Evrim Rızvanoğlu faal bir işkadını, ancak kamuoyu kendisini Ali Babacan başkanlığında kurulan DEVA Partisi’nin Kurucular Kurulu listesinde yer almasından sonra tanıdı.
Rızvanoğlu eğitimini California State Üniversitesi’nde iletişim alanında tamamladı. Ardından Florida International Üniversitesi’nde İşletme Yönetimi alanında eğitim aldı. Bir dönem Amerika’da çalıştı. Ardından Türkiye’ye döndü ve aile şirketinde yöneticilik yaptı.
Rızvanoğlu, Serbestiyet’in siyasete, DEVA’ya ve kendisine yönelik sorularını cevapladı.
Öncelikle neden siyasete atıldınız ve Ali Babacan ile yollarınız nasıl kesişti?
Ben bir girişimciyim ve politikadan hep uzak durdum. Hep iyi bir sivil toplum gönüllüsü oldum. Aktif olarak siyasetin içinde olmadım, ancak her zaman gerek Türkiye’yi gerekse uluslararası siyaseti çok sıkı takip ettim. İnandıklarını başkalarına telkin eden değil, kendi hayatında uygulamaya çalışan bir yapım var. Dolayısıyla tek politik aktivitem oy kullanmaktı. Son yıllarda içinde bulunduğum STK çalışmaları, Anadolu’yu ve insanını keşfetmemde bana yardımcı oldu. Ülkenin durumuna bakınca eleştirmek yerine benim de bir şeyler yapmam ve bu ülkeye olan borcumu bu tarz bir çaba ile ödemem gerektiğini düşündüm.
Sayın Ali Babacan’la DEVA kurucularından, eski dostum ve memleketlim sayın Mehmet Avcı sayesinde tanıştım. İstanbul’da Mehmet Bey’in düzenlediği iş insanları için istişare toplantısında kendisiyle bir araya gelme ve yakından tanıma şansım oldu. O toplantıda Ali Bey’in üslubu, toplantıya katılan diğer insanlarla kurduğu diyalog beni düşündürmüştü. Ali Bey en tartışmalı konuları ele alırken bile sakinliğini koruyabiliyordu. Nezaketi ve bilgeliğiyle insanı politikadan soğutan değil politikaya ısındıran biri Ali Bey. O zamanlar siyasetten uzak durduğum dönemlerdi. Sonrasında başlattığı ve öncülüğünü yaptığı bu harekette siyaset yapabilmek benim için büyük şans oldu.
Ali Babacan’ın diğer politik liderlerden farkı üslubu mu?
Tek farkı üslubu değil tabii ama önemli bir fark Maaz Bey. Ali Bey’in DEVA’daki liderlik performansını siz de benim gibi izliyorsunuz. Karşınızda bağıran, hiddetlenen, suçlayan, kendini mağdur gösteren, alışageldiğimiz teatral bir politik lider yok. Kendinizle kolayca özdeşleştirebileceğiniz biri Ali Bey. Ben 1980 doğumluyum; hayatımda birinin bana bağırdığını hatırlamıyorum. Bunca yıllık iş hayatımda çok stresli durumlar yaşadım. Çok disiplinli, mükemmelliyetçi ve kuralcıyımdır ama ben de birlikte çalıştığım hiç kimseye bağırdığımı hatırlamıyorum. Dolayısıyla bir şeyleri bağırarak anlatan bir politik karakterle aynı yolda yürüyemem.
Ali Bey’in çok barışcı ve uzlaşmacı bir üslubu var. Kişilerle uğraşan, kurumlarla didişen, toplumsal meseleleri kişiselleştiren, sözcüklerle dans edip meseleyi daha da karmaşıklaştıran biri değil. Aksine, meselenin kendisiyle uğraşan, meseleyi bilimsel ve makul biçimde analiz eden, dinleyen ve çözüm üreten iyimser bir politikacı. Politik ve ekonomik durumu kıyasıya eleştirdiği anlarda bile insanlara umut da veriyor. Çözüm reçeteleri sunuyor ve bunları yaparsak her şey düzelir diyor. Bizi hayata küstürmüyor, aksine daha iyi bir hayatın mümkün olduğuna ikna ediyor.
