[8 Aralık 2020] Metinciğim. Ah Metin. Sevgili Metin.
Doğru dürüst bir obituary, bilimsel katkılarını da değerlendiren bir vefat duyurusu yazacak halim yok. Sadece, bütün bu arkadaşlık yıllarımızın görüntülerini, cümlelerini, olaylarını, yakınlığını tekrar tekrar yaşayabiliyorum.
İlk tanışmamız, ODTÜ’de, (galiba Sosyal Bilimler Derneği’nin düzenlediği) bir konferansa ben girerken, sen çıkarken. Ben otuzlarımda olmalıyım (ve dolayısıyla sen de). Ama tabii sen çoktan ünlü bir tarihçisin. Bense henüz sadece bir amatör. Dolayısıyla yanında kendimi fazla çocuk hissediyorum. Fakat nasıl konuşmaya başladık, çıkaramıyorum bir türlü. Acaba ben mi yaka kartından ismini okuyup da merhaba dedim ve kendimi tanıttım? Ne çalışıyorsunuz diye sordun; ben de henüz başlangıç aşamasındaki tezimin konusunu söyledim. Feodalizm teorileri. Gerçekten ilgilendin; o nazik samimiyetinle “çok önemli” dedin. Ama gitmek zorundaydın. Sonra hatırlamadın, nereden hatırlayacaktın, bu görüşmeyi.
Derken birkaç yıl geçti; ben 1983’te SBF’den istifa ettim ve 1985’te, Orhan amcamın desteğiyle doktoramı Birmingham’a taşıdım. Birkaç ayda bir İngiltere’ye gidiş dönüşlerim başladı. O bağlamda, sizleri Cambridge’de ziyaret edişlerim. Nevin henüz küçücük. Bir seferinde kucağıma aldım; ürkek bir serçe gibi büzülüverdi. Halinin ikimize de nasıl dokunduğu. Gelip usulca kurtarışın, kıyamayışın. O hareketindeki yumuşak şefkat. Sonra bir başka sefer, beni bir seminer vermeye dâvet edişin. Sanırım Barkan ve devletçi-milliyetçi, Garbiyatçı (Occidentalist) Osmanlı yorumu hakkında. Kızan ama neye kızdığını da tam bilemeyen birinin sataşmasına karşı, efendice ama prensipli müdahalen. Eleştirel historiyografiyi savunuşun.
Sonra Sabancı. 1998 başının garip tesadüfleri. Biz Harvard’da geçirdiğimiz sabbatical yılından yeni dönmüşüz. Ben Boğaziçi’ndeyim. Sen bana yazıp, Halil bu yeni kurulan Sabancı Üniversitesi’nde tanıdığın var mı diye soruyor, ilgilendiğini söylüyor ve CV’ni yolluyorsun. Ben de Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin kurucu dekanı Ahmet Evin’i arıyorum. Tam “Metin Kunt…” diyeceğim; (mealen) hah, döndün mü, sen hele bir gel bakalım… tarzı bir cevap alıyorum karşıdan. Ne olduğunu anlayamadan, sana aracılık edeyim derken kendimi transfer edilmiş buluyorum. Toplanıyoruz, rahmetli Tosun Terzioğlu (kurucu rektör), Ahmet Evin ve ben. İş tanımım, SSBF’nin inşasına katılmak, özel olarak da Tarih programlarını dizayn etmek. Kimleri istersin diye soruyorlar. İki isim söylüyorum. Biri sen, diğerini ifşa edemem. O gelmiyor, ama sen geliyor ve bizleri görgünle, tecrübenle, içselleştirdiğin derin akademik kültürle ihya ediyorsun. Birlikte tasarlıyoruz, Master ve Doktora programlarını. Her yıl bir sömestir gelip, HIST 561 Onbeşinci – Onaltıncı Yüzyıl Osmanlı Tarihinin Kaynakları ve yöntemleri ile HIST 555 Uç Toplumları ve Erken Dönem Osmanlı Beyliği derslerini veriyorsun. Asıl gönlüne yakın olan ikincisi, Frontier Societies. Cemal Kafadar (Between Two Worlds, 1996) gibi sen de, Osmanlıları sadece bir tarafın, Selçukluların “uc”u ve uzantısı değil, “her iki tarafın arasında bir uc” gibi tasarlıyorsun.
