Bir düşünce deneyi yaparak başlayalım. Anthony Hopkins’i filmden çıkartalım, yerine Haluk Bilginer’i koyalım. Jonathan Pryce’ı çıkartalım, yerine Zafer Algöz’ü koyalım. Bence film kendinden bir şey kaybetmeyeceği gibi başka türlü bir lezzete kavuşur. Senaryoya dokunmayalım yeter.
Fernando Meirelles, unutulmaz bir roman uyarlaması olan ‘Tanrı Kent’ (Cidade de Deus – 2002) filminin yönetmeni. Öteki önemli filmleri John Le Carré’ın romanından ‘Arka Bahçe’ (The Constant Gardener – 2005) ve José Saramago’nun romanından ‘Körlük’ (Blindness – 2008).
‘İki Papa’ (Two Popes – 2019) biri emekli olmak isteyen diğeri de göreve istemeyerek de olsa başlamak üzere olan, adı üstünde iki papanın arasındaki tanışma, kaynaşma ve arkadaş olma hikâyesi. Müthiş bir senaryo, şahane oyunculuklar ve harikulade bir görsel şölen. Vatikan’ın reklam filmi gibi. Gerçek olaylardan esinlenildiği için hikâyeyle ilgili bir şeyler söylemek spoiler sayılmaz, ama yine de filmden uzun uzun bahsetmeye gerek yok.
Sadece, Alman vatandaşı Ratzinger’in, yani istifaya hazırlanan Papa 16. Benedict’in, yerine gelecek olan Arjantin vatandaşı Kardinal Bergoglio’ya yani Papa Franciscus’a söylediği bir cümlenin altını çiziyorum; bu sahnede, onun Kiliseyi eleştirdiğini ama bunu söylemleriyle değil tavırlarıyla yaptığını iddia ediyor ve aralarında şu konuşma geçiyor:
– Başpiskopos ve kardinallerin resmi sarayında oturmayı reddediyorsun.
– Çünkü çok ihtişamlı, çok büyük.
– Bu kadar sade yaşayarak geri kalanımızın yeterince sade yaşamadığını ima ediyorsun.
İtibardan tasarruf ederseniz böyle azar işitirsiniz. Kültürler ve zihniyetler arasında hem ne kadar derin farklar var ve hem de aynı zamanda nasıl da benziyoruz birbirimize.
Bu yüzden o düşünce deneyiyle başladım yazıya. Mustafa Öztürk’ün yaşadıkları o kadar güzel film olur ki hayal etmekten kendimi alamıyorum. Kendi özelinde, eminim hocanın akademik ya da özel yaşantısı, zekâsı ve üslubu sebebiyle çok güzel hikâyeler içeriyordur. Ve böyle bir film ya da bir mini dizi yazılsa, çekilse, yıllardır takip ettiğim için bildiğim düşünceleri sebebiyle maruz kaldığı ‘şiddet’ bütün ülkenin zihniyetini ele verir. Şahane bir yüzleşme imkânı.
Ya da, ‘İki Papa’ filminden hareketle bir yerli ve milli film düşünün ki eski Diyanet İşleri Başkanı, yenisiyle vahyin Peygambere nasıl geldiğini tartışıyor. Acaba Cebrail, İslâm Peygamberine manâyı mı getirdi, yoksa bizzat lafız olarak Kuran’ın kendisini mi getirdi? Ama Diyanet İşleri Başkanları böyle bir inanç tartışmasına girmezler ki. Bu, üzerine düşünülecek ve tartışılacak bir mesele olamaz. Buradan film çıkmaz. Çünkü inanç düşünceyi durdurur. Ama bir ilahiyat profesörü bunu düşünür ve tartışırsa, buradan çatışması bol bir hikâye çıkar. Çünkü böyle bir düşünceye sahip bir ilahiyatçı geçmiş çağlarda olduğu gibi maalesef bu çağda da ‘aforoz’ edilir.
Yakın vâdede bu ülkede böyle filmler yapılamayacağını, çünkü kültürümüzün ‘henüz’ buna hazır olmadığını söyleyebiliriz.
Film fantezimiz bir kenarda dursun; dünyanın her yerinde yaşanan bütün sorunlar, coğrafya ve kültür ne kadar farklı olursa olsun, zihinler ve zihniyetler kendilerine has da olsa, dönüp dolaşıp inanç ve siyaset ilişkisine tosluyor.
İnancın düşüncenin konusu olamayacağını iddia eden tarafta olduğum halde, Mustafa Öztürk hocanın düşüncelerini ve inançlarını ifade etmesinin önündeki bu büyük, güçlü ve artık zamanı geçmiş, eski zihniyetin karşısındayım. Bunu bir lütuf gibi, bir erdem gibi ya da estağfirullah bir kibirle söylemiyorum. Zaten olması gereken bu. Kim kimin düşüncesini ifade etmesine engel olabilir artık bu çağda?
Bu çağ derken şunu kastediyorum; mesela teknoloji o kadar ilerledi ki Azerbaycan’da okuduğunuz bir şiir anında İran’dan da duyuluyor ve diplomatik bir kriz çıkıyor. Şaka yapıyorum, bu aşama artık ilerleme sayılamayacak kadar eskidi bir taraftan; ama ne bileyim, acaba hâlâ farkında olmayan birileri var mı diye şüpheye düşüyorum.
Siyaset ekseninde söylemişti ama dini artık siyasetten ayrı değerlendiremiyoruz zaten; Şeker gibi bir abimin bir cümlesiyle bitiriyorum;
‘İnanmak isteyenden daha inançlı kimse yoktur.’