Politikada retorik neden bu kadar önemli?
Bana göre politikada retorik çok önemli. Kullandığınız üslup sizin kim olduğunuzu, hattâ negatif ve pozitif anlamda sınırlarınızı da söylüyor. Günümüz dünyasında, popülist ve otoriter eğilimli liderlerin etkin olduğunu görüyoruz. Bu liderler konuşmalarında Aristo’nun ethos-pathos-logos dengesini altüst ettiler. İkna etmeye yönelik politik konuşmalarda, ethos derken konuşan kişinin kim olduğu, kredibilitesi, bilgisi ve yeterliliği akla gelir. Pathos derken konuşmacının duygulara hitap etme, iletişim kurduğu kitleyle empati kurma gücü akla gelir. Logos ise akla ve mantığa işaret eder. Ancak bu popülist liderlerde ethos ve logos’dan eser yok. Pathos derken orada da bir kayma var. Çünkü duyguları insanlarla empati kurmak ve onların sorunlarını anlamak için değil, insanların zaaflarını kullanarak onları manipüle etmek için kullanıyorlar. Bu yüzdendir ki dünyada popülist liderler çok çabuk zaman aşımına uğruyor, toplum nazarında etkileyiciliklerini ve inandırıcılıklarını yitiriyorlar. Nitekim Trump’ın 2. dönem seçilememesi ve kaybetmesi de bu söylediğimi destekliyor.
Öyleyse toplumu söz konusu manipülasyondan korumanın yolu nedir?
Bu konuda çok şey söylenebilir ancak çok daha spesifik bir noktaya değineyim. Siyasi partilerin bir işlevinin de toplumu manipülasyondan korumak olduğunu düşünüyorum. Bu konuda en kullanışlı teknik, “doğruluk kontrolü” yani “fact-checking” denilen sistemdir. Demokrasiyi korumak için, bilginin doğruluğunun tarafsız uzmanlarca kontrol edilmesi sürecine yatırım yapmamız gerekiyor.
Tecrübeli bir medya mensubu olarak siz daha iyi bilirsiniz. Dijital teknolojiler, bilginin ve politik tartışmaların herkes tarafından katılımcı biçimde 7/24 tartışılmasını ve dağılımını sağladı. Bu olağanüstü güzel bir şey. Ancak olayın istismara açık bir yönü de olduğu için önümüzde karanlık bir alan da var. Çeşitli güçler, farklı ağlarda yanlış bilgiler yayarak, bireylerin gerçeği görmesini önleyebilir. Bu durumda sosyal ağlardaki ve web’deki bilgilerin, haberlerin doğruluğunu kontrol etme sorumluluğunu sadece güvenilir bağımsız medya kurumlarına yükleyemeyiz. Çünkü bunu yapmak uzman ve geniş kadrolar gerektiriyor. Bağımsız medyanın finansal anlamda böyle bir gücü yok. Bu konuda çalışan STK’lar var, ancak onlarda da yine bütçe sorunu yaşanabilir. O halde muhalefet partilerinin bu sorunu çözmek için kendi içlerinde departmanlar oluşturmaları gerekiyor. Biz parti olarak bu meseleyi ciddiye alıyoruz.
Türkiye’de ve Batı’da siyaseti kıyaslamanızı istesem… Değerler, toplum ve birey açılarından ne tür farklılıklar var? Dünya nereye gidiyor, neler oluyor ve neler olacak?