Yıllar yılı öğrencilerine verdiklerin. Sabrın, titizliğin, malzemene küçük küçük dokunan, ince bir neşterin ucuyla tabaka tabaka kaldıran kurcalayıcı yaklaşımın. Sen lojmanda kalırken, bizlerin (Tülay, Hakan Erdem, Akşin Somel) şehirden servisle gelip sabah kahvaltısında buluşmamız. Uzun sohbetler. Dünya ve Türkiye tahlilleri (kabaca 2000 – 2010 arası). Bölüm meselelerini de orada halledişimiz. Fikret Adanır, Stefan Yerasimos (ama sonra onun da, tam Sabancı’da full-time olacakken vakitsiz vefatı).
Birkaç yıl odalarımız yanyana. Çalışırken müzik dinliyorsun, ben de duvarın öbür tarafından kulak misafiri oluyorum. Seni çok yansıtan incelik ve zarafetler. Rönesans. Barok. Purcell. Handel. Vivaldi. Arada ben uğruyorum. Sen uğruyorsun. Köylülerden, saraylardan, “kapı”lardan, vezirlerden, aristokrasilerden, ideolojilerden konuşuyoruz. Birinci sınıflardaki SPS 101-102 İnsan ve Toplum I-II ders notlarım hakkında hoş şeyler söylüyorsun. Ağzım kulaklarıma varıyor. Tabii içimden. Sen çok, çok ölçülüsün bana göre. Benim taşkınlıklarım sana kimbilir ne kadar zor gelmiştir, zaman zaman. Yanında kendimi biraz frenlemek ihtiyacını duyuyorum. O notları bir gün kitap yapabilirsem sana adayacağım.
Emekliliğine yakın, bazı idari hoyratlıklara nasıl kırıldığını anlatmak istemiyorum burada. Ders vermek için son gelişinde, İstanbul’da hastalanıyorsun ve seni zar zor uçağa bindirip yolluyoruz. Daha o zaman ölümün kıyısından dönmüşsün meğer. İngiltere’de konan teşhis ağır zatürree ve kronik pülmoner aspergillosis (mantarlı zatürree diyelim). Aylarca hastanede yatıyorsun. Zar zor iyileşiyorsun. O sırada bir konferans nedeniyle geliyor ve görebiliyorum seni. Zayıflamış halinle dahi espri yapmaktan, kendinle dalga geçmekten geri durmuyorsun.
Bu sefer gidişin de öyle olmuş. 24 Kasım’da, rutin bir kan tahlilinde enfeksiyon saptanıyor. Ateş yok, başka araz yok. Fakat giderek solunum zorluğu çekiyorsun. 27 Kasım’da hastaneye yatırıyor ve biraz sonra da yoğun bakıma alıyorlar. Hep aynı Metin Kunt. Alçakgönüllü bir hümör. Şakalaşıyor hemşirelerle, bir hikâye yazacağım ve başlığı “The Well-Connected Man” olacak diye. Komple Bağlantılı Adam. Orandan burandan girip çıkan tellere, tüplere, borulara atıf. (Bunları dün Laura’dan öğreniyorum.)
Yazamıyorsun o hikâyeyi. Ciğerlerin ve bağışıklık sistemin çok zayıf düşmüş, önceki fasıldan. 3 Aralık Perşembe sabahı, bütün hayatın gibi abartısız ve patırtısız, bu dünyaya veda ediyorsun.
Ne kadar iyisin. Ne kadar nâzik. Ne kadar düşünceli. Ne kadar cömert. Ne kadar centilmen. İlmin ölçüleri, ahlâkı, davranış biçimi, her şeyine sinmiş. Bir Eski Dünya insanı.
Bende hep böyle yaşayacaksın.