayan bir davranış biçimi miydi bu? İçinde yaşadığımız ‘toplum’da ancak eser miktarda kişide rastlanan bir semptom muydu zuhur eden?
Bilakis bu örnek, fertlerin ferdiyetleriyle birarada yaşadıkları bir toplum olmaktan ziyade, kişilerin -seküler veya dindar farketmez- ‘topluluk’ halinde yaşadığı şu ülke gerçeğini birebir yansıtıyor. Sözkonusu kişi, aslında özür dilemesi gereken küstahça bir tutum sergilese de, o bunu küstahlık kasdıyla değil, aksine ilgili diğer kişiyi ‘koruma ve kurtarma’ adına ve iyilik zannıyla yapıyordu muhakkak. Çünkü, kuvvetle muhtemel, kendisinin de hayatı boyunca hep maruz kaldığı ama her yerde, herkes için ve herkesten böyle gördüğü için bir ‘maruz kalma’ durumu olarak algılamadan kanıksadığı ‘normal’ idi bu. Bir başka insana, onun ferdiyetine saygılı olmak; kendi hayatları hakkında tercih hakkının kişilerin kendilerine ait olduğunu kabul etmek; dolayısıyla bilemediği, anlayamadığı veya yanlış bulduğu bir tercihle karşılaştığında buyurgan bir dille ‘doğrusunu öğretmeye’ kalkmadan, en fazla özür de beyan ederek bir soru formunda açıklama talebi veya ricasıyla kişilere muhatap olunması gerektiğini bilmek… Bunlar bu ülkede, istisnalar bir yana dar ve geniş tanımıyla ‘aile’lerin, seküler veya dindar farklı formlarıyla ‘topluluk’ların, hele ki kendisini her zaman 1 numaralı vesayet odağı olarak gören devletlûların beraberce uzağında oldukları özellikler. Aileden okula, cemaatten ‘kamu’ya, her alanda karşımıza bir vesayet ve iktidar dili çıkıyor zira; dayatmayıp öneren, eleştirdiği kadar da eleştirilmeye açık müzakereci dil değil. Bu iktidar dili, bu vesayetçi anlayış kendisini en kolay biçimde kollektif kimlikler üzerinden tanımlıyor. Birer kollektif kimlik mecraı olarak dindar veya seküler cemaatler, buna göre oluşmuş dost ve düşman tanımları; kişilerin ferdiyetleri, şahsiyetleri ile ‘biricik’liği gözardı edilerek bu kollektif aidiyetlerden biri üzerinden tanımlanması ve sonra da ona göre bir düşüncenin veya davranış kodunun dayatılması… Sen şunlardansın. O halde şöyle düşünmen gerekir. Şunu konuşmalı, şunlarla konuşmamalısın.
Evvelce, herşeyi bilenlerin ülkesi, diye bilip de diyemeyenlerin ülkesi diye yazmıştım bu ülke için. O, aynı zamanda, hiç büyüyemeyenlerin ülkesi… Vesayet her yerde; en uzağında olması beklenen entellektüel mecralar ve epistemik cemaatler dahil, hep öğreten ve müzakere değil onay bekleyen bir dilin hükümranlığı yaşanıyor hemen her yerde. Bazıları çok büyük, herşeyi biliyor; bazıları hiç büyümeden ve hiç bilemeden hep öğrenmeye mecbur ve mahkûm. Vesayet bu ülkede sadece devletlûlara, yönetici elitlere mahsus değil; bilakis kanıksanmış genel bir zihniyet ve yaşayış biçimi. Buna göre, siz bir insan, biricikliği, özelliği, özneliği olan bir fert olarak değil, salt bir kollekif aidiyet içinde tanımlanıyorsunuz -bir ailenin, cemaatin, ulusun, devletin mensubu olarak. Ve sizden o aidiyete göre bir davranış koduna uygunluk bekleniyor. Bir fert olduğunuz, Yaratıcı tarafından size bir özgür irade verildiği, kendi hayatınızla ilgili tercihlerinizin size ait ve sizin sorumluluğunuzda olduğu; başkalarının ancak ya sizin talebinizle bu tercihlerle ilgili bir yorum veya değerlendirmede bulunabileceği yahut aradaki hukuka göre sizin rızanız dahilinde görüşünü dile getirip uyarısını yapabileceği veyahut tercihlerinizin onları da etkileyen sonuçlar doğurması sebebiyle eleştiri ve uyarı hakkının olabileceği sıklıkla gözardı ediliyor. Ayrıca, kişilerin ve kollektif kimliklerin mutlak iyi ve kötüyü temsil etmediği; bir kişinin ‘ya hep ya hiç’ tercihine mecbur ve mahkum olmadığı; ‘hem o hem bu’ diyerek, bir konuda a’ya, diğer konuda b’ye katılmasının pekâlâ mümkün olduğu, her ikisine katılmama hakkının da olabildiği; iletişimin ‘benzeş’ler arasında ve ‘aynılaşmak’ için kurulan bir ilişki biçimi olmadığı ve olmaması gerektiği de…
Bu açıdan bakınca, bu ülkede otoriter zihniyetin sadece siyasal düzlemde karşımıza çıkan bir sorun olduğunu düşünmek hayli yanıltıcı değerlendirme ve sonuçlara götürebilir. Sorun daha derin; aile ilişkilerinden başlayarak, her türlü kollektif ilişki ve aidiyet ağı içerisinde ferdiyeti ve şahsiyeti baskılayan, kişileri sorgulanması hoş karşılanmayan tanımlanmış kimlik kodlarına uygunlukla değerlendiren bir anlayış hakim. Kollektif kimlikler merkeze alınınca da, ilkesel açıdan doğru da olsa, kollektif beklentiye aykırı hareketler asla doğru bulunmuyor. Buna karşılık, ilkesel açıdan yanlış da olsa, bir fiil kollektif beklentiye ve tercihe uyumu halinde doğru görülüyor. Bu noktada kimin elinde kalırsa kalsın otoriter dilden kopamayan ve kişilere hep empoze eden vesayetçi diliyle devlet, ‘topluma rağmen’ bu halde değil; bilakis, biraz da aynı dili benimsemiş ‘topluluklar sayesinde’ bu şekilde davranmayı sürdürebiliyor.
Aşırı bireyselliğin Batı toplumlarını gerçek anlamda ‘toplum’ olmaktan alıkoyduğu bu topraklarda sıkça söylenir. Bu ne kadar doğru bilemem; ama doğru ise dahi, bu söylemin görmezden geldiği ve örttüğü bir gerçek, bizi de, ferdiyetlere saygılı müzakereci bir dil değil de kendi doğrusunu mutlaklaştırarak dayatan vesayetçi bir dil geliştiren ‘kollektif kimlik’lere hapsolmuşluğun gerçek anlamda ‘toplum’ olmaktan alıkoyduğu…
Ferdiyetini kazanmış kişilerin oluşturduğu beraberliklere ihtiyacımız var oysa.
Üstünlük dayatmayan; topluluk olmayı ferdiyet ve şahsiyet sahibi olmanın da, toplum olmanın da engeline dönüştürmeyen beraberliklere…
Bunun için ise, vesayet ve iktidar diliyle değil, müzakere diliyle kurulmuş ilişkilere…