Dünyada ideolojik bir melezleşme var. Dünya, kendine kapitalizm ve sosyalizm arasında bir denge tutturmaya çalışıyor. Covid, bu konudaki nüansları iyice belirginleştirdi. Amerika gibi kapitalist ülkelerde devletin daha müdahaleci olması talep ediliyor. Global düzeyde ise yine sosyalistlerin dillendirdiği eski bir kavram olan enternasyonalizm geri geliyor. Dünya devletleri, aynı gemide olduğumuz ve dolayısıyla işbirliği yapılması gerektiği fikrine daha fazla inanmaya başladı. Gerçi İkinci Dünya Savaşı gibi bir felaket sonrası kurulan NATO, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve çeşitli ekonomik kuruluşlarla bu tür bir işbirliğinin adımları atılmıştı zaten. Ancak şimdi “global ısınma” ve “Covid salgını” gibi büyük felaketlere yol açacak sorunlar karşısında işbirliği bilinci daha da kökleşiyor. Bu da olumlu bir gelişme bence.
Seçmenler düzeyinde bakarsak; seçmenler ideolojik sınırlara itaat konusunda daha esnekler. Bu esneklik, politik melezleşmenin önünü açıyor. Bernie Sanders ile birlikte sosyalizm, Amerika’da ana akım bir siyasal görüş oldu mesela. Çünkü genç kuşaklar ideolojiden çok bu ideoloji çatısı altında savunulan sosyal ve ekonomik değerlere ilgi gösteriyor ve onlara mantıklı gelen şeyi nereden gelirse gelsin rahatlıkla benimseyebiliyor.
Sağ ve sol gibi kavramları hâlâ mecburen kullanıyoruz; ama bugün gelinen noktada yaşanan melezleşme nedeniyle işler farklı bir aşamaya geldi. Sağ-sol, liberal, milliyetçi, muhafazakâr ya da sosyal demokrat kavramları tek başlarına seçmenlerin gözünde anlamını yitirirken, değerler ve prensipler seçmenler için daha büyük önem taşımaya başlıyor. Savunduğunuz değerler insanlara sizinle ilgili daha net bir fikir veriyor.
Örneğin iktidara aday olan bir politik partinin Cumhuriyet rejiminin temel değerlerine, yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığına olan saygısı, güçlü meclise ve fikir özgürlüğüne olan inancı, insan haklarına verdiği önem, bütün bu değerleri yıkmaya teşebbüs etmeyeceği konusunda da size psikolojik bir garanti verir.
Yeni seçmen kitlesi daha pragmatist. Bu nedenle politik market raflarından kendilerine uygun gördükleri ve iş göreceğine inandıkları politikaları seçerek alıyor ve bu anlamda bir melezleme yaparak siyasi partileri de melezleşmeye itiyor.
Sözü size getirmek istiyorum. İşiniz gücünüz var, hayatınız da yolunda… Ancak il il, kongre kongre Anadolu yollarındasınız. Motivasyonunuzun kaynağı nedir acaba?
Ben son beş yıldır farklı STK’larda yer aldığım için bölgeye çok sık gidip geliyorum. Bölgeyi ve insanını tanıdıkça, ailem ve arkadaşlarımla düzenlediğim tüm seyahat programlarımı da yine Anadolu’da yapmaya ve buraları keşfetmeye başladım. Bir ailenin çocuğuna vereceği en değerli şeylerden biri, ona ülkesini tanıma konusunda yardımcı olmak. Böylece çocuğunuzun toplumla ve toplum içindeki farlı kültürlerle insani bir bağ kurmasını sağlamış olursunuz. Vatan ve toplum sevgisi tanıdıkça, öğrendikçe ve yaklaştıkça gelişir, artar.
Bu anlamda çok şanslı bir çocuktum. Mardinli Süryani bir teyzeden masal da dinledim, Diyarbakırlı bir dengbêjin sızılı hikâyelerine de kulak verdim, Rizeli bir abladan çayın inceliklerini de öğrendim, bir Roman düğününde eğlenme şansı da buldum. Bu memleketin insanlarına büyük bir sevgi besliyorum ve herkesi ailemden biri gibi görüyorum.
Kongreler için yola düşmeden ben zaten yollardaydım. Bu yollar zaten aslında benim köklerimin uzandığı yollardı. Kongre süreçlerinin en önemli yanı her geçen gün artan ilgiyi görebilmemdi. İllerde, genel başkanımız Ali Babacan ve ekibimiz ile esnaf gezileri yaptık, kendisi herkesi bire bir dinledi. Tüm bu kongre süreçlerinin en değerli tarafı bu geziler oldu. Esnafımızın derdini dinlemek, fikirlerini ve önerilerini almak bize çok katkı sağladı ve sağlayacak.
Siz memleketiniz Van başta olmak üzere birçok yerde insanlara istihdam sağlayacak, yararlı olacak projelerde de yer alıyorsunuz. Bu girişimci tarafınızı da biraz dinlemek istiyoruz?
Ben bir aile şirketinin üçüncü nesil yöneticisiyim. Amerika’daki eğitim ve çalışma hayatımdan sonra Türkiye’ye döndüm ve aile şirketimizde işe başladım. Aile şirketimizin İngiltere ve Türkiye’de ofisleri var. Ayrıca kendi kişisel girişimlerim var; uluslararası ticaret yapıyorum. Van’daki projemiz, sosyal sorumluluk bilinciyle gerçekleştirilmiş bir ticari girişimdi. Çoklu ortaklık yapısı ile kurduğumuz ve yüzde 85 oranında kadın istihdamını hedeflediğimiz bir tekstil fabrikasıydı. Şu an Van’da hizmete devam ediyor. Yaş ortalaması 21 olan bir şehrin en önemli sorunlarından olan genç işsizliğini azaltmayı ve kadın istihdamını arttırmayı hedeflemiştik. Dilerim bu gibi projeler bölgede daha da artar ve iç diaspora Vanlıları memleketlerine kendi koşullarında katkı sunarlar. Güven ortamı tesis edildiğinde bizim gibi yatırımcıların sayısının artacağına inancım tam.
Türkiye mutfağına ve yemek yapmaya çok düşkün olduğunuzu biliyorum. Van mutfağından hangi yemek dünyada gurmelerin ilgisini çekebilir sizce? Van mutfağının dünya yemek sektöründe bir rekabet gücü var mı?
Maaz bey, ben yemeğe ve misafir ağırlamaya çok düşkün bir ailede büyüdüm. Çocukluğumdan beri soframızda yemek yedirmeye ısrar eden büyükler hep vardı ve şimdilerde o yedirme ısrarı bana geçti. Yemek yapmayı seviyorum ama en çok sofradaki herkesin sürekli yemesini istiyorum. Ben Amerika’daki birçok gastronomi derneğine yıllardan beri üyeyim. Hattâ bir tanesinin de uzun yıllardır yönetimindeyim. Anadolu mutfağının çok büyük bir değer olduğunu biliyorum. Gerek Van’da gerekse seyahat ettiğim başka şehirlerde, özellikle evlerde pişen ve unutulmaya yüz tutmuş tarifleri yazıyorum, sonra da uyguluyorum. Arşivleme benim için çok önemli; tarihe ışık tutması için tüm bu reçeteleri derliyorum ve arşivliyorum.
Van mutfağı her ne kadar esasen Van kahvaltısı ile gündeme gelse de keledoş, Kürt köftesi, ekşili, sengeser gibi çok niş tatları barındıran bir mutfaktır. Mesela keledoş uluslararası yarışmalarda ödül aldı, ancak daha çok tanıtım ve pazarlama olursa Van mutfağının dünya yemek sektöründe rekabetçi olmaması için bir neden göremiyorum.
Türkiye’de kadın olmanın zorlukları üzerine bize neler anlatmak istersiniz? DEVA’nın kadın perspektifini nasıl buluyorsunuz?
Türkiye’de kadın olmak çok zor tabii ki. Ancak her şey yeni başlıyor, çünkü kadınlar özgür ve eşit bireyler olarak profesyonel çalışma hayatına daha fazla karışıyor. Hattâ karar mekanizmalarında yer alıyorlar. Kadınlar bu konuda ciddi bir dirençle karşı karşıyalar tabii. Ancak biz bu cinsiyet eşitliği konusunda daha çok çalışmalı ve eşitlenme sürecini hızlandırmalıyız. Bu anlamda kadınların yasalarla desteklenmesi gerekir. Kadınlar arası dayanışmanın ve dezavantajlı olmaları nedeniyle kadına yönelik pozitif ayrımcılığın arttırılması gerekir.
Biz DEVA olarak kendi partimizde, siyasette kadının temsiliyetini güvenceye almak için bir kota koyduk. Şu anda yüzde 35’le Türkiye’de en yüksek cinsiyet kotası uygulayan siyasi partilerden biriyiz. Türkiye’de nüfusun yarısı kadın (yüzde 49,8), ancak kadınların Meclis’teki temsil oranı yüzde 18. Kabinede ise sadece 2 kadın bakan var. Bu oran çok düşük. İspanya’da kabinedeki 17 bakandan 11’i kadın, yani erkekler azınlıkta. Almanya’da da kabinenin neredeyse yarısı kadın. Başbakan kadın, istihbarat başkanı kadın, savunma bakanı kadın.
Kadınların genel istihdamı konusunda da Türkiye olarak çok gerideyiz. Almanya’da kadın istihdam oranı yüzde 73, Türkiye’de ise yüzde 28.
Türkiye çok iyi yetişmiş, eğitimli bir kadın işgücüne sahip. Ancak yukarıda da değindiğim gibi kadınlara karşı yerleşik bir önyargı var ve bu kadınların geri planda kalmasına neden oluyor. Bu algıyı kırmanın en temel yolu ise kadınların hak ve özgürlükler konusunda yasalarla desteklenmesi.
Ticaretin içinde ve ekonomi ile haşır neşir birisiniz. Sizce gayri safi milli hasıla bir ülkenin refah seviyesini göstermek için yeterli mi?
Modern ekonomistlere göre bu, tek başına ülke refahını ölçme ve derecelendirme göstergesi değil. Dolayısıyla toplumun refahını daha iyi ölçmek için daha bütüncül, alternatif bir indeks geliştirilmeli. Bu alternatif indeksle, ülkedeki gelişmeleri daha doğru gözlemleme ve ölçümleme şansı elde edilecek ve yeni planlamalar ve yatırımlar da bu veriler baz alarak gerçekleştirileceği için daha doğru adımlar atılmış, daha doğru politikalar uygulanmış olacak.
Ülke zenginliğinin, farklı teknikler ve farklı verilerle ölçülmesi konusunda alternatif arayışı içinde olan STK’lar, aktivistler, hattâ Birleşmiş Milletler gibi yarı-devlet kuruluşlarının ana çıkış noktası, milli gelirin yanıltıcı ve eksik yönleri. Örneğin 328 milyon nüfuslu Amerika’da ülke zenginliğinin yüzde 60’ı sadece 400 Amerikalının elinde. Nüfusun yüzde biri ise ülkedeki zenginliğin yüzde 90’ını elinde tutuyor. Bu durumda milli gelire yansıyacak zenginliğin son derece göreceli olduğu aşikâr.
Yine alternatif bir milli gelir arayışında olanlara göre, bazen milli gelir perspektifinden bakıldığında, ekonominin iyi olması demek her zaman toplumun bu iyilikten pay alması anlamına gelmiyor. Aksine yüksek milli gelir, duruma ve ülkeye göre global ısınma ve gelir adaletsizliğine yol açarak, toplum hayatında negatif bir etki bile yaratabiliyor.